Güven; itimat etmek, birine veya bir şeye bel bağlamak, cesaret, yüreklilik, yiğitlik ve emniyet anlamına gelir. Mü’min de; inanan, güvenen, güven veren, kendisine güvenilendir. Bugün Müslümanların kaybettiği en önemli ve en hayatî bir değerdir. İşte “güveni” kaybettiğimiz için, inanılırlığımızı ve saygınlığımızı, yani izzetimizi kaybettik. İzzetini kaybedenler, zillete düşerler.
Hem peygamberlik öncesi, hem de peygamberlik sonrası hayatı ile herkesin kalbinde “Muhammed’ül Emin” olarak yer etmiş, “En yüce bir ahlak üzere olan” (Kalem:68/4), “Âlemlere rahmet olarak gönderilen” (Enbiya:21/107), Gaye insan, Ufuk Peygamber’in örnekliğinde temsil edilmiş olan “Güvenilirlik” hasletine bugün, her zamandan daha muhtacız.
Rasûlullah (sav), bir güven âbidesi idi. Nitekim ilk vahyi aldığında, olayın şoku ile Hz. Hatice validemizin yanına geldiğinde, eşinin O’na söylediği şu sözler, Nebî’nin (sav) “Güvenilirlikle” nasıl iç içe olduğunu açıkça ortaya koymaktadır: “Sen, yakınlarına yardım eder, aileni korur, hayatını şerefinle kazanır, başkalarına doğru yolu gösterir, yetimleri korur, sözün doğrusunu söyler, emanete riayet edersin…” (İbn Hişam, 11/138)
Yani O, peygamberlik öncesi hayatında ve peygamber olarak gönderildikten sonra da içinde bulunduğu toplumda güvenilen bir insan olarak yaşamıştı.
Düşmanları bile -O’nun getirdiği dine inanmasalar da- bu gerçeği itiraf etmek zorunda kalmışlardı. Mesela Kureyş’li Nadr b. Haris: “Ey Kureyş! Muhammed’le ilgili bir çözüm bulamadınız. O, çocukluğundan itibaren içimizdeydi. İçinizde en sevilip güvenilen biriydi. Şimdi, o size dinini tebliğ edince; bu defa, ona sihirbaz, kâhin, şair, deli diyorsunuz! Allah için ben onun sözlerini işittim. Onda sizin söylediğiniz şeylerden hiçbirisi yok.” dedi. (İbn Hişam 1/320).
Bizans Kralı, Ebu Süfyan’a: “Muhammed’in diğer insanlara karşı nasıl davranır ve onlarla nasıl bir ilişki kurardı” diye sordu. Ebu Süfyan: “Muhammed, doğru ve emindir. Hiçbir sözü veya vaadinden dönmemiştir.” dedi.
Yine Hz. Peygamber’in açık daveti sonrasında müşriklerin eziyetleri karşısında Habeşistan’a hicret eden Müslümanları geri getirmek için Mekkelilerin gönderdikleri elçilerin Habeşistan Necaşisi ile görüşmeleri esnasında oraya çağrılan Müslümanların temsilcisi olan Cafer b. Ebî Talib’in; “Ey Melik! Biz putlara tapan, ölü eti yiyen, her türlü kötülüğü yapan, akraba ile ilişkiyi kesen, komşuları gözetmeyen, zayıfları güçlüler tarafından ezilen bir topluluk idik. Allah, içimizden ailesini, doğruluğunu ve güvenilirliğini bildiğimiz birini bize elçi olarak gönderdi…” demesi Rasûlullah’ın kendi toplumu içindeki konumunu ortaya koymaktadır. Nitekim Habeşistan Necaşisi de bu savunma neticesinde Müslümanları müşriklere teslim etmemiştir.
Rasûlullah (sav), aynı zamanda, Peygamberlik öncesinde değişik yerlerde farklı kişilerle yaptığı ticaretinde de dürüstlüğü ile güven veren biridir. Yaptığı ortaklık ve başarılı ticaretinde iyi kâr etmiştir. Mekke, Suriye, Şam ve Yemen halkı onun bu alışveriş kabiliyeti ve dürüstlüğüne hayrandı.
Ünü, çevre kabilelere yayıldı ve insanların güvenini kazandı. O’na işini güvenip teslim eden, sonra onunla evlenen Hz.Hatice’yi en etkileyen yönü, doğruluk ve ticaretteki güvenilirliğiydi.
Hz.Hatice, şerefli, asil, tüccar bir kadındı. Eşi ölmüş, dul kalmıştı. Kâr ortaklığı sistemi ve kervanla ülke dışına gideceklerle çalışırdı. Peygamberimizin doğruluk ve güvenilirliğinden haberdar olunca ona, Suriye’ye gidecek kervan için ortaklık teklif etmiş, Efendimiz de kabul etmişti.
Efendimizin riyasetinde Suriye’den dönen kervan, Hz. Hatice’yi çok memnun etti. Aslında hiç evlenmeyi düşünmeyen Hz. Hatice, arkadaşı Nefise ile şu haberi gönderdi: “Ey amcam oğlu, sen akrabam olduğun ve kavmin içinde şerefli ve güvenilir, doğru sözlü, güzel ahlaklı olduğun için seninle evlenmeyi arzu ediyorum.” Rasûlullah, bu teklifi kabul eder ve evlenirler.
Bugün esnaf ve çalışanıyla bütün toplum katmanları, Efendimizin bu güven ve dürüstlüğünü acilen kuşanmak zorundadır.
Evet, Müslümanlar güvenlerini yitirmeden, Osmanlı topraklarında yaşayan Rumlar, “Üzerimizde Bizans kavuğu görmektense, Osmanlı sarığını görmeyi tercih ederiz” demişlerdi. Uzakdoğu’ya İslam; orduyla, silahla gitmedi. Dürüst, güvenilir tüccarlar sayesinde gitti.
Yazar Mehmet Paksu, “İman Hayata Geçince” adlı eserinde, bugün 250 milyon nüfusla dünyanın en kalabalık İslam ülkesi olan Endonezya’ya İslam’ın nasıl gittiğini şöyle anlatır:
Gönlü İslâm’ın güzellikleriyle yoğrulmuş, kumaş ticareti ile uğraşan Müslüman bir tâcir, günün birinde kumaşlarını bir gemiye yükleyerek Endonezya’ya gider ve oraya yerleşerek “Varsın kazancım az olsun, fakat temiz ve helâl olsun” inancıyla ticaretine devam eder. Bu sebeple gabn-i fâhiş denilen, bir malı değerinin çok üstünde satmaya hiç meyletmez. Kısa zamanda zengin olma hayal ve hırsına kapılmaz.
İşe geç geldiği bir gün, tezgâhtarın sattığı mallardan çok yüksek bir kâr elde ettiğini görür ve bunun üzerine tezgâhtar ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:
–Hangi kumaştan sattın?
–Şu kumaştan efendim.
–Kaça sattın?
–On akçeye.
–Nasıl olur? Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Adamcağızın bize hakkı geçmiş.
Görsen tanır mısın onu?
–Evet, tanırım!
–O hâlde hemen git ve o müşteriyi buraya getir. Onunla hemen helâlleşmem lâzım.
Tezgâhtar gider, müşteriyi bulup getirir. Dükkân sahibi, müşteriyi karşısında görür görmez, kendisinden helâllik ister ve tezgâhtar tarafından alınan fazla parayı da müşteriye uzatır. Müşteri ise daha evvel hiç karşılaşmadığı bu güzel muamele karşısında büyük bir hayret içindedir. Kendi kendine; “Hakkını helâl et?” cümlesinin manasını kavramaya çalışır.
Bu hâdise, kısa sürede dilden dile dolaşır. Çok geçmeden de kralın kulağına kadar ulaşır. Sonunda kral, kumaş tüccarını saraya çağırır ve:
–Sizin yaptığınız bu davranışı biz daha önce ne duyduk, ne de gördük!.. Sizin bu hâliniz, bize bir muammâ oldu. Bunu bize izah eder misiniz? diye sorar. Tüccar ise;
–Ben bir Müslümanım. İslâm’da mülk, Allah’ındır. Kul sadece bir emanetçidir. Ayrıca İslâm’da haksız kazanç, fâiz, istismar, gabn-i fâhiş yani kandırmak suretiyle değerinin çok üstünde satış yapmak ve toplumun zararına olan bütün satışlar yasaktır. Bu alışverişte ise müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram karışmıştı. Ben sadece bir yanlışı düzelttim, diyerek cevap verir.
Bunun üzerine kral:
–İslâm nedir, Müslüman olmak neyi gerektirir? gibi soruları peş peşe sıralamaya başlar.
Tüccar da soruları birer birer, tatlı bir üslûpla cevaplandırır.
Böyle bir dinin varlığını bu vesileyle ilk defa duyan kral, fazla vakit geçirmeden İslâm ile şereflenir. Daha sonra kısa bir müddet içinde halk da Müslüman olur.
Evet, eğer bir toplumda esnaf ve çalışan kesimin güvenilirliği ve dürüstlüğü kaybolmuşsa, o toplumun ahlak sigortası atmış demektir. İşte o zaman, fırsatları ve kanuni boşlukları kullanarak, toplumu ve çalıştığı kurumu sömüren yaratıklar, ahtapot gibi her yeri sarar. Dolar kuruna yapılan operasyon sonrası esnaf ve tüccarın geldiği acınası durum ortada. Bunlar “Muhammedü’l Emin”in (sav) ümmeti olmaktan ne kadar uzak!!!
Türk işçileri, Avrupa’ya ilk defa geldiği 1960 sonrası yıllarda Almanya’da törenlerle karşılanmıştı. Sonra kitleler halinde gelen bu işçiler, Endonezya’ya giden dürüst tüccarlar gibi örneklik teşkil etselerdi, bugün Avrupa, başka bir Avrupa olacaktı. Dinî duyarlılığı olmayan, Anadolu’nun işsiz-güçsüz ve eğitimsiz bu insanları parayla buluştu, gazinoyu tanıdı, cinsel özgürlük başını döndürdü. Bizim Hasan’ın yaşantısının, Hans’ın yaşantısından farkı kalmadı. Kanunlardaki boşlukları da kullanarak, çelik gibi sağlam olduğu halde, hasta numarasına yattı ve Sağlık’tan da parasını alarak, anasütü gibi helâl (!) kazancıyla emeklilik günü sayar hale geldi. Böyle bir kitlenin İslam adına vereceği bir şey yoktur. Törenle karşılanan işçilerimiz, “Bir an önce memleketlerine dönseler de şunlardan kurtulsak”aşamasına gelmiştir. İşte bu, dürüstlük ve güveni kaybetme zilleti değil de nedir?
Onun için ısrarla diyoruz ki, “Rasûlullah’ın dürüstlüğünü ve güvenirliğini kuşanmaya bugün, dünden daha çok muhtacız.” Gerisi lâf-ı güzaf. Hicri takvime göre Efendimizin 1386. doğum yılında bu konular üstünde düşünsek, hatta düşünmek ne ki, kafa çatlatsak derim.
Musab SEYİTHAN
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi