islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3640
EURO
35,0101
ALTIN
2.325,51
BIST
9.093,85
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
23°C
İstanbul
23°C
Az Bulutlu
Cumartesi Az Bulutlu
21°C
Pazar Az Bulutlu
22°C
Pazartesi Az Bulutlu
24°C
Salı Az Bulutlu
19°C

KUR’AN DÜŞÜNCE SİSTEMLERİNİN NERESİNDE DURUYOR?  

KUR’AN DÜŞÜNCE SİSTEMLERİNİN NERESİNDE DURUYOR?  

Kur’an’ın, tenzil döneminde hayatın merkezinde yer aldığı; tenzil sonrası dönemlerde ise Kur’an’la birlikte rivayetlerin  de  yer almaya başladığı ve özellikle bazı rivayetlerin  düşünce sistemlerinin oluşumuna  da önemli  katkı yaptığı görülüyor. Bunun en belirgin örneğini de “yaratılış” konusundaki rivayetler oluşturuyor.  Dolayısıyla da dinî gruplardan her birinin,  yaratılışla ilgili rivayetlerden kendisine en uygun gelenini de düşünce sistemin merkezine yerleştirdiği anlaşılıyor.  Nitekim düşünce sistemlerinden birinin, “Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir”[1] rivayetini; bir diğerinin ilk yaratılan şeyin “Nûr-ı Muhammedî”[2]; bir başkasının ilk yaratılan şeyin “akıl” olduğu[3]  rivayetini,  düşünce sistemlerinin merkezine yerleştirdiği de biliniyor.  Bunlar arasında en dikkat çekeni ve yaygın olanı ise  “ Nur-ı Muhammedî ” rivayetidir ve sufî  düşünce sisteminde önemli bir etkinliğe  sahiptir.  Bazı kelamcılar kalem rivayetini;  İslam filozofları ise akıl ile ilgili rivayeti tercih etmişler ve düşünce sitemlerinin merkezine yerleştirmişlerdir. Bunların haricinde ayrıca  ilk yaratılan şeyin arş[4] ve su [5] olduğu rivayetleri de mevcuttur. Birbirinden farklı bu beş rivayetten su rivayeti hariç, diğer rivayetleri doğrulayacak bir bilgi Kur’an’da mevcut değildir. Buna karşılık onda yaratılışla ilgili şu bilgilere  yer  verildiği görülmektedir:

“O Allah’tır ki, sudan beşer yarattı.»[6]

«Allah her canlıyı sudan yarattı.»[7]

«Her canlı şeyi sudan yarattık.»[8]

«Sizi topraktan O yarattı.»[9]

«Sizi topraktan yaratması, sonra yeryüzüne dağılan beşer olmanız, O’nun kudretine işaret eden ayetlerdendir.»[10]

«O insanı testi gibi yanmış kuru balçıktan yarattı.»[11]

«Allah katından İsa’nın hali, topraktan yarattığı Âdem gibidir. Sonra ona ol dedi. O da oluverdi.»[12]

«Andolsun ki biz, insanı kuru bir çamurdan şekillenmiş bir balçıktan yarattık.»[13]

“Cinleri de dumansız ateşten yarattık.” [14]

“Her canlı şeyi sudan yarattık »  ayetinde  geçen  “her şey” ifadesi, umumî anlamda insanlar, hayvanlar ve bunların dışında kalan bütün canlı varlıklara ve bitkilere de şamildir.  Zira su hayatın kaynağıdır ve her şey onunla neşv- ü nema bulmaktadır. Su iki yönden hayat kaynağı olmaktadır:

  1. Su yaratılıp da yeryüzü su ile dolup taştıktan sonra bundan hayvanların, bitkilerin ve bütün canlı varlıkların meydana gelmesidir ki, buna birinci diriltme adı verilmektedir.
  2. Meydana gelen bütün canlıların, hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri için gerekli olan suyu alıp kullanmalarına da sürekli diriltme denilmektedir.[15]

Sübutu ve delaleti kat’î olan  ayetleri bir kenara bırakıp da sübutu kat’î olamayan rivayetlerin düşünce sitemlerinin merkezine yerleştirilmesi, bir taraftan Müslüman zihnini delaleti zannî konularla meşgul ederken, diğer taraftan da Kur’an’ın ihmal edilmesine  vesile olucu  bir fonksiyon icra etmiştir. Daha da önemlisi, bu rivayetlerin,    tefsir ve edebiyata yansıtılması, bu tarz düşüncelerin  etkinliğini daha da artırmıştır.  Bu nedenledir ki  Reşit Rıza,  «el–Menâr» isimli tefsirinde, «Müslümanların kötü talihlerindendir ki, tefsir kitaplarının pek çoğu, okuyucularını Kur’ân’ın ulvî gayelerinden ve devamlı yol göstericilik vasıflarından uzaklaştırmıştır. Bu tefsirlerin müfessirleri, Kur’ân’da i’rab bahisleri, nahiv kaideleri, maânî nükteleri, ve beyân ıstılahları aramışlar ve tefsirlerini, mütekellimlerin cidalleri, usûlcülerin tahriçleri, mukallid fakihlerin istinbatları, tasavvufçuların te’villeri ve mezhep ve fırka mensuplarının görüşleriyle dol­durmuşlardır” [16] deme  ihtiyacını hissetmiştir.

Kur’an’la ilgili olan fakat  dikkate alınmayan, yada gözden ırak tutulan  diğer   bir konu da, ilmihal kitaplarındaki  iman, ibadet ve ahlak başlıklarının sıralanışındaki hiyerarşik düzenle ilgilidir. Kur’an’ın tenzil  yöntemine/ Mekkî ve Medenî  surelerin genel muhtevasına göre  bu sıralama, iman, ahlak, ibadet ve hukuk  şeklindedir. Bir başka ifade ile Mekkî surelerin muhtevasında ana hatlarıyla iman ve ahlak,  Medenî surelerin muhtevasında ise ibadetler ve hukuk kuralları  yer almaktadır. Tek istinası namazdır ve o da hem Mekkî hem de Medenî surelerde zikredilmektedir.  Dolayısıyla  Kur’an’ın tenzil yöntemindeki bu sıralama, insanın öncelikle inancını ve düşüncesini şirkten arındırıp “ tevhid”e ulaşmasına ve ona ahlakî bir nosyon kazandıracak kurallarla da sosyal ilişkilerini düzenlemesine matuftu. Bir başka ifade ile bu uygulama, insanın düşüncelerini ve inançlarını şirkten arındırmayı; kendisiyle ve  toplukla  barışık bir kul olarak  Allah’ın huzuruna çıkmayı  hedefleyen bir yöntemdi. Nitekim  “siyer” başta olmak üzere sahabenin  hayatındaki  imana ve ahlaka dayalı  kulluğu  yansıtan  davranışlarda da  bu   görülmekteydi.

Kur’an’ın bu  tenzil yönteminden farklı olarak  ilmihal kitaplarında yer alan iman, ibadet ve ahlak sıralanması, müminin iç ve dış arınmasına ne ölçüde etki ettiği bilinmemektedir. Ama  günümüzde bilinen bir şey varsa, o da ibadet ettiği halde ahlakî ilkelere yeterince  önem ve değer vermeyen Müslüman bir kitlenin mevcudiyetidir. Nitekim  bu kitle, ibadetlerini yerine getirdiğinde,  bunu yeterli  görüyor;  mesela namaz kılmadığı, oruç tutmadığı veya hacca gitmediğinde  hissettiği ezikliği, mahcubiyeti ve rahatsızlığı  yalan konuştuğunda, adaletsizlik yaptığında, dedi kodu ettiğinde, haram yediğinde,  verdiği sözü tutmadığında, emanete  riayet etmediğinde, ticaretinde müşterisini aldattığında vs. gibi  ahlak dışı  her hangi  bir davranışta bulunduğunda benzer  ezikliği, mahcubiyeti ve rahatsızlığı hissetmiyor.  Kimi Müslüman ise  içki içtiği halde, domuz eti yedi diye  din kardeşini, dinden çıkmakla itham edebiliyor; ya da  gayr-i meşru ilişki içinde olan erkeğin bu davranışına göz yumabiliyor, ama böyle  bir ilişki içinde olan  kadının “ töre” adına  öldürülmesine  de karşı çıkmıyor.  Kur’an,  suç  ve cezada  kadın-erkek  ayırımı yapmadığı halde, düşünce dünyasında Müslüman, böyle bir ayırıma tevessül edebiliyor ve bundan da kaygı duymuyor.   Bu da Müslüman neden  böyle bir  zihniyete ve  düşünceye  sahip olmuştur, onu böyle  bir düşünmeye  sevk eden nedir? Sorusunu sorduruyor ve   herkesin de   kendine göre  bir cevabı bulunuyor.

Verilecek cevaplardan önemli olanı ve dikkat çekeni -kanaatimce- iman ibadet birlikteliğine önem verildiği kadar, iman ahlak  birlikteliğine  önem verilmeyişi / verilemeyişidir. Tenzil döneminde  iman-ibadet  birlikteliğine ne kadar  önem verilmiş ise,  , iman-ahlak birlikteliğine de  o kadar önem verilmişti. Nitekim  Hz. Peygamber’in yalancılığı, söz verip de sözünden caymayı, emanete hıyanet etmeyi, münafıklık alametlerinden sayması[17]; hayayı imandan  bir parçası olarak zikretmesi[18], Müslümanı  emin/güvenilir bir kişi olarak  tanımlaması [19] iman- ahlak birlikteliği  gösteren örneklerden  sadece  bir kaçıdır.

Sonuç olarak tenzil yönteminde olduğu gibi günümüzde de  önce  iman ile ahlak, sonra da ahlak ile ibadet birlikteliğine gereken değer verilir ve bu da bilinç haline getirilirse,   mevcut  olumsuzlukların, olumlu yönde değişme potansiyeline sahip olacağını/olabileceğini söylemek, abartılı bir ifade olmayacaktır.  Tenzil dönemindeki mevcut olumsuzlukları, olumlu yöne değiştiren bu uygulama, neden benzer bir değişimi  günümüzde de sağlamasın? Zira Kur’an, sadece muhtevasıyla değil, aynı zamanda  uyguladığı  bu yöntemle de evrensel bir niteliğe sahiptir.

 

[1] Buhârî, Kader, 2

[2] Bu rivayet için bkz. Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, H. No: 827. Muhammedî  Nûr, Hakikat-i Muhammediye olarak da bilinir. Bu kavramı, genellikle tasavvufçular kullanır. Hakikat-i Muhammediye inancına göre Allah, ilk defa Muhammedi nuru yatarmış, onun ardından her şey, bu nurdan ve bu nur için yaratılmıştır. Bütün peygamberlerde tecelli eden bu nur, en son Resul-i Ekrem’e intikal etmiş ve onda karar kılmıştır. (Bkz. Süleyman Uludağ; “Nur” Mad., TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2007, XXXIII, 244).  Bazı  hadisçiler göre  Keşfu’l-Hafâ  muteber bir  hadis kaynağı  değildir.

[3] Ebu Davud, Sünnet,16.

[4] Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 1.

[5] Tirmizî, Cennet, 2.

[6] Furkan, 25/54.

[7] Nûr, 24/45.

[8] Enbiyâ, 21/30.

[9] Enâm,6/2.

[10] Rûm, 30/20.

[11] Rahmân, 55/14.

[12] Âl-i İmrân,3/59.

[13] Hicr, 15/26.

[14] Rahmân, 55/15.

[15] Hasan Basri Çantay, Kur’an-ı  Hakîm  ve Meâl-i Kerim, İstanbul 1962, 2/584. ( Dip not bilgisi)

[16] Reşid Rıza, Tefsiru’l-Menâr, Beyrut, Tarihsiz. 1/7.

[17] Buharî, Edeb 69.

[18] Buharî, İman 2.

[19] Buhârî, İman 4.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.