islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,4925
EURO
34,8579
ALTIN
2.482,61
BIST
9.530,47
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
16°C
İstanbul
16°C
Az Bulutlu
Cuma Hafif Yağmurlu
16°C
Cumartesi Az Bulutlu
19°C
Pazar Az Bulutlu
20°C
Pazartesi Az Bulutlu
18°C

İNSANIN KELİMELERLE İMTİHANI

İNSANIN KELİMELERLE İMTİHANI
28 Temmuz 2021 10:52
A+
A-

Fatih Orum

Yüce Allah ilk insan Âdem’i yaratma kararı aldığında melekler bu konudaki çekincelerini dile getirmişler, yeryüzünde düzenin bozulacağını, kan döküleceğini söylemişlerdi. Rabbimizin meleklere cevap verme şekli etkileyiciydi: Âdem’e isimleri öğretmek…

İsimler içerikten yoksun olamayacağına göre Âdem’e eşyanın hakikati, neye yaradıkları, ifade biçimleri, ilişkileri öğretilmiş olmalıydı. Melekelerin ona saygı duymasını gerektiren vasıf da muhtemelen bu olmuştu. Bu vasfıyla insan gördüklerini, öğrendiklerini ve düşündüklerini ifade edecek, bunları kayda da geçirebilecekti. Çünkü Rabbi ona beyânı ve kaydı (kalemi) öğretmişti. Yani risaletle ilgili bildirimlerin kendisine kelimelerle iletilmesine hazır olarak yaratılmıştı insan.

Ona değer kazandıran bu özelliğin, onun felaketi de olabileceğini öğrenmesi çok uzun sürmedi Âdem’in. İblis onu kelimelerle büyüledi; sonsuzluk ve bitmez tükenmez saltanat vaat etti. Âdem, yaratıcısının ve ona kelimeleri öğretenin sözünü unutmuş, başka sözlerin büyüsüne kapılmış, büyük yanlış yapmıştı. Yine kelimelerle uyarılan Âdem sahip olduğu değeri hatırladı; Rabbine kelimelerle yalvardı, af diledi, bağışlandı.

Böyle başladı kelimelerle birlikteliği insanın. Önce söz mü vardı bilmiyoruz ama her ne zaman insan varsa söz de vardı, bu kesin. İnsan için, yaratıcıyla irtibatında kelimelerin önemi büyüktür. Yüce yaratıcı birçok âyette, gönderdiği vahye “kitap” olarak atıfta bulunmakta, vahiyler arası irtibata dikkat çekerken “kavl” kavramını kullanmakta, herhangi bir konuya dair açıklamaların “kur’ân” şeklinde oluşturulduğunu bildirmektedir. Tüm bunlar Allah’ın kitabını anlamak için kelimelere büyük bir hassasiyetle yaklaşmamız gerektiğini göstermektedir. Kur’ân bize Yahudilerin, kitabı tahrif ederken kelimelerle oynadıklarını haber vermektedir. Bu, anlamanın da karartmanın da kelimeler marifetiyle olduğunu göstermesi açısından dikkat çekicidir.

Kur’ân’da ilahi kitapların diline vurgular yapılması, anlama faaliyetinin öncelikle lafız merkezli olması gerektiğini gösterir. Bu, atalardan tevarüs eden müktesebatı koruma ve izah etme kaygısıyla yahut yanlış usul sebebiyle lafzı küçümseme temayüllerine rağmen böyledir. Kelimelerin kitapta kastedilen anlamlarının tespit edilememesi mesajın anlaşılamaması sonucunu doğurur ve metin dışı hiçbir bağlam, anlama lafız kadar etki etmez. İnsanın ağzından çıkan kelimelerin kâinattaki etkisine dair Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Rahman çocuk edindi, dediler. Gerçekten çok çirkin bir söz söylediler. Bundan dolayı neredeyse gökler parçalanacak, yer yarılacak ve dağlar çökecekti. Bunlar sırf, Rahman’ın çocuğu var, dedikleri için olacaktı. Rahman’ın çocuk edinmesi olacak şey değildir. Göklerde ve yerde her ne ve kim varsa hepsi kul olarak Rahman’nın huzuruna gelirler. Allah, onların hepsini teker teker sayıp hesabını çıkarmıştır. Hepsi (mezardan) kalkış günü tek başına O’na gelecektir. (Meryem 19/88 vd.)

Hissetmiyor olsak da kâinatın aynı tepkiyi günümüz insanının ağzından çıkan birtakım sözler için de verdiğine dair inancımız tamdır. Hepimiz, sadece Kur’ân’a dayandırılan bir din anlayışını “Kur’ân Müslümanlığı sapıklığı” olarak niteleyen ve bunu “büyük bir tehlike” olarak görenlerin hatta “Kur’ân’a uymanın kaosa sebebiyet vereceğini” dillendirenlerin kendilerini müslüman olarak gördüğü ve insanlığa istikamet çizmeye çalıştıkları bir dönemin şahitleriyiz.

Kur’ân Allah’ın tüm insanlara gönderdiği “Son Kitap”tır. Diğer ilahi kitaplar gibi Kur’ân da bir metindir; bu metnin bir dili vardır; o da Arapça’dır. Âyetler arası ilişkiler Yüce Allah tarafından bu dil üzerinden kurulmuştur. Kitabın anlaşılması, içerdiği hükümlere ulaşılması o dil üzerinden oluşturulan usûle (ilme) göre mümkün olmaktadır.

Yüce Allah, ilgilenenler için bu ilmin tüm ayrıntılarını Kur’ân’da bildirmiştir. Tüm bunlar kalplerinde kayma olan kişilerin Kitabı tahrif ederek sebep olabilecekleri yıkıma karşı kulları uyarmak içindir. İlahi kitapları tahrif ederken uygulamaya konan en sinsi ve tehlikeli yöntemin temeli, kitabın metnine yapılan ekleme ya da çıkarmalara değil; din hususunda dünyevi menfaatler doğrultusunda oluşturulan algılara ve Kitapta geçen kelimelerin anlamlarını bu algılarla örtüşecek şekilde değiştirmeye dayanır. Bunu yapanlar insanlara Allah’ın Kitabı’ndan okudukları izlenimini verdikleri için yapılan tahrifi anlamak çoğu zaman kolay olmaz. Böylece insanlar Allah’ın hükmü zannederek kötü niyetli insanların düzenine uyarlar. Dinledikleri ve uyguladıkları şeyler fıtratlarına uymasa da bir kısmı bunu din zannettiği için karşı çıkmaz, tahammül eder, hem bu dünyada hem de ahirette mutsuz olur. Bir kısmı da yaşadıkları toplumdan dışlanmamak için münafıklığı tercih eder; anlatılanlar içine yatmaz ama dindar görünür. Diğer toplumlarda olduğu gibi bizde de kendilerine ateist diyenlerin bir kısmı, kuvvetle muhtemel ki, münafıklık yapmayı kendine yakıştıramayanlardır. Kendilerine sunulan dini haklı olarak kabul etmeyen bu kişiler, Allah’ın dinini öğrenmeye de gayret etmedikleri için farkında olmadan kendi heva ve heveslerine uyup kendi dinlerinin dindarı olurlar. Bir yanlıştan kaçarken başka bir yanlışa düşerler.

Kötü niyetliler, Kitabın kelimeleriyle istedikleri gibi oynayabilmek için âyetler arası irtibatı koparırlar. Aksi takdirde kelimelere arzu ve kurgularına göre anlam verip din oluşturamazlar. Herhangi bir âyeti anlamak için o âyet ve konuyla ilgili diğer âyetlere bakmak yerine, kendi kurgularına uyan âyetlere bakarlar. Kitaptan, herhangi bir konudaki âyetin benzeşenine değil, kurgularının benzeşenine bakarlar. Bunlar insanların en tehlikelileridir. Çünkü başkalarını da yoldan çıkarırlar. Kitabı ve dilini iyi bildikleri için bunlara itibar eden, tâbi olan insanlar vardır. Bu gibiler, hiç kimsenin anlayamayacağı oyunlar kurabilmek için sıkı çalışırlar. Bu kişiler siyasiler tarafından da kollanırlar. Yalnızca Allah’ın dininin dindarları yani Allah’tan başkasına kul olmayanlar köleleştirilemeyeceği için siyasiler Allah’ın dininin değil kendi dinlerinin dindarlarını oluşturmak isterler. Bu amacı gerçekleştirebilmek için de kalbinde kayma olanlar her dönemin aranan adamı olurlar. Tarih bunun örnekleriyle doludur ve örnekler son güne dek artmaya devam edecektir.

Bazıları din adına geçmişi o kadar kutsamaktadır ki, bunlar, geçmişle kıyaslandığında kendi varlıklarını dillendirmenin en hafifiyle nezaketsizlik olduğunu düşünürler. Dahası gerçek ilmin ve de erdemin geçmiştekilerin söylediklerini anlamak olduğunu düşünüp dini ilimlerde çıtanın artık hiçbir beşerin aşamayacağı noktaya geçmişte çekildiği düşünürler. Atalarına tapan bu gibi kişiler, tarih boyunca nebî ve rasullere karşı direnmiş, Allah’ın ne dediğiyle ilgilenmek yerine atalarının hatıralarıyla vakit geçirip ömür tüketmişlerdir. Ölü seviciliğin bir türü olan bu hastalığa tutulanları, kutsadıkları kişiler mezarlarından kalkıp, yapılanların kabul edilemez olduğunu söyleseler ikna edemezler. İflah olmazların bu tavrı şu âyeti hatırlatıyor bizlere:

“Biz onlara melekleri indirsek, ölüler onlarla konuşsa ve her şeyi önlerine döksek, yine de inanıp güvenmezler…” (En’âm 6/111)

Bunlar, Kur’ân’ın tüketildiğine, onu aşan bir dini anlayış ve yaşayışın geçmişteki alimler eliyle gerçekleştirildiğine, dolayısıyla doğru dinin Kur’ân’dan değil asırlardır süregelen tarihi tecrübenin çıktılarıyla anlaşılacağına inandıkları için herhangi bir konuda “Kur’ân ne diyor?” sorusunu usulsüzlük kabul ederler. Aynı tavrın Yahudi din geleneğine de hakim olduğunu yani herhangi bir meselede tüm zamanları aşıp Tevrat’a gitmenin usulsüzlük kabul edildiğini hatırlatırsak akla gelecek ilk şey Allah’ın Son Nebî’sinin şu öngörüsü olurdu herhalde:

Ebû Sa’îd el-Hudrî’nin rivâyet ettiğine göre Allah’ın nebîsi şöyle dedi: “Öncekileri adım adım takip edeceksiniz. Öyle ki, keler deliğine girseler siz de gireceksiniz” Orada bulunanlar, “kasdettikleriniz Yahudi ve Hristiyanlar mı Allah’ın rasûlü” diye sorunca “ya kimler olacak!” dedi.

Bir de mütekebbirler vardır. Bunlar Allah’ı en iyi kendilerinin anladıklarını düşünürler. Allah’ın kitabını bir metin olarak kabul edip ondan hüküm çıkarmaya kalkmanın işin özünü kaçırmak olduğunu söylerler. Böyle söyleyenlere göre herhangi bir konuda “Allah şöyle buyurmuştur” demek, Allah’ın itibarını düşürmek olur. Bunlar, Allah’ın Kur’ân’dakileri söylemeye, öyle bir dil kullanmaya muhataplarının seviyesi sebebiyle mecbur kaldığını düşünürler. İddialarına göre Allah, bugünün insanına seslenseymiş aynı şeyleri söylemezmiş. Bundan dolayı bu kişiler, Allah’ın bugün bir kitap indirme iradesi olsaydı bize hitap edecek kitabın elimizdeki Kur’ân gibi olmayacağını düşünürler. Böyle düşünenlere göre Allah bugün bir nebî gönderseydi, ona “Ey Ehl-i Kur’ân! Elinizdeki Kur’ân’ı ayakta tutun” şeklinde bir vahiy de inmezdi. Böyle düşünenlere göre, Allah’ın söylemek zorunda kaldıklarına değil de muhataplarının yetersizliği sebebiyle söyleyemediği şeylere yoğunlaşmak gerekir. Bunlara göre Allah, “hırsızlık yapanın elini kesin” demek zorunda kalmış, çünkü o dönemdeki muhatapların anladığı dil ve üslup buymuş. Zaten Allah’ın asıl muradı, “ne ceza verirseniz verin ama hırsızlığı önleyin” şeklindeymiş. O, karılarını boşamak isteyenlere birtakım şartlar, uyarılar ve tavsiyelerde bulunmuş ama bununla uğraşmak istemezmiş aslında. Gel gör ki, muhatapları bu konuda karılarına zulmediyorlarmış ve Allah bunların anlayacağı dilden konuşmak zorunda kalmış. Bugünün insanına hitap eden bir kitap indirecek olsaymış o kitapta boşamayla ilgili böylesi ayrıntılı âyetler olmazmış çünkü insanlık artık diğer konularda olduğu gibi bu konuda da epey yol almış!

Yine bu kişilere göre, Kur’ân’daki miras taksiminde kadın-erkek arasındaki ikili-birli taksime de çok takılmamalıymışız. Adamlar o dönemde kızları vâris olarak bile görmüyorlarmış. Ne yapsaymış Yüce Allah!, kızlara da aynı oranda mı verin deseymiş! “Bari erkeğe verdiğinizin yarısını verin” demiş. Ama neyse ki bugün insanlık bu aşamayı da geçmiş. Hakkaniyet ölçülerine göre düzenlemeler yapmış. Zaten Allah’ın muradı da tam buymuş!

Bunların iddialarına göre kölelik Kur’ân’ın ilk muhataplarının bir yaşam tarzıymış ve Allah bu konuda da bazı iyileştirmeler yapmış. Ama insanlık bu yüz kızartıcı aşamayı da geçmiş. Hatta ilk muhataplar açısından küçüklerle evlenmek de olağanmış ve Kur’ân buna dair bazı düzenlemeler getirmiş. Mesela küçük bir kız çocuğun, kocası tarafından boşandığında yeni biriyle evlenebilmesi için beklemesi gereken iddeti Allah üç ay olarak düzenlemiş. Aslında bu da Allah’a yakışmazmış ama ne yapsın ki bu adamlar küçüklerle evleniyorlarmış. Oysa artık insanlık onur ve haysiyeti bunu da çözmüş!

Son iki örnekte görüldüğü üzere bu gibiler, âyetleri yanlış anlayarak, Kur’ân’da köleliğin olduğunu, küçüklerle evliliğin Kur’ân’a gör meşru olduğunu zannederek bunların artık günümüzde kabul edilemeyeceğini söylerler. Köleliğin de küçüklerle evliliğin de Kur’ân’da olmadığını söyleyip, bunların Kur’ân’a söyletildiğini ortaya koyanları da lafızcılık ve savunmacılıkla suçlarlar.

Bu metod bunların Batı karşısında da güya ellerini rahatlatıyor. Mesela bir Batılı, “sizin kitabınızda kölelik var, küçüklerle evlilik var, müşrikleri öldürme emri var, hırsızın elinin kesilmesi var” dediğinde bu gibiler “bunların hepsi tarihsel, Kur’ân bugünün insanına bunları uygulayın demiyor” diyerek kendilerini iyi hissediyorlar. Mütekebbirler, elimizdeki kitabın üslubunun aslında Allah’a yakışan bir üslup olmadığını, gel gör ki bindörtyüz yıl önceki seviyenin O’nu buna mecbur bıraktığını düşünürler.

Bunlar, ilahi kitabın açık-seçik, net, anlaşılıp uygulanabilir, oraya buraya çekilemez olan dilini yavan bulup insanlık tarihi boyunca Allah’ın kitabı böyle olmamalı diyenlerle aynı kalp ve söyleme sahiptirler ve bu yönüyle tarihselciler tarihin en eski tahrif faaliyetini sürdürürler. Bundan dolayı tıpkı gelenekselciler gibi mütekebbirler de herhangi bir konuda “Allah şöyle buyurmuştur” demeyi usulsüzlük kabul ederler. Allah’ın kitabını insanlığın gündeminden kaldırma noktasında gelenekselcilerle tarihselciler arasında herhangi bir fark yoktur.

Elbirliğiyle çalışılmış, olan olmuş, Allah’ın son kitabı da anlam tahrifatına uğramıştır. Meal ve tefsirlere bakmak tahrifatın seviyesini görmek için yeterlidir. Tıpkı tefsirler gibi mealler de tarihin belli döneminde yerleşmiş bazı görüşlerin tekrarından öteye geçememektedir. Bunun dışına çıkmak isteyenlerin de bir usulü olmadığı için yaptıkları izahlar kişisel yorumlardan öteye geçmemektedir.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.