Başlığımızda neyi son yaptığımızı hemen öncelikle belirtelim; ciddi, büyük sorunları tartışıyormuş gibi görünerek küçük amelleri yapmamak. Yunus Emre’nin yüzyıllar önce belirttiği “ilim ilim bilmektir/ ilim kendi bilmektir/ sen kendini bilmezsen/ bu nice okumaktır” ifade ettiği problem bir bakıma. Ya da geçmiş üstatlarımızın nazari hikmet ve ameli hikmet diye ikiye ayırdıkları hikmetin sadece teoride tezahür edeceğini zannetmek. Çok muhtasar bir şekilde söylemek gerekirse, amellerin nazariyatı desteklememesi. Şimdi her türlü söylemin güven kaybettiği bir zaman diliminde yaşıyoruz. Herke büyük büyük laflar ediyor. Bu büyük lafları ciddiye aldığınız taktirde dünyanın kurtulacağını falan zannediyorsunuz. Ancak sadece retorikten ibaret. Burada retoriğin birkaç türlü yansımasına işaret etmek lazımdır belki. Birincisi, güzel cümleler kurarak bir fikri deklare etmek. Ancak bunun konuşan kişide bile bir karşılığı var mı derseniz, bu oldukça şüpheli. Bazıları tamamen retorikten işi götürüyorlar. Belki de M. Akif Ersoy bu sebeple şu sözleri söylemiş olabilir. “Budur benim hayatta beğendiğim meslek/sözüm odun gibi olsun hakikat olsun tek.” Bir de sofist mantığıyla bilgi ve cümle üretmek var. Buradan üretilen bilgiler ise sofistike.
Gündelik hayata baktığımız zaman, kişi oturmuş İbn Sina’nın (isim burada tamamen tesadüftür) âlem tasavvurunu, ya da Hegel’i tartışıyor. Fakat otobüste kendisinden yaşlı bir adama hala yer veremiyor. Peki o kadar kitap okumanın anlamı ne? Ya da insanlar öyle şeyler anlatıyor ki nihayetinde toplumun hep problemli olduğunu ve o kişinin ne kadar faziletli olduğunu sonuç olarak çıkarıyoruz anlattıklarından. Ama herkesi dinlediğinde aynı sonuç ortaya çıkıyor. O zaman şu soruyu sormadan edemiyoruz: Peki öyleyse şikayet edilen tüm olumsuzlukları kim yapıyor? O zaman esas sorulması gereken soru; tüm bu olumsuzlukların gerçekleşmesinde benim payım nedir sorusudur.
Alada gezip yeri görememek, bir diğer sorunumuz da işaretliyor. O da henüz gerçek sorunlarımıza değemememiz. Yunus Emre’nin belirttiği gibi kendini bilmek gibi ilim yoktur. Kendisini bilmek ise, olumlu ve olumsuz boyutlarıyla kişinin kendisini sorgulayamaması; her halükarda kendisini haklı görmesidir. Tevazu bir ezikliğin adı olarak tanımlanmaya başlandı şimdilerde. Dolayısıyla ukalaca davranmanın bir kendine güven şeklinde algılandığı durumdayız. Halbuki hakikatin aynı zamanda bir tevazudan çıkacağını; bunu bilmeyenlerin ne kdar da çabuk yoldan çıktıklarını görebilmekteyiz. Bunun hakikaten çevrede çok örneği var.
Hasılı alada gezinerek gerçek sorunlarımızdan ne kadar daha kaçabileceğiz. Bu sorunlarla yüzleşmek öncelikli görev olarak toplumumuzu beklemektedir. Üstelik te olumsuzluklar karşısında, büyük oranda bir tavır takınılmaması da bir başka garabet. Herkes kendisine dokununca konuşuyor. Tabii bunun da bir anlamı ve tesiri olmuyor. Ayrıca haksızlıklar karşısında uyarı yapmamak, giderek iyiliğin de ölümü haline gelmeye başlıyor.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi