islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,5811
EURO
34,8042
ALTIN
2.505,56
BIST
9.693,46
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Yağmurlu
14°C
İstanbul
14°C
Yağmurlu
Cumartesi Parçalı Bulutlu
20°C
Pazar Az Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
23°C
Salı Az Bulutlu
22°C

Sosyal Medya Hastalığı

Sosyal Medya Hastalığı
21 Şubat 2018 14:14
A+
A-

Hayvanlar alemine şöyle bir göz attığımızda bir ceylanın, bir atın, bir eşeğin veya başka bir hayvanın doğar doğmaz yürümeye, koşmaya başladığını görürüz. Onun hayatını devam ettirebilmesi  adına su ve yemek bulması için yürümesi kafidir, avcı bir hayvana yem olamamak için de koşması… Ama insan için durum hiç de böyle değildir.

İnsan bakıma muhtaç doğar ve bu bakım süresi on yıllar sürer. Çünkü insanı birey yapacak, hayatı anlamasını, niçin yaratıldığını kavrayıp buna göre bir hayat yaşamasını sağlayacak olan şey onun aklıdır. İnsan aklıyla vardır; aklı olmayanın dini de  yoktur, aklı olmayanın nikahı yoktur, aklı olmayanın bilgisi yoktur, soruları yoktur, cevapları yoktur, sorumluluğu yoktur, cezası yoktur… Yüce yaratan bizi bu fıtrat üzere yaratmıştır, bizler akıl melekemizi geliştirme adına müthiş bir merakla doğarız; konuşmayı söker sökmez de en yakınlarımızı soru yağmuruna tutmamızın nedeni budur: Sorup öğrenmek, eksikliklerini tamamlayarak kendine bir yol çizmek.

Ama büyükler; çocukların bu sorularına tatmin edici cevaplar vermek yerine tam aksine onları susturma yoluna giderler. Çocuklar büyüklerin işine karışmaz, çocuklar çok konuşmaz, sana fikrini soran olmadı, su küçüğün söz büyüğün gibi atasözleri de dahil bir sürü lakırdı dilimize mal olmuştur.

İlkokula gitmeye başladıklarında da öğretmenleri aynı şeyi yapar onlara. Parmak kaldırmadan konuşamaz, arkadaşları ile istediği gibi iletişim kuramaz çocuk. Dersin büyük çoğunluğunda öğretmen konuşacak o da dinleyecektir. Bu, eğitim sistemimizin apayrı bir sorunudur ve müstakil bir makale konusudur.

Tüm bu edilgen tutumla pasifize edilmiş ama içten içe de bu duruma karşı bileylenmekte olan; ailesinde söz hakkı verilmeyen, okulda susturulan, dinlenmeyen çocuk, bir şekilde kendini ifade etmek ister; bu, onun içinde karşı konulamaz bir duygu olarak büyür ve gelişir.

Ergenlikle beraber yetişkinliğe adım attığında ise bastırılan duyguları ile beraber olur olmaz her şey hakkında konuşmaya, yorum yapmaya, eleştirmeye başlar. Şu an bize cep telefonumuz kadar yakın olan sosyal medya da bu iş için biçilmiş kaftandır. Gündemdeki konular, ünlüler, fotoğraflar, olaylar hakkında fikrini beyan etmek; böylelikle toplumda yer edinmek, daha doğrusu bir birey olmak ister. Herhangi bir konu hakkında hangi yorumu yazarsa yazsın söylemek istediği şey aslında şudur: Ben de varım, bir varoluş mücadelesidir bu. Sadece yorumla kalsa iyi; yediği, içtiği şeyleri, gittiği, gördüğü yerleri de paylaşır ve böylelikle bir birey olma, ben de varım deme adına tecrübelerini, izlenimlerini de insanlarla paylaşarak varoluşunu perçinlemek ister.

Bu bir moda haline gelmiş ve işi vaktinden çok olmayan herkes de bu modadan nasibini almıştır. “Beğenilme ve ben de buradayım” sorunu sadece ergenler/gençlerle sınırlı kalmayıp 7’den 70’e herkesi etkilemiştir. Neredeyse tüm dünya bu çılgınlığa kapıldığından bu durum artık normalmiş gibi algılanmaya başlanmıştır. Yatak odalarında en mahrem hallere varıncaya kadar olur olmaz her şey paylaşılır olmuş, galibi hiçbir zaman belli olmayacak çılgınca bir yarışa start verilmiştir artık.

Bu paylaşımlar ve yorumlar sonucundaki etkileşim normalde karşı cinsten birine olan duygularını ifade etmeyecek-edemeyecek olan bireye, evde bilgisayarın başında yahut elindeki cep telefonuyla çok kolay bir şekilde, utanmasına gerek kalmayacak bir rahatlıkla yapabileceği sanal bir özgüven aşılamıştır. Bu olgunun gerçekliğini sade çocuklar-gençler değil yetişkinler de kavrayamamış olacak ki normalde yabancı bir erkekle yahut kadınla o şekilde konuşmaması gereken evli birinin sosyal medyada çok rahat bir şekilde lakayt davranışlar sergilediğini görüyoruz.

Youtube’un kullanıcılarına çektikleri videoların izlenme sayısına göre verdiği ücret de ayrı bir sorunun başlangıcı. “Neden?” diyecek olursanız; Youtube’da biraz gezersiniz göreceksiniz; insanlar youtuber olma adına yani Youtube’da videoları izlenilerek para kazanmak için hem kendilerini komik duruma düşürüyor, hem de onların röportaj adı altında sokaktaki insanlarla hiç olmadık tarzda konuşmalarına şahit oluyoruz. Bana öyle geliyor ki yakın bir zamanda bu ahlâkî dejenerasyonun tabî bir sonucu olarak insanımız, sırf para kazanma adına hâli hazırda Avrupa ve Amerika’da örnekleri boy göstermiş olan pornografik görüntüler yayınlamaya başlayacaklar.

Savaşta kocalarını kaybetmiş kadınların hayli fazla olduğu 1900’lü yıllarda diğer kadınlara nisbet yaparmış gibi olmasın diye kocasının koluna girmeyip arkasından onu takip eden kadının basiretine karşın, yatak odalarında en mahrem hallerini bütün dünya ile paylaşan günümüz insanın bu halini nereye koymalı acaba? Ya da başkaları da görür, canları çeker alamazlar diyerek bakkaldan alınanları kese kağıdına koyan, bezlere saran, görüntüsü ve kokusu dahil kimseyi özendirmeden erzaklarını sanki utanılacak bir şey yapıyormuş gibi gizli gizli eve taşıyan insanın ferasetinin aksine her oturduğu sofrada çektiği fotoğrafları gözümüzün içine sokan günümüz insanının bu durumunu…

Neticede sosyal medyanın körüklediği bu ahlaki erezyonun; toplumumuzu ayakta tutan iffet, haya ve diğer manevi değerlerimizi korkunç bir süratle aşındırdığı bir gerçek. Bu çılgınlığın bir kartopunun çığa dönüşmesi gibi katlana katlana çoğalıp, dozunu her gün biraz daha arttırarak nihayetinde bizleri vıcık bir kitle haline getireceğini göreceğiz maalesef.

Sosyal medyanın en olumsuz etkilerinden biri de insanların fiiliyatta hiçbir şey yapmamalarına rağmen, hassas oldukları konularla ilgili herhangi bir yazıyı veya görseli sosyal medya üzerinden paylaşıp da üzerlerindeki sorumluluğun kalktığı yanılgısına kapılmaları. Birey, farkındalık oluşturma adına bu paylaşımları yapmakla beraber maddi imkanlarından, zamanından bir kısmını ayırıp da gerçekten mütessir olduğu, kendine dert ettiği olaylara fiili olarak hiçbir katkıda bulunmuyorsa yaptığı şeyin kişisel bir tatminden ibaret olmaktan öteye gitmeyeceğinin farkına varmalı. Mesela, Çanakkale harbi günümüzde cereyan etmiş olsa, insanımızın takınacağı tavır nasıl olurdu dersiniz? Sosyal paylaşıma endeskli yaşamında kendi ölüm haberini kendisi paylaşıp “beğeni-like” alamayacağından muharebeye katılmayı aklının ucundan bile geçirmeyecek, Seyit Onbaşı ile çekeceği selfiyi sosyal medya hesaplarından paylaşmakla yetinecektir heralde. Paylaşım sitelerinde “Çanakkale Geçilmez” adlı bir sayfa açmak da ihmal edilmeyecek ve “Vatanını Seviyorsan Paylaş” şeklinde bir sloganla ülkesi için bütün fedakarlıkları yapmaya hazır vatanseverlerin(!) de bu durumdan haberdar olması sağlanacak, Youtube’da paylaşılan savaş görüntüleri izlenilip tekbirler getirilecektir muhtemelen. İnternet kotası tükendiğinden gittiği kafelerdeki “wi-fi”ye bağlandığı saatler dışında bu harbe destek veremeyecek olan büyük bir çoğunluğun duyacağı derin üzüntülerden de bahsetmezsek onlara haksızlık yapmış oluruz bence.

Beğenilmek, varlığımızı hissettirmek, kendimizi olduğumuzdan farklı göstermek, vicdanımızı rahatlatmak, flört edinmek, haberdar olmak, boş vakitlerimizde ne yapacağımızı bilemediğimizden oyalanmak… istiyoruz. Her şeyde yaptığımız gibi bu hususta da îtidâli koruyamıyor ve kantarın topuzunu kaçırıyoruz.

Üzerinizde muhakkak bekçiler, değerli yazıcılar vardır. Her ne yaparsanız (paylaştığınız yazıları, görselleri; sosyal medyada yaptığınız her şeyi) biliyorlar. İnfitar Suresi, 10-12

Sosyal medyanın hiçbir faydası yok mu, hiç onlardan bahsetmemişsiniz diyeceksiniz belki. Ben size Hoca Nasrettin’den bir kıssa ile cevap vereyim: Nasrettin Hoca’ya keçiboynuzu yiyip yemediği sorulduğunda hoca şöyle cevap vermiş: “Bir kaşık bal için bir küfe odun çiğneyemem.”

Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.