islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,4413
EURO
34,7704
ALTIN
2.396,49
BIST
10.208,65
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
19°C
İstanbul
19°C
Az Bulutlu
Cuma Yağmurlu
16°C
Cumartesi Az Bulutlu
18°C
Pazar Açık
20°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
21°C

GELİBOLU YARIMADASI’NDA İNGİLİZ-FRANSIZ TOPRAKLARI (II)

GELİBOLU YARIMADASI’NDA İNGİLİZ-FRANSIZ TOPRAKLARI (II)
1 Ekim 2023 11:00
A+
A-

Fransızlar Yarımada’daki Mezarlıklarını Niye 1926’da Yaptı?

İngilizler, İngiliz Uluslar Topluluğu Mezar ve Anıtlarının yapımına Mondros Mütarekesi’nin hemen ertesinde başlamasına rağmen, müttefiki Fransızlar, onlarla yan yana çarpıştıkları Çanakkale’de niye onlar gibi Mondros Mütarekesi’nin hemen ardından kendi mezar ve anıtlarını yapmadılar?

Çünkü Mondros Mütarekesindeki paylaşıma göre İstanbul ve Çanakkale İngilizlerin payına düşmüştü. Fransızların hissesine Maraş, Antep ve Urfa civarı düşmüştü. Haliyle onlar da, o zamanlar, o civardaki yağmalamanın peşinde idiler. Bu durumda Çanakkale’deki, yok ölülerinin, yok mezarlıkların derdine düşecek değillerdi. Olanlar olmuş, ölenler ölmüştü… Olanlar olduğuyla-ölenler öldüğüyle kalsındı; şimdi kalan sağların derdine bakmanın zamanıydı. Fransa şimdi petrol bölgesindeki yağmanın peşindeydi.

Ancak, milli mücadelede Şanlıurfalılar, Gaziantepliler, Kahramanmaraşlılar Fransızlara müthiş bir direnç gösterip, onları topraklarından kovunca işler değişmişti. Üstüne üstlük 1924’te Lozan Antlaşması imzalandığında da, işler daha da bir iyice değişecekti.

Lozan Barış Antlaşması’nın Şehitlikler, Mezarlıklar ve Anıtlar ile ilgili 128’inci maddesinde, şu bağlayıcı hüküm vardı:

Madde 128: Türkiye Hükümeti, Britanya İmparatorluğu, Fransa ve İtalya Hükümetlerine karşı kendi toprakları üzerinde olan savaş alanında ya da yaralama, kaza ya da hastalık sonucu ölmüş olan kara ve deniz askerleri ile tutsak iken ölen savaş tutsakları ve sivil tutukluların mezarları, mezarlıkları, toplu ceset çukurları ve adlarına dikilmiş anıtlarının üzerinde bulunduğu arsaları o devletlere ayrı ayrı bırakmayı yükümlenir.

Kısacası 128. madde diyor ki, mezarlıkların olduğu yerler, içinde yatanların memleketine aittir. Sadece mezarlar da değil, adlarına dikilmiş anıtların olduğu yerler de o kişilerin memleketlerine ait topraklardır.

Kurnaz İngilizler her tarafa mezarlık yapmışlardı; el’an Gelibolu Yarımadası’nda tam 31 mezarlık ve 5 anıt Lozan Antlaşması’nın 128. maddesine binaen İngiltere toprağıdır.

Fransızlar da Lozan Antlaşmasının ardından hemen kolları sıvarlar, lâkin Çanakkale Savaşlarının üzerinden onca yıl geçmiştir. Morfo Koyu’nda, Hisartepe civarında, Kerevizdere’de tam 12.000 kayıp askerleri vardır. Şimdi Fransız askerlerinin o kayıp cesetlerini nerelerden bulup, nerelerden toplayacaklardı da, onların Fransız cesetleri olduklarını tespit edeceklerdi? Bunlar pek zor ve uzun süreli işlerdi.

Ama Gelibolu Yarımadası’nda acil bir Fransız Askeri Mezarlığına da ihtiyaç vardı. Ama mezarlığa da cesetler lâzımdı. Cesetsiz mezarlık nerede görülmüştü?

Tabii ki hemen işi kılıfına uydurdular.

Savaş sırasında yaralı askerlerini götürüp, tedavi ettirdikleri Yunan adaları imdatlarına yetişti. Limni’de, Bozcaada’da Çanakkale Savaşlarında yaralanıp tedavileri esnasında hayatlarını kaybeden ve o adalara gömülen, üstelik isimleri-cisimleri de belli 2.242 Fransız askerinin mezarları vardı. O mezarları tek tek açtılar. Mezarlardan çıkan kemikleri ayrı ayrı torbalara koydular ve esami listesiyle birlikte Çanakkale’ye getirdiler. Morfo Koyu’nun yamaçlarında yerlerini hazırlamış oldukları mezarlığa onları teker teker gömdüler; olmuştu size Çanakkale’de bir Fransız Askeri Mezarlığı…(*)

Açılışını da, Çanakkale’de Fransız birliklerinin komutanlığını yapan ve Kumkale’den atışını yapan Asyalı Annie’*nin bir bombardımanı neticesinde bir kolunu ve bir bacağını kaybederek savaş dışı kalan General Gouraut’ya yaptırdılar.

Böylelikle Fransızlar da 8,5 ay çarpıştıkları Çanakkale’de, Lozan Antlaşması’nın gereği ve zamanında Ege adalarına gömdükleri cesetlerinin sayesinde bir mezarlık sahibi, dolayısıyla da toprak sahibi oldular.

Peki bizim “her yerde sıradağlar gibi yatan İsmail’lerimiz”in iskeletleri”, “vadilerdeki dolaşmış bir yün yumağı gibi şehitlerimizin iskeletleri” ne olmuştu?

Gömülebilmişler miydi?

Hayır!

Bizim “her yerde sıradağlar gibi yatan İsmail’lerimiz”in iskeletleri, vadilerdeki dolaşmış bir yün yumağı gibi şehitlerimizin iskeletleri gömülmemişler, öylece bırakılmışlardı…

Tâ Balkanlardan kopup gelenler; Adana’dan, Konya’dan, Antalya’dan, İzmir’den, Afyon’dan, Urfa’dan, Kastamonu’dan, Van’dan, daha da öteden, Kerkük’ten, Musul’dan, Kudüs’ten, Gazze’den, her yerlerden gelip, vatanın bekâsı-milletin selâmeti için çarpışıp şehit olan Mehmetçiklerimizin naaşları, toprak üstünde yağmur-çamur altında senelerce öylece bırakılmışlardı…

Üç dakika sonra öleceklerini bildikleri halde, düşmana taarruz etmede en ufak bir tereddüt göstermeden, okuma bilenlerin ellerinde Kur’an-ı Kerim, bilmeyenlerinse kelime-i şehadet getirerek cennete yürüdükleri o kahramanların naaşları, toprak üstünde, yağmur-çamur altında senelerce öylece bırakılmışlardı…

Tıpkı Muallim Kurmay Albay Fahri Belen’in kızı M. Tülin Belen(Yalçın)’in anlattığı gibi:

“1949-1950 yıllarında babam Gelibolu Kolordu Komutanı’ydı. Sıcak bir yaz günü bizi Çanakkale savaşlarının geçtiği yerlere götürmüştü. Engebeli tozlu yollarda cipimizle Gelibolu’dan Eceabat’a doğru ilerlerken, ardından otuz dört yıl geçmiş olmasına rağmen savaşın bütün dehşeti gözler önüne seriliyordu.

Beni, çocuk yaşta içimi acı ile burkan, geçtiğimiz yerdeki yolların kenarındaki yarlardan insan kemiklerinin fırlamış olmasıydı. Bu Gelibolu yarımadasının birçok yerinde aynıydı.

Babam “Tarihte bu kadar ufak bir toprak parçasında en çok şehit verilen yerlerdir buralar” diyerek etkili sesiyle Mehmet Akif’ten bazı dizeler okudu:

“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda!”

Hakikaten de öyle idi, sanki şehitlerimiz topraktan fışkırıyorlardı.”[1]

Geride kalanlara “büyük kıyamet”i yaşatmamak için, kendileri “küçük kıyamet”i yaşayan o fedakâr Çanakkale kahramanlarının naaşları, toprak üstünde, yağmur-çamur altında senelerce öylece bırakılmışlardı…

Çünkü…

Artık yeni devletin, “Çanakkale Geçilmez” destanının yazıldığı muharebe alanlarında bir hükmü yoktu.

Artık, Çanakkale Muharebe Alanlarında Hâkimiyet, “Boğazlar Komisyonu”ndaydı.

Nedir bu Boğazlar Komisyonu?

Okuyalım:

Lozan Antlaşması ile TBMM’ne iade edilen Türk Boğazlarının statüsü “Boğazların Tabî Olacağı Usule Daîr Mukavelename” (Boğazlar Mukavelesi) ile tespit edilir. Bu mukavele ile Boğazlardan serbest geçiş ve gidiş-geliş ile ilgili rejim belirlenirken, Boğazların çevresindeki mıntıkaların askerden arındırılmasına ve uluslararası kontrolü sağlamak amacıyla Boğazlar Komisyonu’nun kurulmasına karar verilir.

Boğazlar Komisyonu, bir Türk temsilcisinin başkanlığında Boğazlar Mukavelesini imzalayan Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Sovyet-Rusya ve Sırp-Hırvat-Sloven Devletleri temsilcilerinden oluşacaktır.

Boğazlar Komisyonu’nun yetkileri, Sevr Antlaşması’nda öngörülen komisyonla kıyaslanamayacak derecede sınırlı olsa da neticede Osmanlı Devleti’nden intikâl eden bütün uluslararası komisyonların resmen varlığının sona erdirildiği Lozan Antlaşması’yla böyle bir uluslararası komisyonun varlığına izin verilmesi, Türkiye devletinin tam hâkimiyet anlayışını zedelemekteydi. TBMM’nde de eleştirilere neden olan Boğazlar Komisyonu, Lozan’da Îtilaf Devletleri’nin ısrarları neticesinde sınırlı yetkilerle kabûl edilmiştir.

Lozan’da imzalanan Boğazlar Mukavelesinin onaylanmasının ardından Türkiye, Boğazlar Komisyonu için İstanbul Karaköy’de bulunan Tophane Kasrı (Köşkü)’nü idarî bina olarak tahsis etmiş ve Tümamiral Hüseyin Vasıf (Temel) Paşa’yı Boğazlar Komisyonu Başkanı olarak atamıştır.

1930’lu yıllardan itibaren Akdeniz, merkezî Avrupa ve Uzakdoğu’da yaşanan sorunlar harekete geçmek için gerekli zemini oluşturdu ve Türkiye 1933 ve 1935 yıllarında Cenevre’de düzenlenen silâhsızlanma konferanslarında, değişen koşullar ve güvenlik zafiyetini gerekçe göstererek Boğazlar Mukavelesinde tadilat teklifini gündeme taşımayı başardı. Başlangıçta Sovyetlerin desteklediği bu teklif, İngiliz ve Fransızlar tarafından kabûl edilmese de İtalya, Almanya ve Japonya’nın izledikleri yayılmacı politikalar Türkiye’yi avantajlı duruma getirdi. Bu avantajını kullanarak 10 Nisan 1936 tarihinde verdiği nota ile taleplerinde ısrarcı ve kararlı olduğunu gösteren Türkiye, Montrö Boğazlar Konvansiyonu ile hedefine ulaştı. Montrö Boğazlar Konvansiyonu, Lozan’da imzalanan Boğazlar Mukavelesinde yer alan ve Türkiye’nin Boğazlarda mutlak hâkimiyetini zedeleyen hükümlerin kaldırılmasını sağladı. Bu bağlamda Boğazlar Komisyonu’nun tasfiyesi kararlaştırılırken Türk Boğazlarında uluslararası kontrol dönemi sona erdi.

Tasarlanan bir aylık süre içerisinde Boğazlar Komisyonu’nun tasfiye işlemlerine başlandı ve 10 Eylül 1936 tarihinde Boğazlar Komisyonu Başkanı Mehmet Ali Talay, Montrö Boğazlar Konvansiyonu gereğince Komisyon’un işlerinin bundan böyle Türk Hükûmeti tarafından görüleceğinden Komisyon’un mesaisine nihayet verildiğini Milletler Cemiyeti Genel Sekreterliği’ne iletti. Boğazlar Komisyonu tasfiye işlemleri plânlanan süre içerisinde tamamlanırken Komisyon’a ait çok sayıda evrak ve dosya Hariciye Vekâleti’nde Boğazlar rejiminin tatbiki için teşekkül etmiş olan yeni büroya devredildi. Böylelikle Türkiye’nin hâkimiyetine aykırı olan bu uluslararası kuruluşun faaliyetlerine son verilmiş oldu.[2]

Son cümle, dikkat çekicidir; “Böylelikle Türkiye’nin hâkimiyetine aykırı olan bu uluslararası kuruluşun faaliyetlerine son verilmiş oldu”

Cumhuriyet gazetesi muhabiri Gıyas Tekin, 18 Mart 1915 Deniz Zaferi’nin kahramanlarından Seyit Onbaşı’yla 23 Ağustos 1936 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan bir röportaj yapar. Büyük bir ihtimalle, yayın tarihinden kısa bir süre önce yapılmış bir röportajdır.

Yayınlanan röportajın büyük bölümünde Seyit Onbaşı, Gıyas Tekin’e, 18 Mart’ta savaşın en kritik anında mucizevî bir şekilde kaldırıp topun üzerine taşıdığı ve sonrasında ateşleyerek batmasına sebep olduğu top mermilerinin hikâyesini anlatır. Bu konu bir kenarda dursun; muhabir Gıyas Tekin, röportajın sonunda kısa bir pasajla Seyit Onbaşı’yla arasındaki önemli bir konuşmayı anlatıyor:

-“Haberin var mı Seyyid, Çanakkale’ye bizim askerimiz girdi. Şimdi senin topunun başında gene Türk süngüsü parlıyor. Bak şu resimlere”, dedim. Elimdeki Ulu Önder’in ve Çanakkale’ye giren askerlerin resimleri olan gazeteyi gösterdim.

-“Yaşa sahi mi? Ver bakayım. Bak aslana! (Atatürk’ün resmini göstererek) Bu işi gene babamız yapmıştır. Allah ona zeval vermesin, dünyalar durdukça dursun”, dedi ve bana müsaade diyerek yanımdan ayrıldı.[3]

Bu röportajdaki bu ifadeleri okuduğunuzda düşünmez misiniz; bu nedir, ne demektir? Çünkü sene 1936… Bize öğretilen tarihe göre; Yunan denize dökülmemiş miydi; İngilizler geldikleri gibi gitmemişler miydi? De? Sene 1936’da “Haberin var mı Seyyid? Çanakkale’ye bizim askerimiz girdi. Şimdi senin topunun başında gene Türk süngüsü parlıyor”; ne demekti ki? Bizim askerimiz Çanakkale’de değil miydi de, tekrardan Çanakkale’ye giriyordu? Seyit Onbaşı’nın topunun başında, başka süngüler mi vardı da, “gene Türk süngüsü parlamaya” başlıyordu? Ulu Önder’in ve Çanakkale’ye giren askerlerin resimlerini yayınlayan gazeteye de bakılırsa, “o tarihe kadar Çanakkale’de Türk askerinin esamisi yok”muş demek ki…

20 Temmuz 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi’yle Birlikte Uluslararası Boğazlar Komisyonu’nun da Görevi Sonlanmıştır.

Kısacası… 1936 senesine kadar Çanakkale Muharebe Alanlarında askerimiz mevcut değildi… Bu, Lozan’ın Boğazlar Antlaşması’yla ilgiliydi… O Boğazlar Antlaşması’na göre, Çanakkale Boğazı’ndan başlayarak İstanbul Boğazı’nın Karadeniz çıkışına kadar, kıyılardan 5 kilometre içerisine kadar alanda hâkimiyet, Boğazlar Komisyonu’na aitti. Boğazlar Antlaşması’na göre, o alanda Türk askerinin bulunması yasaktı. Zaten kıyıdan içeriye 5 kilometrelik bir kriter, Çanakkale Muharebeleri Alanlarının tümünü kapsadığı için, Çanakkale Muharebe Alanları da Türk askerinden muaftı.

Ne zaman ki, 20 Temmuz 1936’da Montrö Boğazlar Antlaşması imzalanıp, Boğazlardaki tam kontrol hakkı Boğazlar Komisyonu’nun elinden alındı ve Türkiye’ye verildi, Cumhuriyet gazetesi muhabiri Gıyas Tekin’in Seyit Onbaşı’ya dediği gibi “Bizim askerimiz Çanakkale’ye girdi” ve “Seyit Onbaşı’nın Mecidiye Tabyasındaki topunun başında da tekrardan Türk süngüleri parlamaya başladı.”

Yani… Lozan’daki Boğazlar Sözleşmesi’ne göre, 1923’ten 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne gelesiye kadar, Çanakkale Muharebe Alanlarında Türkiye’nin, ne şehit naaşlarını gömme, ne savaş artığı hurdaları toplama ve ne de iskânda bulunma hakkı vardı. Hepsini geçin; “asker bulundurma hakkı” yoktu.

Peki devlet Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden sonra ne yaptı? Şehit naaşlarını gömdü mü?

Hayır!

“Sıra dağlar gibi yatan İsmail’ler”in kemikleri, toprak üstünde, çalı diplerinde âdeta karpuz tarlasını andıran görüntülerle yatmaya devam etti.

SADETTİN ÖZGÜR

 

(*) Bu bilgiler, uzun yıllar Fransız Askeri Mezarlığında bekçi olarak görev yapıp oradan emekli olmuş Sayın Naci Karadağ’dan alınmıştır. Naci Karadağ’ın babası rahmetli Kamil Karadağ da Fransız Askeri Mezarlığından emeklidir. Bütün bu bilgileri babasından alan Naci Karadağ, şu anda Alçıtepe-Seddülbahir yolu üzerinde Çiftlik Restaurant adındaki bir işletmede, Çanakkale Şehitliklerine ziyarete gelenlere hizmet sunmaktadır. Kendisi ve oğlu Fuat Karadağ Çanakkale Savaşları hakkında çok derin yerel bilgilere sahiptirler.

* Asyalı Annie: Fransızların, bizim Asya yakasındaki bir topumuza verdikleri isim… Asyalı Annie, Fransızların da İngilizlerin de Seddülbahir’de çok canlarını yakmıştır. Bilhassa Kerevizdere Muharebelerinde faydasını çok hissettirmiştir.

[1] Muallim Kurmay Albay Fahri BELEN, Çanakkale Savaşı’ndan Alınan Dersler, Yeditepe Yayınları, s. 17

[2] Doç. Dr. Abdurrahman BOZKURT, “Boğazlar Komisyonunun Kuruluşu ve Faaliyetleri”, Makalesinden alıntılar.

[3] Cumhuriyet Gazetesi, 23 Ağustos 1936, Gıyas TEKİN’in ropörtajı, s. 1

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.