islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3294
EURO
35,1232
ALTIN
2.302,47
BIST
9.079,97
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
21°C
İstanbul
21°C
Açık
Cuma Az Bulutlu
23°C
Cumartesi Az Bulutlu
21°C
Pazar Az Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
23°C

İnsan; Öğrenir, Hayvan Eğitilir

İnsan; Öğrenir, Hayvan Eğitilir
19 Temmuz 2018 13:46
A+
A-

İnsan, öğrenir. İnsanın tabiatı öğrenmek üzerine kurgulanmıştır. Çünkü insan, öğrenerek insan olur ve öğrenerek insan kalır. Öğrenmeyi bıraktığında veya öğrenmeden uzaklaştığında insanlığından da uzaklaşır. Öğrenme ve eğitim iki farklı tabiatın kavramlarıdır.

Öğrenme insan için, eğitim/eğitilme hayvan içindir. Hayvan doğası gereği vahşidir. Vahşiliğinin gereği olarak sadece kendi türü/cinsi ile ilişki ve iletişim içinde, öteki oluşturarak ve ötekine karşı kendini savunma içgüdüsü ile yaşar. Tabiatının gereği olarak başka türlere kapalıdır. O ancak eğitilerek tabiatının sınırları dışına çıkarılabilir. İnsanla ilişkisi de diğer türlerle ilişkisi de böyledir. İnsanla aynı ortamı paylaşabilmesi için eğitilerek tabiatının sınırları dışına çıkarılmış olması gerekir.

Nasıl insan öğrendikçe insanlaşır ve kemale doğru evirilirse hayvan da eğitilerek/terbiye edilerek hayvanlığından/ vahşiliğinden uzaklaştırılarak bir araca, bir hizmetçiye dönüştürülür. İnsanı hayvandan ayıran en temel yanı öğrenmesi, öğrenebilmesidir. Hayvanla ortak yanı ise hayvani boyutunun eğitilmesidir. Çünkü insanın iki boyutu vardır: Birincisi; insani boyutu: bu boyut, öğrenerek, tecrübe ederek kemale doğru evrilir. İnsan üzerine konuşmaya başladığımızda aslında onun bu yönü üzerinde konuşuruz. Olumlu bütün nitelemelerimiz bu boyutla ilgilidir. Tabi “olumlu” ifadesi biraz da “olumlu”dan ne anladığımızla yakından ilgilidir. İnsanın yeryüzünü inşa ve ihya etmesi, merhameti ve adaleti kaim kılması bu boyutunun bir tecellisi olarak ortaya çıkar. İnsan tüm bunları öğrenerek, örnek alarak, örnek olarak gerçekleştirir.

İkinci boyutu ise her canlı ve hayvanda ortak olan, canlı olma boyutudur. Bu boyut tüm hayvanlarda olduğu gibi biraz vahşidir. İşte insan öğrenerek bu boyutunu insani boyutun iradesi altına alır ve bu boyuta ait enerji ve imkanları insani yönü için kullanarak insan olmaya başlar. Bu ilişki koptuğunda, yani insanın hayvani boyutu, insani boyutunun iradesinin dışına çıktığında, hayvani boyut egemen olur ve insan sıradan varlıklar/ canlılar derekesine iner. İnsanın eğitimi de böyle bir aşamadan sonra devreye girer. Çünkü insanın eğitilebilmesi için öğrenebilme kapasitesinin örtülmesi veya ötelenmesi gerekir. İkisi birlikte olmaz, çatışma hali ilanihaye devam etmez. Bu hal onun vahşi yönünü baskın hale getirip o yönü daha belirgin kılar.

Böyle bir noktadan sonra merhametsiz ve zalim olabilen, kirleten, tahrip ve tahrif eden, israf eden, ifsat eden hayvandan daha tehlikeli olabilen bir varlıktan söz etmiş oluruz. İnsan hayvandan farklı olarak kendisini sadece tehlikede gördüğünde değil daha çok güvende gördüğünde saldırganlaşır. Aslında hayvan tehlikeli bir varlık değildir. Sadece kendisini tehlikede gördüğü anda saldırganlaşır. Ama aklını vahşiliği yönünde kullanan insan hem kendi hemcinsi hem de tüm diğer canlılar için bir tehtide ve düşmana dönüşür. Çünkü o planlayarak, tasarlayarak, aletler üreterek çevresini helak eder veya kendisinin esiri haline getirir. Hayvan, tehdit geçtiğinde saldırganlığından da vazgeçer, karnı doyduğunda avının peşini bırakır; “depolayayım da bir ay yiyeyim” demez. Çünkü fıtratında biriktirme, yığma yoktur; içgüdüleri doğuştandır, sonradan öğrenilmez.

İnsan ise doğuştan birçok yeteneğe ve duyguya sahip olsa bile pek çok şeyi ve pek çok davranışı yaşayarak, tecrübe ederek öğrenir. Onun en temel özelliği veya doğuştan getirdiği en temel yeteneği; ister hislerinin ister akletmesinin tezahürü olsun öğrenebilmesidir. O, her durumda öğrenir; şehirde de köyde de doğup yaşasa, yalnız da olsa, bir topluluk içinde de bulunsa, bir öğretmenin rehberliğinden geçse de geçmese de… Çünkü, öncelikli olarak onun öğretmeni ve rehberi kendi doğasıdır, doğuşundan getirdiği kabiliyetleridir. Sonrasında ailesi, yakın ve uzak çevresi daha sonrasında okul ve öğretmen gelir. Hatta okul ve öğretmen, onun için, onun doğaçlama olarak veya doğal etkilenişim yolu ile, kendi doğal ölçme- seçme yeteneğini kullanarak, doğal şartlarda öğrendiğini örtmek, değiştirmek ve doğasının hilafına şartlandırma işlevi görür. Okul ve öğretmen onun için öğrenme değil bir şartlandırma aracıdır. Her şartlandırma, doğasında bu şartlandırmaya karşılık gelen bir yeteneğini, kabiliyetini yok edip öldürür. Bir kişi ne kadar eğitimli ise kendi doğasından, özünden o kadar uzaklaşmış, kendi özüne o kadar yabancılaşmış demektir. Çünkü modern eğitim sistemlerinde öğretmenin ve okulun rolü rehberlik değil, en hafif şekli ile onu tanımlanmış olana doğru yönlendirmedir. Elbette her tanımlama, ona doğasının hilafına bir kural dayatma, onu kendi öz cevherine / doğasına yabancılaştırma ve kendisinden uzaklaştırmadır.

Öğrenebilme kabiliyeti, insanın en temel özelliği olduğu için, kendi hemcinsleri ile ilişkilerinin merkezi noktasını da öğrenebilmesi oluşturur. Her öğrenme bir örneklik ortaya çıkarır. İnsan öğrendiği ile çevresindekiler için ayna olma işlevi kazanır. Çevresi onda, kendi eksiğini görür. Çünkü her öğrenme çabası, örnekliği, deneyimi ancak yaşanıldığında, öğrenmeye dönüşür. Dolayısıyla her öğrenme bir yaşanmışlığı, denenmişliği, tecrübeyi ifade eder. Evet, örnek olmak, öğrenmenin bir devamı ve gereğidir; öğrenildiğinde yansıması hemen çevrede fark edilir. Öğrenenler örnek olur ve ancak öğrenenler örnek alır. Öğrenme örnekliği, eğitim taklidi doğurur. Öğrenme sorumluluk yükler, eğitim sorumluluktan uzaklaştırıp sorumluluğu başkasına yıkmayı öğretir/ alışkanlık haline getirir. İnsan öğrendikçe empati kurmaya, eğitildikçe sahip olmaya doğru yönelir, yani insan eğitildikçe paylaşma duygusundan uzaklaşarak sorumsuzlaşma, dolayısıyla vahşileşme eğilimine girer ve son dört yüz yılda olduğu gibi tarihinin en vahşileşmiş dönemini yaşar.

İnsanın çatışma içerisindeki bu ikili yapısı, birçok etkenin katkısı ile bazen insani boyutun, bazen hayvani boyutun egemenliği altına girer. Dışarıdan herhangi bir baskı ve yönlendirme olmasa bile hem kâinatta hem de insanın doğasında onu bu iki boyuttan birine yönlendirecek veya galebe çaldıracak donanımlar ve araçlar mevcuttur. İnsan hayvandan farklı olarak irade sahibi olduğu için seçebilme kabiliyetine haizdir. Kendi içindeki ve dışındaki doğal etkenlerin de katkısı ile her an ve her durumda bir seçim ile karşı karşıya kaldığı için iradesi bir şekilde o veya bu yönde tecelli eder. Yaptığı her iş, onun ya insani boyutunu ya da hayvani boyutunu besler. O yönü belirginleşmeye başlar.

Kendi çevresi veya içinde yaşadığı ortam, kendisini keşfedip geliştirebileceği bir öğrenme ortamı olduğunda veya öğrenmeye imkân veren yahut en azından öğrenebilme yollarının kapalı ve yasaklı olmadığı bir ortam ise insan olmaya doğru evirilmesi daha kolay olur. Ortamın bir bütün olarak sıradanlaştığı ve tek boyutlu insan üreten mekanizmaların egemen olduğu durumlarda, olanı kabullenmekte zorlanan, soru soran ve arayışta olan insanın işi daha zordur. Etki-tepki neticesinde kendi iç hesaplaşması ile bir yol bulmaya, insan olmaya çalışır. Ama bu tek boyutluluk ve tek boyutluluğun ortaya çıkardığı travma, her zaman tek başına aşılabilecek bir durum değildir. Bu tür bireysel krizler, toplumsal krize dönüşmediği için, veya olan, toplum tarafından bir kriz olarak algılanmadığı için toplumsal bir duyarlılık veya refleks oluşmaz, toplumsal refleks oluşmadığı için de toplumun genelinin kabul edeceği uygulanabilir bir örneklik ve model ortaya çıkmaz.

İnsanlığın genelinin benzer bir eğilime girdiği, sadece belli birkaç devlet veya birkaç topluluk içinde değil yeryüzünün genelinde tek boyutlu insanın inşa edildiği küresel bir eğitim sisteminin egemen olduğu dönemlerde -ki bugün böyle küresel bir yanılsama ile karşı karşıyayız- tek tek insanların yapabilecekleri çok fazla bir şey yoktur. Bu yaşanmışlık, insanoğlunun genelinde insanın tek boyutlu bir arlık olduğu (o boyutun da canlı olma yani hayvani yanı olduğu) izlenimini doğurur ve bu yöndeki kanaati pekiştirir. Bu durum bir kısır döngüye dönüşerek, aynı algının bir devamı olarak tek boyutluluk, tek boyutluluğu doğurmaya devam eder. Ancak bu tek boyutluluğu kabul etmeyenler, edemeyenler kendi varlıklarını devam ettirebilmeleri için, genetik ve hukuki olarak kendilerini ait hissettikleri toplum içinde yaşama zorunlulukları nedeniyle, genellikle kendi öznelliklerini feda etmek durumunda kalırlar. Bir ölçüde egemen algıya boyun eğerler. Ancak içsel çatışma devam eder. Bu çatışmayı nesilden nesile taşıyabilenler, toplumlarının bu çatışmalar ekseninde ciddi bir kriz ve felaket yaşadıklarında ancak bu çatışmaların faydasını görürler. Ancak o zaman, bu yönde toplumsal bir refleks ortaya çıkar ve o çatışma sürecinde ortaya çıkan fikirler ve yaşananlar değer bulmaya kabul görmeye başlar.

İnsanı tek boyutlu hayvani bir varlık olarak tasavvur eden zihin, otorite, hemcinsini terbiye ederek, kendi aracı ve aleti haline getirmek ister. Aklınca o çok yararlı bir iş yapmaktadır. Vahşi bir varlığı evcilleştirerek önce onu zararsız hale getirmekte, sonrasında onu yeni bakış açıları, yeni ölçütler, davranış kalıpları için ikna etmekte, devamı olarak onu istenilen davranışlar sergileyen bir varlığa dönüştürmektedir. En temel hedef de tabi onun enerjisini bu yeni haliyle üretime katmak, onu üretimin bir aracı haline getirmektir. Çünkü o, kendisinin de böyle bir süreç sonrasında “insan” olduğunu, olgunlaştığını varsaymaktadır.

Evet yapılan bu şartlandırma işine (farklı dillerde farklı isimlendirmeler olsa da) çok uzun yıllardan beri “eğitim” diyoruz. Amacı, hedefi, kurgusu, planı, müfredatı, öğrencisi, öğretmeni, okulu/mekânı, vaatleri ve diploması/çıktıları ile bir bütün olarak bir şartlandırma sisteminden söz ediyoruz. Ancak sistem sadece bu unsurlardan ibaret değildir; aileden sokağa, yazılı ve görsel medyadan sinema, tiyatro, spor dahil her tür iletişim ve eğlence araçlarına kadar pek çok yan unsur eğitim sisteminin bir parçası durumundadır. Okuldan sonra sistemin en temel ayağı, dayanağı ailedir. Anne ve babalar, sistemin parçası ve müdafii olma durumunda öğretmenden daha fazla bir role, işleve hatta iştaha sahiptirler. Öğrenci üzerindeki etkisi de daha belirleyicidir. Dolayısıyla bu sistemin tezgahından geçen ve kendisini, bu sistemin kendine verdiği paye ile sıfatlandıran/isimlendiren birisini artık seçme ve irade özgürlüğüne sahip, sorumluluk sahibi bir varlık olarak adlandıramayız. O artık asli boyutu örtülmüş, ötelenmiş tek boyutlu sıradan bir canlı varlıktır. En iyimser adlandırma ile o eksik bir insandır. Çünkü o, tüm iradesini, birikimini ve enerjisini şartlandırılma biçimine ve şartlandıran otoritenin/ mekanizmanın iradesine, istemine uygun olarak kullanır. İnsan bu süreçte artık başka bir türe, başka bir yapıya evirilmiş durumdadır.

Çünkü bütün esas ve dayanakları ile sistem bir süreç içerisinde onu yönlendirmiş, şartlandırmış ve istenilir kalıplar içerisine sokmuştur. Sistemin ana unsuru ve temel hammaddesi olan “öğrenci” olan biteni kavramaktan acizdir, ne ile karşı karşıya olduğunu, kendisini neyin beklediğini bilmemektedir. Devletin, ailenin, çevrenin yönlendirmesi/ ilk şartlandırması ile okul değirmeninde öğütülüp un olmak için okulun kurallarına kendini teslim etmekte ve değirmenden, değirmencinin iradesine uygun bir kimliğe, formata dönüşerek hayat okuluna/ değirmenine akmaktadır. Hayatta onu kaldığı yerden eğitmeye/ öğütmeye devam edecek, böylece bu yolculuk, bu öğütülme hali, hayatın yönlendirme şartlandırmalarına uygun olarak mezara kadar sürecektir.

Şunu ifade etmemiz gerekir ki, insan, insan kalarak eğitilemez. İnsanın istenilen kalıplara sokulması bir süreç işidir, ancak sürecin en can alıcı, en önemli noktası çocuğun zihnen eğitime hazırlandığı okul öncesi dönemdir. Burası ev olur, kreş olur, sokak olur, ama hepsi çocuğu eğitilmesi gerektiği noktasında şartlandırırlar. Belki de en önemli kırılma noktası burasıdır. Çocuk burada kendisini çevrenin yönlendirmesi ile tek boyutlu olmaya, istenilen kalıba girmeye hazır hale getirir. Zaten bundan sonrası çorap söküğü gibi gelir; bir süreç içinde, aile, devlet ve çevre işbirliği ile çocuk istenilen kalıplara sokulur. Burada sistemlerin, mükemmel, iyi veya kötü olması itibari bir şeydir. Bazı modellerde bu dönüşüm süreçleri daha naif ve gönüllülük esası üzerinden, bazılarında ise zoraki olarak gerçekleştirilir; sonuçta yapılan şey aynıdır.

Böyle bir durumda eğitim sisteminin okul merkezli, öğrenci merkezli veya öğretmen merkezli olmasının, hatta müfredatın içeriğinin, ders sayısının, ders saatlerinin çok fazla bir önemi yoktur. Önemli olan eğitimin çıktısıdır. Eğitimde çıktı olarak görülen şey nedir? Modeller arasında herhangi bir fark var mıdır? Çıktı; öğrencinin bir değişim dönüşümden geçirilmiş olmasıdır. Değişimin mahiyeti, ne olduğu, nasıl olduğu, ne kadar olduğu, hangi yöntemler kullanılarak yapıldığı, öğrenci- veli memnuniyeti, öğrencinin beceri kapasitesinin ne kadarının kullanabildiği veya harekete geçirilebildiği gibi konularda farklı yöntemler, farklı standartlar, farklı kurallar konmuş olması, hatta çıktıdaki bazı farklılıkların bulunması gerçekliği işin özünü değiştirmez. Sonuçta çocuk farklı bir figür olarak farklı bir konuma evirilmiş olmaktadır ve gelinen nokta hemen hemen aynıdır. “Öğrenci” bir müddet sonra bu değişim ve dönüşümün kendi iradesi ile olduğunu varsayarak olandan memnun olmanın çok ötesinde gerçekleşeni, gerçekleşme araçlarını ve biçimlerini kutsayabilir. Zaten eğitim sistemindeki aşılması ve çözülmesi en zor olan kısım bu kutsama kısmıdır. Ayrıca üzerinde durulması gerekir.

Ancak her işte olduğu gibi tüm farklı modelleriyle eğitim sisteminin de “fireleri”, “defoları”, “hataları” olmuştur, olmaktadır. Bu “defolu ürünler”, sistemin uygulamasındaki “zaaflar” ve sistemi uygulayanların kabiliyetleri ile orantılı olarak artıp azalabilir. Dolayısıyla hem defonun mahiyetinde hem de defolu sayısında farklılıklar olabilir. Ama bu defonun mahiyetindeki farklılık veya defolu sayısı sistem açısından bir zaaf sayılmamalıdır. Sonuçta bunlar da defolu da olsa bir üründür. İstenilen “kalitede” “kalibrede” olmasa da yeni bir üründür ve bir değişim ve dönüşümü ifade eder. O hem nitelik hem de nicelik olarak istenilenin çok uzağında bir ürün olsa da, aynı zamanda var olanın da, doğal olanın da çok uzağındadır. Her şeyden önce o, konumu, durumu ne olursa olsun bir ürüne dönüşmüş olması nedeniyle irade ve sorumluluk sahibi bir canlı varlık olmaktan, yani iki boyutluluktan çok uzaktır. Defonun ve defolunun çok olması, sistemin kurucuları ve yürütücüleri açısından bir kayıp ve ciddi bir sorun olarak görülebilir ancak insanın öğrenme kabiliyeti dumura uğratıldığı için bu süreçte asıl kaybolmuş olan insanın kendisidir.

İnsanın kendisine nasıl dönülecektir, insanın öğrenmesinin, insan olmasının önündeki engeller nasıl aşılacaktır veya bu süreçte bu çabada defolu örnekler bir imkân olabilecek midir? sonraki yazılarda tartışalım. İnşallah…

Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.