islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3234
EURO
35,0716
ALTIN
2.282,24
BIST
9.009,56
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
20°C
İstanbul
20°C
Açık
Cuma Az Bulutlu
23°C
Cumartesi Az Bulutlu
21°C
Pazar Az Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
23°C

“KİNG OF THE MOUNTAİN” KİTABININ BİR TAHLİLİ: ATATÜRK DEMOKRAT VE AGNOSTİK MİYDİ? (1)

“KİNG OF THE MOUNTAİN” KİTABININ BİR TAHLİLİ: ATATÜRK DEMOKRAT VE AGNOSTİK MİYDİ? (1)
30 Kasım 2018 18:12
A+
A-

Bu yazı dizimizde 18 yıllık bir araştırma neticesinde ortaya çıkan “King of The Mountain: The Nature of Political Leadership”(Dağın Kralı: Siyasi Liderliğin Tabiatı) kitabının yazarı Arnold M. Ludwig’in Atatürk’ün şahsî dünyasına yönelik görüş ve tespitlerini, bizzat kitabından alıntılar yaparak, ele alacağız.

Kitapta 20. yüzyılda yaşamış 199 ülkenin 1.941 siyasî liderin ahlâkı, sapkın tutum ve davranışı, kıyaslanarak serbestçe ele alınıp psikiyatrist gözüyle özgürce değerlendirilmiştir. Siyasî liderler içinde 5816 sayılı kanunla sadece Atatürk’ün manevî şahsiyeti korunduğu için, alıntılarda Atatürk’ü direkt olarak aşağılayan ifadelere veya şahsî varsayıma dayalı şüpheli kanaatlere yer vermeyeceğiz.

Bununla birlikte Ludwig’in Atatürk hakkındaki bazı görüşlerini yeri geldiğinde belgelerle ya (kısmen de olsa) doğrulayacağız, ya da gerektiğinde tashih edeceğiz. Bir insan olarak Atatürk’ün dünya/din görüşü ve karakteristik özellikleri ile ilgili ortaya çıkan bilimsel bulgular, sadece Atatürk’ü değil yaşadığı dönemi de aydınlatır. Atatürk ve dönemine ait kesin ve doğru bilgiler, kültürel/tarihî bilince dönüştürüldüğünde bugünümüzü ve yarınımızı daha kolay anlayabiliriz.

Neden Ludwig’in kitabını tahlil etme ihtiyacı duyduğuma dair bir iki açıklamada bulunmalıyım. Didem Arslan Yılmaz‘ın 29 Ekim 2018 tarihinde yönettiği “Türkiye’nin Nabzı” TV programının konuğu olan İlker Başbuğ, bu kitap ve yazarı hakkında sitayişte bulunmuştu. Atatürk’ün demokratlığına yönelik soruya Başbuğ, şu şekilde cevap vermişti:

“Dönemin ne olduğunu ben söylersem, bunu Başbuğ dedi derler, ama bakın ben bunu bilimsel olarak ifade ediyorum. Bir Amerikalı sosyolojik profesör (aslında psikiyatrist) bilimsel olarak 20. yüzyılın bütün liderlerini analiz ediyor ve işin ilginç yönü bütün liderler arasında kriterler neticeleri (hangi kriterler olduğunu söylemiyor veya bilmiyor) açısından Atatürk birinci çıkacak. Yabancı gözüyle, yani bu kitabın yazarı LudwigAtatürk’ün dönemini nasıl isimlendiriyor? Demokrasiye Geçiş Dönemi.”

Atatürk’ün Demokrasi Anlayışı

Şimdi ise ilk önce Başbuğ’un Atatürk’ün iktidarda olduğu dönemi “Demokrasiye Geçiş Dönemi.” olarak ifade etmesinin asıl kaynağına bir bakalım. İlgili kitabın 46. sayfasında hakikaten bununla ilgili olarak aynen şu ifade yer almaktadır:

“Atatürk, militarist yönetimi boyunca Türkiye’de demokrasinin ve seküler devletin zeminini ortaya koyabilmiştir.”

Buna göre Ludwig, kitabında “Demokrasiye Geçiş Dönemi.” tabirini kullanmamış ama bu anlama gelebilecek bir tespitte bulunmuştur. Ancak LudwigAtatürk’ün Cumhurreisi olduğu dönemde ülkenin, demokratik olmaktan çok militarist (askeri) bir yönetim anlayışı ile idare edilmiş oluğunu da vurgulamıştır. Ne var ki bu geçici dönem, ileride demokratik ve laik devletin oluşumuna da zemin hazırlamıştır.

Atatürk’ün hayalinde/zihninde belki de gerçekten demokratik bir devlet tesis etmek vardı. Nitekim Hasan Rıza SoyakAtatürk’ün “Biz öyle bir idare, öyle bir rejim istiyoruz ki, bu ülkede Padişahlığa yandaş olanlar bile bir parti kurabilsin.” dediğini iddia etmektedir.[1]

Atatürk’ün gerçek niyetini ifşa eden bu açıklamalar eğer doğru ise, T.C. Devleti’nin parlamenter sistemi ile demokrasisi ile ilgili gelişmişlik seviyesi, Atatürk’ün arzu ettiği kıvama henüz ulaşmış değildir. Çünkü Siyasi Partiler Kanununa göre (m. 4), bırakınız Saltanatı/Hilafeti savunmak, Atatürkçülüğü reddedip başka bir dünya görüşü savunan bir partinin kurulması dahî halen yasaktır.

Atatürk’ün Dinî/Felsefî İnancı Agnostik Miydi?

Konumuz Ludwig’in kitabında yer alan siyasî liderler olduğuna göre, bu bağlamda Atatürk’ün felsefî/dinî inancı ile ilgili kısma geçelim. Ludwig, kitabının 332. sayfasında Atatürk’ün manevî dünyasına yönelik olarak şu kanaatlerini dillendirmektedir:

“Birçok lider, inançsız olduğu halde, en basitinden pratik siyasî sebepler uğruna, ikiyüzlülük göstererek, kiliseye gitti, tapınaklarda ibadet etti veya (dinî) türbeleri ziyaret etti – bunu bir ateist olan İndira Gandhi yaptı ve bir agnostik olan Kemal Atatürk yaptı – hâlbuki birçok lider, kendi ülkelerinde siyaseten uygun olduğu halde bunu yapmadı.”

Ludwig; malum kitabında Atatürk’ün dinî/felsefî dünya görüşünün Agnostizm’e dayandığını iddia ediyor. Bu tespitinin şimdiden ne kadar doğru olduğunu değerlendirmek yerine Agnostisizm’den ne anlaşıldığını açıklamak, belki de daha doğru olur. Agnostisizm, Allah’ın ve kâinatın nereden türediğinin bilinmediğini ve bilinemeyeceğini ileri süren felsefî/dinî bir öğretidir. TDK, Agnostisizm’e kısaca “Bilinemezcilik; Bilinemezlik” olarak tercüme etmektedir.

Yunan’ca “agonustos” (bilinmez) kelimesinden türemiş olan Agnostisizm, metafizik (gaybî) hakikatlerin insan zihni/aklı tarafından bilinemeyeceğini öne süren şüpheci bir doktrindir. Bilginin, duyuma ait algıdan ileriye gitmesinin imkânsız olduğu; aklın, hadiselerin ve görüşlerin ötesinde nüfuz edemeyeceği anlayışını temellendirmek üzere Agnostisizm kavramı/teorisi, İngiliz biyolog Thomas Huxley (1825–1895) tarafından ilk kez 1869 yılında ortaya atılmıştır.

Buna göre her çeşit metafizik ve ontolojiye (yaratılışa) ait olay ve olguları bilmek mümkün değildir. Dolayısıyla bu gibi meselelere kafa yormanın bir anlamı yoktur, çünkü ne kadar düşünürsek düşünelim yine bir netice almak gayri kabildir. Dolayısıyla agnostik bir düşünceye sahip olan insanlar, genelde Allah’ın ve diğer metafizik varlıkların ispatını yapmak, bilimsel olarak mümkün olmadığını savunur.

Bununla birlikte bazı agnostik düşünürler, tıpkı deistler gibi, metafizik varlıkların ve hadiselerin (Tanrı, büyü, cin, keramet, istidraç vb.) varlığına tereddütsüz olarak inanmakla/kabul etmekle beraber, bunların aklen ispatlanmasının mümkün olmadığı yönünde tezler savunur. İspatlanması mümkün olmayan veya pozitivist bilimsel bulgu ve(ya) verilere göre henüz ispatlanamayan fakat tereddütsüz olarak varlığı kabul edilen metafizik nesne, hadise veya hakikatlere aksiyom (müteârefe) denilmektedir.

İslâm ve Agnostisizm

İslâm’a göre, hakikat olduğu apaçık belli olan veya kabul edilen mütârefelerin/gaybî konuların (ilmî yönden de ispatı mümkün olduğu halde) ispata ihtiyacı yoktur. Çünkü gayb, bir iman konusudur ve Kuran-ı Kerim, müminleri tarif ederken, onların gaybe iman ettiklerini şu şekilde açıklamaktadır:

“Onlar (öyle takva sahipleridir) ki, gaybe (gaybte Allah’a) imâa eder, namazlarını kılar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infak eder.” (Bakara: 3).

Müminler, mutlak anlamda akıl ve duyularla değil ancak vahiyle, yani Allah’ın en son kitabı olan Kuran ile bilinmesi mümkün olan manevî hakikatlerin varlığına olduğu gibi inanır. Manevî hakikatlerin varlığı veya yokluğu konusunda bilimsel bir tespitin veya ispatın yapılamayacağı tartışmalarından/iddialarından bağımsız olarak müminler/şuurlu Müslümanlar, tevhidî istikamet üzere gaybe inandıkları için, agnostik olmaları mümkün değildir. Kaldı ki İslâm âlimleri/Kelamcılar, kâinatın ve dolayısıyla gaybî varlıkların Allah tarafından yani ilahî bir irade ile yaratılmış olduğunun aklî delillerini “eserden müessire”(sanattan sanatkâra) ve “müessirden esere”(sanatkârdan sanata) gibi yöntemler ile ispat etmiştir.

Buna göre küllî manada bütün bilinen (bildiğimiz) ve “bilinmeyen” (henüz bilmediğimiz) varlıklar, aslında sonsuz kudret, hikmet ve ilim sahibi olan Allah’ın akıllı/bilinçli tasarımın somut/soyut bir eseridir. Görünen ve görünmeyen bu eserler, işlevsel yönleriyle belirli bir gayeye yönelik olması hasebiyle bir hikmet çerçevesinde eşref-i mahlûk olan insan için ancak yaratılmış olabilir. Kendi kendine yani tesadüfen ortaya çıkmamış olan ve birbiriyle anlamlı bir ahenk içinde olan bu harika eserler, olsa olsa maddî olmayan ve her daim her şeye hâkim olan gaybî/manevî bir varlık (Allah) tarafından yaratılmıştır.

Akl-ı selimce düşünen her insan, Allah’ın lütfu/iradesi ile bu sonuca varabilir. Bu yönüyle Allah, kalben akledenler için, “Vacibu’l-Vücud” yani tevhit inancına göre “varlığı aklen mecburî ve kaçınılmaz olan yegâne Yaratıcıdır.” Fıtrî farkındalık bilincine erenler, sadece Allah’a iman etmez aynı zamanda O’nun (c.c.) hiçbir benzeri olmadığına, her şeyi hakkıyla işiten ve bilen olduğuna da inanır (Şura: 11).

Velhâsıl-ı Kelâm

Agnostik düşünen bir insan, Allah’ın varlığını ispatlama zahmetine girmediği ve dolayısıyla bilinçli bir tercih olarak Allah’a iman etmek noktasından uzak kaldığı için, hayatını vahiy ekseninde şekillendirme ihtiyacı da duymaz. Peki, Ludwig’in Atatürk’ün agnostik olduğuna dair bulgular nedir? Bunları kitapta göremiyoruz. Ancak Ludwig’in teşhisinin doğru olduğunu, Atatürk’ün1 Kasım 1937 yılında TBMM’de yaptığı açılış konuşmasının son cümlelerinde kolayca görebiliriz:

Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.[2]

Ezcümle; Ludwig’in kitabında Atatürk’ün yaşadığı müddetçe demokrat olduğuna dair herhangi bir somut bilgi bulunmamaktadır. Ne var ki kitapta kendisinin agnostik olduğu açıkça belirtilmektedir. Herhalde bugün birçok tarihçi/siyasetçi Atatürk’ün demokrat olduğunu yüzde yüz olarak teyit edemez. Buna mukabil kendisinin özellikle Cumhurreisi olduktan sonra agnostik ve hatta bunun ötesinde pozitivist/ateist olduğuna dair görüş beyân eden birçok yerli/yabancı tarihçi/ilahiyatçı bulunmaktadır.

Bu yazımızda Atatürk’ün sadece iki hasletiyle iktifa ettik. Malum kitapta Atatürk ve birlikte olduğu insanlar hakkında daha birçok bilgi verilmektedir. Bu bilgileri gelecek yazımda inşallah sizlerle paylaşacağım.

[1] Hasan Rıza Soyak; Atatürk’ten Hatıralar; YKY; İstanbul; 2004; ss. 61-62.

[2] TBMM’nin V. Dönem, 3. Yasama Yılı; Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 20, Sa. 3; 1 Kasım 1937

 

Prof. Dr. Ali SEYYAR

Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi

Yorumlar
  1. Gönül Taskiran dedi ki:

    Okudum, bütünü icinde çok beğendim. Desem ki; Agnostik ( sizin anlatimizla…..Yunan’ca “agonustos” (bilinmez) kelimesinden türemiş olan Agnostisizm, metafizik (gaybî) hakikatlerin insan zihni/aklı tarafından bilinemeyeceğini öne süren şüpheci bir doktrindir. Bilginin, duyuma ait algıdan ileriye gitmesinin imkânsız olduğu; aklın, hadiselerin ve görüşlerin ötesinde nüfuz edemeyeceği anlayışını temellendirmek üzere Agnostisizm kavramı/teorisi, İngiliz biyolog Thomas Huxley (1825–1895) tarafından ilk kez 1869 yılında ortaya atılmıştır.) Agnostisizm kavramı yerine “Hüve Hüve” kavramını düşünün_______
    HÜVE HÜVE
    هو هو
    Varlık anlamında kullanılan bir felsefe terimi.

    Müellif:
    ALİ DURUSOY
    Arapça’da “O odur, o kendisidir” anlamına gelen bu ibareyi ilk İslâm filozofu Kindî, bir cinse dahil olan türlerin kapsamındaki her şahıs için kullanmıştır. Bundan dolayı her bir şahıs veya fert kendisiyle özdeştir; başkası değildir. Şu halde hüve hüve mutlak bir kavram olarak ele alındığında onun karşıtı gayr (başkası) terimidir. Bu durumda bir şeyin hüve hüve (kendi kendisi) olması başkası olmaması demektir. Ebû Rîde, Kindî’nin bu kavramı “kendi başına var olan şey” anlamındaki hüviyetle aynı anlamda kullanmış olabileceğini belirtir (Resâʾil, s. 129, dipnot 4). Nitekim Kindî de Ebû Rîde’nin görüşünü doğrulayacak biçimde hareket çeşitlerinden olan dönüşümü (istihâle) açıklarken, “Bir şey, hüve hüve olarak kalırken niteliklerinin değişmesidir” demektedir. Bu da her şahsın bir cevher olduğu gerçeğini dile getirmektedir. Çünkü felsefî bir kavram olarak cevherin temel özelliği, değişen arazları taşımakla birlikte kendisinin değişmeden kalmasıdır. Nitekim Arapça felsefî metinlerde Tanrı (bâri’) “hüve hüve” olarak nitelenmekte ve böylece onun tarifinin yapılamayacağı ifade edilmektedir. Aynı şekilde Fârâbî de hüve hüvenin “birlik ve varlık” (vahdet ve vücûd) anlamına geldiğini ve, “Zeydün hüve kâtibün” ile “Zeydün mevcûdün kâtibün” önermelerinin aynı gerçekliği belirttiğini söyler.

    Hüve hüve ifadesinin en açık biçimde İbn Sînâ metafiziğinde “varlık” anlamında kullanıldığı görülür. Bu sebeple kâmil mânada hüve hüve yalnızca Tanrı için kullanılır. Çünkü İbn Sînâ’ya göre Tanrı’dan başka her şeyin hüve hüve oluşu kendisinden (li-zâtihî) değil başkasındandır (li-gayrihî). Tanrı’nın li-zâtihî hüve hüve olması O’nun varlığı ile mahiyetinin bir ve aynı olması demektir. Şu halde varlığı kendinden olan, yâni li-zâtihî hüve hüve olan şey vâcibü’l-vücûddur. Li-zâtihî hüve hüve olanın varlığı ve mahiyeti aynı olduğu için mantıkî bir tanımı yapılamaz. Akıl, böyle bir varlık hakkında “O vardır” anlamında “O O’dur” (hüve hüve) yahut “O kendi kendisidir” diyebilir. Bu durumda varlığını başkasından alan yani sebebi olan her varlık li-zâtihî hüve hüve olan Tanrı dikkate alınmaksızın hüve hüve olamaz. Diğer bir ifadeyle Tanrı’dan başkasına ancak mecazi olarak hüve hüve denilebilir. Fakat başkası dikkate alınsın veya alınmasın varlığı kendinden olan bir şey gerçek anlamda hüve hüvedir. İbn Sînâ da hüve hüveyi Fârâbî’de olduğu gibi varlık anlamında kullanmaktadır. Ancak İbn Sînâ, varlığı vâcip ve mümkin olarak ikiye ayırdığı gibi hüve hüveyi de “li-zâtihî hüve hüve” ve “li-gayrihî hüve hüve” olmak üzere ikiye ayırmakta ve birincisini Tanrı, ikincisini Tanrı’nın dışındaki varlıklar için kullanmaktadır. Tevrat’ta Tanrı için kullanılan Yahve kavramının da “ey O” anlamına geldiği ve Kur’an’da Tanrı için kullanılan “hüve” (O) zamirine benzediği söylenmektedir. İbn Sînâ’ya göre hüve hüve, mantık bakımından bir şeyin en derin temelinde (künhünde) aklın idrakine konu olan kısmıdır. Şeyi hüve hüve olarak idrak etmek, onu bütün arazlarından arındırılmış biçimde en temelinde idrak etmektir. Bu seviyedeki bir idrakte bir bakıma akıl onunla birleşir (ittihad) ve bu idrakin sonunda büyük bir haz duyar. İbn Sînâ’ya göre Tanrı’nın dışındaki şeyler çeşitli açılardan birbirinin aynı (hüve hüve) olur. Bu sebeple nitelik bakımından birbirine benzeyenlere “şebîh”, nicelik yönünden benzeyenlere “müsâvî”, izâfet açısından benzeyenlere “münâsib”, cins itibariyle birbirinin aynı olanlara “mücânis”, tür bakımından birbirinin aynı olanlara “mümâsil”, duyuların idrak ettiği özelliklerinde birbirine benzeyenlere “müşâkil” denir.
    _______
    “Sizi sevenler, yaptığınız hatalara ya da kendinizle ilgili tuttuğunuz karanlık imgelere aldanmaz. Çirkin hissettiğinde güzelliğini, kırıldığında bütünlüğünü, suçlu hissettiğinde masumiyetini, kafan karışık olduğunda amacını hatırlarlar. ”
    Alan Cohen
    en çabuk, en kolay böyle anlatabiliyorum. Dünün kahramanı, bugünün efendisine selam olsun.
    Sevgiler.