islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3416
EURO
35,1000
ALTIN
2.310,41
BIST
9.079,97
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
21°C
İstanbul
21°C
Açık
Cuma Az Bulutlu
23°C
Cumartesi Az Bulutlu
21°C
Pazar Az Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
23°C

Fakirliğe ve Zenginliğe Dair

Fakirliğe ve Zenginliğe Dair

Fakirlik, dinî hayatımızda yeterince anlaşılamayan kavramlardan biridir. Bunun da sebebi, fakirliğin Türkçedeki  anlam içeriği ile  Kur’an’daki anlam içeriğinin birbirine karış­tırılmış olmasıdır. Türkçede fakir, yoksul,  fakirlik ise  “yoksulluk” anlamına gelirken; Kur’an’da fakir “muhtaç olan”[1]; fakirlik ise “muhtaç olma”[2] “anlamlarına gelmekte; gani -muhtaç olmama anlamının  karşılığı olarak kullanılmaktadır.  Nitekim aynı kökten türetilmiş olan   müstağni kelimesinin anlamı da  “Herhangi bir şeye ihtiyacı olmayan, elinde olanla yetinen, sahip olduğu şeylerle iktifa edip  başkalarından bir şey beklemeyen” demektir.   

Fakirlik, Allah’a ve Allah’ın  haricindeki  varlıklara muhtaç olma  şeklinde ikiye  ayrılır. “Allah’a muhtaç olma”,- insanlar  ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, ne kadar servetleri bulunursa bulunsun-, Allah’ın rahmetine, merhametine, lütfuna, affına muhtaç olma demektir. Nitekim “Ey insanlar, siz Al­lah’a muhtaçsınız, Allah ise size muhtaç değildir’’[3] ve  “ Allah  hiçbir şeye muhtaç değildir, ama siz O’na muhtaçsınız[4] ayetlerinde  geçen fakir kelimesi, bu anlamdadır. Bu  anlamda fakr, her durumda Allah’a muhtaç olma demek­tir. “Rabbim, bana indireceğin her hayra muhtacım”[5] âyeti de bunu ifade eder.             

Mahir İz Hoca  “Tasavvuf”  isimli kitabında, “Tarikatta bu kelime yanlış telakkilere  uğramıştır. Sebebi de, fakr kelimesinin Türkçe ‘de  kullanıldığı mânâ,  Arapça’ da  metinlere tatbikten  ileri gelmiştir. Bu yüzden  önce hadis olarak meşhur olan “ el-Fakru Fahrî/ Fakr ile iftihar ederim” cümlesindeki  fakr, yoksul manasına alındığı için  bu yanlışa düşülmüş, hatta  edebiyat-ı sôfiyede öylece intikal etmiştir ”[6] diyerek  bu konuya dikkatimizi çeker. Gerçekten de  “züht” anlayışına bağlı olarak, belli dönemlerde “fakirlik”, hadis diye   nakledilen “el-fakru fahrî/fakirlikle ile iftihar ederim”  sözü, yoksul mânâsına  alındığı için, böyle bir  anlayışın  gelişmesine yardımcı olmuştur. Allah’a muhtaç olma  anlamında anlaşıldığı takdirde bu sözde bir sorun gözükmemektedir.  Sorun  bu sözün yoksulluk manasında  anlaşılmış olmasındadır. Yoksulluğun övünülecek  bir tarafı yoktur. Zira İslam, yoksulluğu değil, yoksulu destekler ve onun yoksulluktan kurtulmasını teşvik eder.  Nitekim Hz. Peygamber, bu tür fakirliğin/ başkalarına muhtaç olmanın şerrinden Allah’a sığınmış,[7] fa­kirlikle küfrü birlikte zikrederek[8] fakirliğin insanı küf­re düşürebileceğini imâ etmiştir

Allah Tealâ da  Hz. Peygamber’e verdiği nimetleri sayarken, onu fakirlikten kurtarıp zengin ettiğini hatırlatarak, “Seni  fakir bulup zenginleştirmedi mi?”[9]  der. Bu ayetin de içinde yer  aldığı Duha suresinin sonunda ise kendisine verdiği  bu nimetlerin  Hz. Peygamber tarafından  anlatılmasını  da  ister.   Dolayısıyla  fakr,  Allah’a muhtaç olma  anlamında yerilen değil, övülen bir  durumu ifade eder. Çünkü Allah, hiçbir şeye muhtaç değil,  ama insan  Allah’a  muhtaçtır. Allah’tan kendisini müstağni sayanlar ve O’na  bir ihtiyacının olmadığını düşünenler, hayatlarını kendilerine  zehir eden insanlardır. Bu nedenle  mutsuz ve huzursuzdurlar. Kur’an, böyle insanlar için, hayatın zor ve sıkıntılı olduğunu  haber vererek, insanlardan böyle  bir  tavır ve tutum içinde olmamalarını  özellikle  talep eder.[10]  Nitekim “Kim beni anmaktan  yüz çevirirse, mutlaka sıkıntılı bir hayatı olacaktır”[11] ayeti bunu  açıklar. Allah, kendisini unutanları  unutur, [12]   bu nedenle Allah’ı unuttuğu için Allah’ın  da  kendilerini unuttuğu kimselerden olmamamızı  arzu eder.[13]

İnsanın Allah dışındaki  varlıklara muhtaç olması ise  övülen ve takdir edilen  bir durum değildir. Nitekim  Mehmet Akif,

“Kim kazanmazsa  bu âlemde bir ekmek parası,

Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası”  diyerek  bir başkasına muhtaç olmayı  yerer. Ancak muhtaç olma, durumsal  olduğu için süreklilik arz etmez. Çalışma ve gayret ile   fakirliğin/muhtaç olmanın telafisi mümkündür. Bu nedenle İslam, insanın çalışmasını ve çalı­şarak ihtiyaçlarını gidermesini emret­mektedir. Çalışmak ve kazanmak, İslam’ın en temel prensiplerinden biridir:  “ İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır[14]  ayeti  bunu açıklar.   

İslâm, zekat, hac, sadaka ve karz-ı hasen’i emret­mekle asgari hayat standartlarının altında kalmamayı, dolayısıyla bu ibadetleri yapabilecek bir servete sahip olmayı da onaylamış olmaktadır.  Hz. Ömer’in  Hiçbiriniz; Allah’ım bana rızık ver, diyerek, çalışıp rızık aramaktan geri durmasın. Bilin ki, gökten ne altın yağar, ne gümüş. Allah Teâlâ’nın; “Cuma namazı kılınınca yeryüzüne dağılın, Allah’ın fazlından nasip arayın”[15] buyurduğunu görmüyor musunuz” dediği nakledilir. Allah Tealâ, bildiğimiz ve bilmediğimiz  düşmanlarımıza karşı  gücünüzün yettiği kadar  kuvvet  hazırlamamızı emreder.”[16]   Hz. Peygamber de  kuvveti “ atmak” olarak açıklar. O dönemde  atmak,  ok, mızrak ve mancınık gibi araçlar   olsa da,  günümüzde bunlar da ayetin anlamına dahil olmak üzere    her türlü harp araç ve gereçlerini de kapsar.  Bunları  yapabilmek için  önce onların bilgisine   sahibi olmak,  sonra da  üretimine  geçmek  gerekir.   Bu da ancak çalışmakla mümkündür.     

İslam, zenginliğin karşısında da değildir. İslam’ın karşı olduğu, zenginliğin kötüye kullanılması, “mütreflik” yani zenginlik nedeniyle  şımarma[17] ve mallarıyla öğünmedir[18]. Bazı hadislerde yer alan şükreden zengin ve sabreden fakirden maksat zenginin daha çok şükre, fakirin ise da­ha çok sabra ihtiyaç duyacağından dolayıdır. Zira hem zenginin hem de fakirin, sabra ve şükre ihtiyacı bulunmaktadır. Üstünlük ve fazilet, ne zenginlikte ne de fakirlikte­dir. Asıl üstünlük takvadadır.[19] Çünkü Allah, hem fakiri hem de zengini imtihan etmektedir. Fecr suresi­nin 15-17. âyetlerinde, insanların imtihan edil­diği, ancak   onların yetimleri korumadığı ve fakirleri yedirmede birbir­lerini teşvik etmedikleri de anlatılmakta­dır. Bu teşvikin temel amacı, insanları içinde bulundukları kötü durumdan kurtarmaktır.  Dolayısıyla insanları, fakirlikten  kurtarmak isteyen bir dinin,   fakirliği teşvik ettiği söy­lenemez. Sadece fakirlerin Cennete  gideceği anlayışı da doğru değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır. Zira Cennetin yolu, ne  fakirlik ne de zenginliktir. Cennette giden yol, iman, ahlak, amel-i salih, takva ve  ihlastan geçmektedir. 

Servet, İslam’a göre amaç değil, Allah’a götüren bir araçtır. Zira  ne fakirlik ne de zenginlik Cennetin  ön şartıdır. Kur’an,  zengin olduğu halde   servetini amaç edindiği için  Cehenneme giden  Karun’u; buna karşılık  servetini Allah’a ulaştıran bir  araç olarak gördüğü için  O’nun rızasına nail olan Hz. Süleyman’ı  örnek  olarak gösterir. “ Süleyman: ‘Doğrusu ben bu malları, Rabbimi anmayı sağladıkları için severim’ demişti”[20] ayeti bunu açıklar.

 Bu nedenle sufî anlayıştaki, “Malı cebine  koy, ama kalbine koyma” anlayışı,  İslam’ın  servete  bakış açısını da ifade eder. Servet  helalinden  kazanılacak ve  aynı zamanda da paylaşılacaktır. Müslüman, ne cimri olacak ne de müsrif biri.[21] Bu nedenle  insanı Cennete  götüren davranışlardan biri de  zekat vermek ve infak etmekten  geçmektedir.

Zenginlik izafîdir, kişilere ve toplumlara  göre ölçütü de  değişebil­mektedir. İslam’ın da kendine özgü bir zenginlik ölçütü vardır.  İlmi-i hal kitaplarında  bu ölçüt,  ayrıntılı olarak  açıklanmaktadır. Bu  ölçütün altında kalanlara fakir, yani ze­kat ve sadaka almaya muhtaç olan  kişiler  denilmekte; bu se­viyenin üstünde olanlar da  zengin, yani zekat ve sadaka almaya muhtaç olma­yan, bilakis  bu ibadetleri yapabilecek durumda olan kişiler olarak açıklanmaktadır. Bu ne­denledir ki, zengine/muhtaç olmayana zekat ve sadaka ve­rilmesi yasaklanmıştır.[22]

Yoksulluk  ve  zenginlik bir  madalyonun iki yüzü gibidir. Bir tarafı  kadere, diğer tarafı  sosyo-ekonomik  düzene bağlıdır.  Kadere bağlı olan yönü, insanın fıtratı/ genetik yapısı ile alakalıdır.  Nitekim Allah Teâlâ, her insanın, sahip olduğu fıtrî yetiklerine  göre  iş yaptığını beyan etmektedir. “Herkes kendi fıtratına uygun iş yapar” [23]   ayeti, bunu açıklar.  İnsanın sahip olduğu   her yeti, aynı zamanda  onun  bir kaderidir de.  Zira insandaki yetileri  yaratan ve genetik kotlama yoluyla aktarılmasını  sağlayan Allah’tır. Ancak bu genetik yapı, yanlış tercihler  sebebiyle  bozulabilmekte ve  gelecek nesillere  aktarılabilmektedir.  Bu nedenle  her insanın  zekası, aklı, bilgi elde etme kapasitesi  aynı değildir. Buna bağlı olarak  elde ettiği başarılar da aynı değildir. Yetilerini iyi kullanabilenler, doğru ve  iyi tercih yapabilenler, başarılı; bunu yapamayanlar ise  başarısız olmaktadır. “Başarmak için mükemmel olmak, zorunluluğu yoktur, ancak  mükemmel olabilmek için  başarmak zorunluluğu  vardır”. Başarı ise ancak  aklı iyi kullanmakla ve çalışmakla mümkündür. Akıl da kullanabileceği bilgiye muhtaçtır. Yeterli bilgi yoksa, akıl fonksiyonel olamamakta, bu gibi durumlarda duygular, insana  yön vermektedir. Aklını duygularının peşine  takan insanlar, ne kadar çalışsa ve  çabalasa da başarılı olamamaktadır. Zira  bilgisiz ve yöntemsiz  eylemler, insanı  doğru istikamete değil,  yanlış  yönlere  sevk etmekte,  bu da başarısızlığın ana ekenlerinden biri olmaktadır.  Bunun içindir ki atalarımız,  “Vusulsüzlüğümüz, usulsüzlümüzdendir” sözünü, söyleme ihtiyacı hissetmişlerdir.

Sosyo-ekonomik boyutu ise, insanın içinde doğup büyüdüğü sosyal, kültürel ve ekonomik  düzenle  ilgilidir. Şayet  bir insan,  tarım toplumu  içinde doğmuş ve o ortamın şartları içinde kalmış ise,  elde ettiği  kazanç da  bu  şartlarda oluşur,   mevcut şartlarda değişim ve gelişim olmadıkça da elde edilen kazançta da bir değişim olmaz.  Şayet insan, yaşadığı ortamda veya  yaşadığı ortamı terk edip  başka mekanlarda  yeni  iş imkanları  ve şartları arar veya oluşturursa, yaptığı  işe  ve üretime  göre o insanın elde edeceği  kazançta bu şartlara göre oluşur ve gelişir. Nitekim Hz. Peygamber, Medine’ye gelir gelmez sadece bir mescit inşa etmemiş, aynı zamanda mescit ile  birlikte bir de  pazar  yeri de açmıştır.  Dolayısıyla Hz.  Peygamber,  bize   sadece  ibadetlerde  ve  ahlakî davranışlarda değil, ticarî hayatta da örnek olmuştur.   Genellikle  bu konu ile ilgili yazılarda  ve konuşmalarda Hz. Peygamber’in  Medine’de bir  mescit  inşa edişine özel  vurgu yapıldığı, fakat  pazar yeri açmasına ise aynı ölçüde vurgu yapılmadığı  görülüyor. Buna karşılık “İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu” isimli  eserinde  Benedikt  Koehler’in

“Medine’de  Hz. Muhammed, her  İslami şehirde şehir hayatının merkezi olan iki müessese kurdu: cami ve pazar. Hz. Muhammed bir dizi mali ve ticari hüküm çıkartarak birkaç on yıllık ticari tecrübeyi fiiliyata döktü. Medine pazarında yürütülen ticaretin, vergiden muaf olduğunu ilan etti ve sosyal güvenlik harcamalarını desteklemek için  vergiler koydu. Ayrıca bir çok ticarî  teşvik pirimi getirdi[24]   diyerek  bu konuya dikkat çekmiş olması,  bizim için  düşündürücü olmalıdır.  Ayrıca  Koehler’in, “ İslam ve Hristiyanlık siyasette  düşman, ticarette işbirlikçiydiler. Avrupalılar bu ustalık ve tekniği ithal edip İslamî müesseseleri  kopyaladıklarında  Avrupa’da  kapitalizm filizlenmeye başladı”[25]  sözü de   önemli bir tespittir.

Yoksul iken  zenginleşen insanların  örneği,  pek çoktur. Zira Allah, insana cevizi  vermiş, kırmasını  onun iradesine  ve çabasına bırakmıştır. Nitekim Abdurrahman b. Avf,  Hz. Peygamber’in kendisiyle  kardeş ilan ettiği  Ensardan Sa’d b. Rebi’in  verdiği  malı kabul etmemiş, Medine’deki   bu pazarda ticaret yaparak  zengin olmuştur.  Onun Medine’ye geldiğinde hiçbir şeyi yoktu, öldüğünde ise  terekesinin  değeri 320 000 dinar  olarak hesaplanmıştı.[26]   Ayrıca pek çok sahabenin  öldüklerinde  geriye  büyük servet bıraktıkları bilinmektedir.[27] Ganimetlerin taksimi ile ilgi ayetten, elde edilen ganimetlerin beşte birinin Hz. Peygambere, beşte dördünün ise savaşanlara  verildiğini; Hz. Peygambere  ayrılan beşte bir ganimetin ise yine beşe bölünüp bunlardan birinin Hz. Peygamber’e, diğer dördünün ise Hz. Peygamber’in yakın akrabalarına, yetimlere, düşkünlere ve yolculara   verildiğini anlıyoruz.[28]  Bu da Hz. Peygamber’in bir gelirinin olduğunu gösteriyor, fakat onun bu  gelirini biriktirmeyip dağıttığını, hatta  bu konuda eşleriyle  bazı sorunlar yaşadığını da biliyoruz[29].

Hz. Osman döneminde Şam valisi Muaviye ile Ebu Zer el-Gıfârî arasında  geçen  bir konuşma,  zenginliğe ve fakirliğe dair  sahabenin  bakış açısını gösteren dikkat çekici bir örnektir.  Ebu Zer, “Ey îmân edenler hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah yolundan engeller. Altın ve gümüş yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlara hemen acıklı azabı müjdele”[30]  âyetinin,  hem Yahudileri ve Hıristiyanları, hem de  Müslümanları kapsadığını söylediğinde;  Muaviye’nin  bu görüşe karşı çıktığı, zira bu âyetin  sadece Ehl-i Kitab’a ait olduğunu söylediği;  daha sonra  da Ebû Zer’i zenginliğe karşı çıkmak ve halk arasında fesat çıkartmakla itham ederek  Hz. Osman’a  ıslah için gönderdiği nakledilir.  Hz. Osman’ın  da onu hesaba çektiği, “Ben insanları mal kazanmaya teşvik ediyorum. Çalışmaya, iktisat etmeye çağırıyorum ve onları zâhitlikten menediyorum” diyerek, azarladığı ve  çöle  sürgüne gönderdiği rivayet  edilir. [31] 

Bu örnekte Ebû Zer, zühd anlayışının, Hz. Osman ise zenginlik tarafının sembol kişileridir.  Kim haklı?  Sorusunu sormaya gerek yoktur.  Onun doğru cevabı  Kur’an’da   mevcuttur.  Kur’an’da  iki zengin insandan da söz edildiğini söylemiştik.  Bunlardan Karun  yerilirken, Hz. Süleyman  övülmektedir.  Allah  katında  birinin  değerli,  diğerinin değersiz oluşu, servet sahibi oluşları  sebebiyle değil, servetlerini elde  ediş biçimlerinden ve  doğru amaçlar  için kullanıp kullanmayışlarından  dolayıdır.   Daha öncede belirttiğimiz gibi Allah Teâlâ, Hz. Süleyman’ı şükrettiği ve zenginliği de kendisine ulaştıran  bir araç olarak gördüğü için övmekte; [32] Karun’u ise nankörlük ettiği ve servetini  amaç edindiği için  kınamaktadır.[33]  Zira Allah Teâlâ, bir çok mesajını, şahıslar üzerinden vermektedir.  Bu bir Kur’an  yöntemidir. Özellikle peygamber kıssalarının çokça zikrediliş amacı da budur.  Ayrıca Lokman,  Zülkarneyn, Karun gibi  şahıslar  ve Ashab-ı Kahf gibi  bir  grup üzerinden de  bazı  mesajların  verilmiş olması da bu amaca yöneliktir.  Bu nedenle Karun ve  Hz. Süleyman üzerinden verilen  mesajlardan,  İslam’ın  zenginliğe ve servete karşı olmadığını; zenginliğin ve servetin  haram yollardan kazanılmasına,  haram olan işlerde  harcanmasına ve  araç değer olmaktan  çıkartılarak  amaç  değer haline   getirilmesine  karşı olduğu anlaşılır.  

Son söz Mehmet Akif’in:

“Atalet fırtratın ahkâmına  mâdâm ki isyandır;

Çalışsın, durmasın her kim ki dâvasında insandır”

(Tembellik, madem ki yaratılış ahkamına  isyan etmektir, insanlık davasında bulunan kimse durmasın, çalışsın)

“Nihayet neyse idrak ettiğin şey ömr-ü fânîden;

O’nun bir aynıdır mutlak nasibin ömr-ü sânîden.

Hatadır ahiretten beklemek dünyada her hayrı:

Öbür dünya bu dünyadan değil, hem hiç değil ayrı.

 Sen ey sersem ki “üç günlük hayatın hükmü yok!” der de,

Sanırsın umduğun âmâdedir ferday-i mahşerde;

Ne ekmiştin ki mahsul istiyorsun bir de ferdadan?

Senin meşru’ olan hakkın: bugün hüsran, yarın hüsran!

Eğer  maksudu ancak âhiret olsaydı Yezdanın; Ne hikmet vardı ibdâında

Prof. Dr. Celal KIRCA


[1] Bakara,2/268; Al-i İmran,3/181;Hacc,22/28; Nisa,4/6, 135; Tevbe,9/60; Nur,24/32; Haşr,59/8.

[2] Kasas,28/24;Fâtır,35/15;Muhammed,47/38;

[3]  Fatır,35/15.

[4] Muhammed,47/38.

[5]  Kasas,28/24

[6] .Mahir İz, Tasavvuf, İstanbul 1969, s.96; Mahir İz, Din ve Cemiyet,İstanbul,1973,s.182-184.

[7] Ahmed b. Hanbel,6, 57.

[8] Ebû Davud, Edep, 101.

[9]  Duha,93/8

[10] Leyl,92/10,

[11] Taha,20/124

[12] Tevbe,9/67

[13] Haşr,59/19

[14] Necm, 53/39.

[15] Cum’a, 62/10

[16] Enfal,8/60

[17] İsra,17/-16.

[18] Tekasür,102/1

[19] Hucurat, 49/13.

[20] Dâd,38/32

[21] İsra,17/26-29.

[22] Ebû Davud, Zekat, 25.

[23] İsra,17/84.

[24]  Benedikt  Koehler, İslam’ın Erken Döneminde Kapitalizmin Doğuşu, Ter. İsmail Kurun, Liberte  Yayınları, İstanbul,2016, s.13

[25]  Koehler, s.17

[26]  Muhammed  Âbid  Câbirî, İslâm’da Siyasal Akıl, Ter. Vecdi Akyüz, İstanbul,1997,   s.369.

[27] Geniş bilgi için bkz.  Cabirî, İslam’da Siyasal Akıl, s. s. 367-370

[28] Enfal,8/41

[29] Ahzab,33/28-30.

[30] Tevbe,9/34.

[31] Ahmet Akbulut, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerinin Kelamî  Problemlere  Etkileri, İstanbul,1992.  s.172-173.

[32] Sâd, 38/30-40; Neml, 27/15-44; Seb’e, 34/ 12-22.

[33].Kasas,28/76-82.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.