Batı dünyası Ortaçağ’da yaşanan kilise tahakkümünün ardından, ciddi bir gelenek ve kilise eleştirisine başladı. Kurumlar ve gelenekler kıyasıya eleştirildiler. Önemli bir kırılma noktası olan bu durum, aynı zamanda dinin özelde Hıristiyanlığın yeniden konumlandırıldığı bir zaman dilmidir de. Özellikle Aydınlanmacılar, dine yönelik eleştirilerini en yoğun biçimde gerçekleştirdiler. Nitekim Kant’ın meşhur “Aydınlanma Nedir?” sorusuna verdiği cevapta, din ve vahiy insanlığın ergin olamadığı dönemlerinde elinden tutan bir unsur olarak tanımlanır; nihayetinden modern zamanlara gelindiğinde, artık insanlık rüşd haline ulaştığından din ve vahiyden yardım almadan yaşayabilecektir.
Aydınlanma ile birlikte dinin konumu ve içeriklerine dair, aslında benzer görüşleri öne süren tezler de görülmektedir. Nitekim Auguste Comte’un meşhur üç hal yasasında insanlık üç döneme ayrılmaktadır. Bunlar; teolojik, metafizik ve pozitif safhalardır. İnsanlığın ilk dönemi olan teolojik safhada her şey dinle açıklanmakta; metafizik safha ise gerçekliğin yarı dinsel yarı mitsel ortaya konmasını ifade etmektedir. Pozitif safha ise, artık dinin bir açıklama biçimi olarak geride kaldığı duruma işaret etmektedir. Başka batılı düşünürler de, buna uygun olarak dini mitsel ögelerle tanımlama yoluna gitmişlerdir. Bu kategorilendirmeler, Batı dünyasının bir zihni durumunu da ele vermektedir; o da dini mitik, saçma, ilkel, irrasyonel vb. olanla özdeşleştirmedir.
Aslında bu özdeşleştirmenin Batı dünyasının seküler bakış açısında önemli bir yeri bulunmaktadır. Hz. İsa’nın ardından değişime uğrayan tevhidi mesaj, parçalanarak yerini teslise terk etmiş; bu da gündelik hayatta kutsal-seküler, madde-mana, beden-ruh ve nihayet rasyonel-irrasyonel şeklindeki dualitelerle kendisini göstermiştir. Bu parçalanmalarda ise, başat konumunu kaybetmiş olan din, dualitelerin bir boyutu olan kutsal, mana, ruh ve irrasyonel olanla eşitlenmiştir. Böylece din aklın ve gündelik hayatın dışına çıkarılmış; mitsellik, olağanüstülük ve akıldışılık üzerinden tanımlanmaya ve içerikledirilmeye çalışılmıştır.
İslam dininin anahtar kavramı tevhiddir. İslam, Hz. Adem’den itibaren insanlığa gönderilen dinin ortak adı ve Tevhid de bu dinin değişmeyen evrensel mesajıdır. Tevhid, Allah’ın (CC) birliğini ifade etmekle birlikte, bunun da ötesinde dualiteleri reddeden, tüm varlık dünyasının yegane kaynağını Allah olarak gören bir dünya görüşünün adıdır. Bu açıdan düşünüldüğünde, dünya-ahiret, madde-mana, ruh-beden, rasyonel ve irrasyonel şeklindeki ikilemelerden her biri, varlık dünyasının ve gerçekliğin bir parçası olarak düşünülür. Halbuki Batı düşüncesinde bu dualitelerden her biri kendi kendine yeten ontik bir kategori olarak düşünülmektedir.“Kendi kendine yeten ontik kategori” ise, bu parçalardan her birini, gerçekliği açıklamada yeterli görmek demektir. Halbuki, bunlardan her biri gerçekliğin sadece bir boyutunu açıklayabilir. Meselâ; sadece ruh insan gerçekliğinin bir parçasıdır; ama onun bir bedeni de vardır. Onlar birlikte varlığa ait gerçekliği oluştururlar. Dolayısıyla sadece beden, madde, dünya ile gerçekliği açıklamak, her halükarda eksik bir açıklama olacaktır.
Batı düşüncesinin çıkmazı tam da bu noktadadır. Batı düşüncesi, bu açıklama biçimi ile insanı sadece maddi boyutuna indirgemiştir ki; bugün beden üzerine odaklanmadan tüketim ve haz kültürüne doğru hızlı gidişat böyle bir zihniyetin ürünüdür. Tevhidin önemi de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Tevhid, bu dualiteleri bir üst ilkede birleştirdiğinden insanın ve varlığın tüm bu boyutlarını dikkate alır ve varlığı bir bütün olarak açıklamaya girişir. Bugün yeryüzünde İslam dışında “Tevhid” mesajı içeren hiçbir din yoktur. Bizim “Kurtuluş İslamdadır” şeklindeki mottomuzu da öncelikle bu bağlamda anlamak gerekir.
Diğer yandan önemli bir nokta da, dinin akılla olan ilişkisidir. Her şeyden önce klasik İslam tanımlarında dinin akıl sahibi insanlara hitabettiğini bilmekteyiz. Aklı olmayanın dini de yoktur. İkincisi, din, ancak akılla anlaşılır. Bu sebeple, akıl önce gelmektedir. Üçüncüsü, tüm dinler ve İslam, müntesiplerinden dünyaya karşı bir tavır almalarını bekler. (Yani dünyaya dair bir anlam geliştirir.) Müminler, bu anlam doğrultusunda dünyayı, akıllarıyla inşa ederler. Dünya ve tarih insanın kendini gerçekleştirme ve edimde bulunma alanıdır. Dolayısıyla İslam, akıldışılık yani irrasyonellik üzerine inşa edilmiş değildir.
Dinin irrasyonel algılanmasının gündelik hayatımızdaki yansımaları üzerine analizlerimizi inşaallah bir sonraki yazıda ele alacağız.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi