Büyük İslam bilgini Hasan el Basri, “Kur’an’ın Allah’tan insana gelen bir risale (mektup) olduğunu” söyler. Allah insanla aracılar vasıtasıyla konuşur. Cebrail aleyhisselamın Levh-i mahfuzdan alıp Hz. Peygamber (s.a.)’in kalbine ilka ettiği ve Hz. Peygamber’in kendisine ilka edildiği gibi lafızla bize tebliğ ettiği vahiy Kur’an’dır. Kur’an bir mektup ise, bize bunu gönderenin bize neyi anlatmak istediğini bilmemiz gerekir.
Kur’an Allah’tan sakınıp korkanlar, varlık aleminde Allah’tan başka hiçbir şeyden kaygı duymaya ve korkuya düşmeye yer olmadığına inananlar (takva sahipleri) için bir hidayettir (2/Bakara, 2; 36/Yasin, 11), yani doğru yolun/ Sırat-ı müstakim’in haritasıdır.
Bunun yanında Kur’an çorak ve kupkuru bir araziye düşen yağmur gibi, kalplere rahmet olarak yağar, şifa verir. Ölü toprağı diriltip şenlendiren yağmurun fili nüzul, Kur’an’ın da beşerin hayatına inişi nüzuldür.
Kur’an’dan azami faydayı sağlamak için usulüne uygun okumak gerekir. Kur’an okumak sünnet, dinlemesi farzdır. Okurken acele etmemeli, anlamını bilmiyorsak dahi, lafızların fonetiğine dikkat edip bize verdiği mesajı algılamaya çalışmalıyız. Çünkü Kur’an’ın fonetiğinde müjde verici ve uyarıcı/korkutucu ayetlerdeki ton ve vurgular farklıdır. Hiç okuma yazma bilmeyen bir çoban dahi bunu fark edebilir. Bu özelliğiyle Kur’an’ın dolaylı bir mucize olduğunu söylemek mümkün.
Kur’an okumak bir ibadettir. Anlamını bilmesek dahi kıraatin bize sevap kazandıracağını bilmeliyiz, çünkü anlamı gibi lafzı da kutsaldır. Bu yüzden namazda başka dilden ayet okunamaz. Ebu Hanife’nin başka dilde (farsça) mealden namazda ayet okunabilir yolundaki içtihadı tamamen yanlıştır, sonraları bu görüşünden vazgeçtiği rivayet edilir. Kur’an ayetlerinden hıfzetmek önemlidir. Ezber düşünüldüğünün aksine zihni geliştirir. Bu yüzden çocuklarımıza mümkün oranda fazla ayet ezberletmeye bakmalıyız, bu derslerinde ve algılarının derinlik kazanmasında onlara katkı sağlar.
Tabii ki ideal olanı, anlamı üzerinde düşünerek okumak, okuduklarımızla gündelik hayatımız arasında ilgiler kurup tefekkür etmek ve gerekli dersleri, sonuçları çıkarmaktır. Her gün mutlaka az veya çok –asgari çeyrek cüz- Kur’an okumamızda ve güvenilir bir meal veya tefsirden okuduğumuzun anlamı üzerinde tefekkür etmemizde fayda var. Hayat boyu Kur’an okumak ve üzerinde tefekkür etmek, insanı onun mucizelerine ruhen ve zihnen iştirakine yol açar. Pekiyi, Kur’an çerçevesinde kelamın mucize olması ne anlama gelir? Başka dilden (İngilizce, Fransızca) yapılan çeviri mealler veya dili sadeleştirilmiş mealler sahiplerinin mealleri değildir, hatta meal bile değildir. Meal orijinal Arapçadan Türkçe veya başka dile yapılandır.
İslam alimleri ve otoritelerinin üzerinde icma ettiği konulardan biri Kur’an-ı Kerim’in tevatüren, temel bir değişikliğe uğramadan nesilden nesile intikal etmekte olması, başka bir ifadeyle ilk indiği gibi lafız ve mana itibariyle zapt edilip yazıya geçirilmiş olması; diğeri “mucize” olması, başka bir ifadeyle diğer peygamberlerle mukayese edildiğinde son peygamber Hz. Muhammed (s.a.)’in mucizesinin Kur’an addedilmesi. Bu konuda Gulat olmayan İslam mezhepleri ve ekollerinin tamamı (Sünni, Şii, İbadi, Zahiri, Zeydi) ittifak halindedir.
“Mucize” başkalarını aciz bırakan harikulade olay, şey demektir. Kur’an özü itibariyle söz/kelam olduğundan “Muciz’il kelam’dır. Yani mahiyeti itibariyle vahiy olan bu söz dizimi (lafızlar mecmuası) başkalarını aciz bırakabilecek güç, kudret ve zamana karşı dayanıklıktadır. Üç özelliğiyle mucizedir:
Bunlar, fetanet, feraset, doğruluk, ismet ve emniyet sıfatlarına sahip olsa da, bir beşerin bir araya getirebileceği hususiyetler değildir; bu beşer Hz. Muhammed (s.a.) de olsa bile. O halde Kur’an, onun kaleme aldığı bir metin değildir, Allah’ın ezeli ve ebedi ilminden nasıl neş’et etmişse öylece kalbine ilka olunmuştur. Başka bir tabirle Hz. Muhammed, nice büyük şair veya söz ustasını aciz bırakabiliyorsa, bu onun şahsi yetenek ve kudretinin eseri değil, şanı yüce Allah’ın vahyi dolayısıyladır. Nasıl ateşi yakma özelliğini alıp serin kılan Hz. İbrahim değilse, nasıl suyun boğma özelliğini iptal eden Hz. Musa değilse, Kur’an’ı mu’cizu’l kelam kılan Hz. Peygamber değil, Allah’tır. Yani insanları aciz bırakan Hz. Peygamber değil, yüce Allah’tır. Esas itibariyle mucize peygambere değil, hakikati itibariyle Allah’a nispet edilir. Yeni tarihselci okuma, mucizeyi geçersiz kıldığı gibi, lafzı ve lafız üzerinden vaz’edilmiş hükümleri, tutum alışları, eylem ve mesajı peygamberin belli toplumsal durumunun icaplarına indirgemektedir. Bundan Allah-peygamber olmak üzere iki yazarlı metin çıkar. Kur’an “metin” olmaktan çok “hitap”tır diyenler de iki yazarlı metin görüşünü arkadan dolanarak tekrar etmektedirler. Nübuvvet olayında böyle bir şey vaki değildir.
Vahiy kalbine ilka oluncaya kadar peygamber pasiftir, vahyi alıp insanlara tebliğ sürecinde aktiftir. Şu halde peygamber, pasif pozisyonda iken vahyi alan, aktif pozisyonda aldığı vahyi muhataplarına ve muhatapları üzerinden yatay olarak ulaşabildiği çağdaşlarına ve kendisinden sonraki tarihte yaşayacak bütün beşeri nesillere tebliğ eden, pratiğini gösteren Allah’ın Elçisi’dir.
Her üç din binası üç temel taş üzerinde yükselir. Bu taşlar çekildiğinde dinlerin binası çöker. Yahudiliğin temel taşı “seçilmiş kavim”, Hıristiyanlığınki “teslis/üçleme”; İslamiyet’inki “vahiy”dir. “Alemlerin Rabbi” olan ve “Ey İnsanlar (Nas)” diye hitap eden Allah’ın bir kavme ebedi ve ontolojik imtiyaz ve üstünlük tanımayacağı hem sahih dini metinler, hem de fıtrat ve akıl vechesinden anlaşılınca Yahudilik sadece İsrailoğulları için kapalı dolaşımda hükmü geçen bir şeriat olarak kalır, beşeriyete ilişkin iddiaları çöker. Tanrının bedenlenmesi, 3’ün hem 3 ve hem 1; 1’in hem 1 ve hem 3 olamayacağı anlaşılır -ki aksi düşünülemez-, bunun yanı sıra Hıristiyanlığın temel taşı olan “baba”nın Aramice “Rab” kelimesinin karşılığı olmadığından “baba” şeklinde yer almasından kaynaklanan bir tercüme hatası olduğu ortaya çıkar. Bu böyledir ve bunu her üç mezhebin kiliseleri ve otoriteleri bilir; ne var ki bu en alttaki taştır, kimse bu taşı çekmeye cür’et edemez.
İslam’ın temel taşı vahiydir. İlk vahyin insanla buluşmaya başladığı günden beri gerek müşrikler -ki Kur’an’da kaç ayet buna değinir- gerek başka dinden teologlar veya seküler oryantalistler (atesit, deist, agnostikler) Kur’an vahyinin kayasını yerinden oynatmaya çalışmışlar veya Zekeriya er Razi gibi inancını açıkça beyan eden deistler vahyi inkar etmişlerdir, ama hiç biri Kur’an vahyine herhangi bir zarar verebilmiş değillerdir.
Esasında bir dine dışarıdan gelen saldırılar zarar veremez, belki inancı tahkim bile edebilir. Bir dine zarar onun müntesiplerinden gelir. Yahudiliği asli hüviyetinden yorumla çıkaran “din adamları” oldu; Hıristiyanlığı da teslis doktrinini vaz’eden din otoritelerinden başkası değildir. İslamiyet’e en büyük zararı tarihte siyasi iktidarlar verdi. Sultanlar ve halifeler, Şahlar ve padişahlar, krallar ve müstebit yöneticiler ne İslami bir toplum kurulmasına izin verdiler ne de Kur’an’dan hüküm çıkarmaya matuf geliştirilen usulün hayata geçmesine imkan tanıdılar. Böyle olunca İslamiyet sivil hayatta iktidardan uzak duran alim ve müçtehitler ile İslam irfanını koruma azmini kaybetmeyen ümmetin omuzlarında bugüne geldi.
Bugün ise yepyeni bir sorunla karşı karşıya bulunuyoruz. Mağlup bir medeniyetin çocukları, son iki yüz senedir uğradıkları askeri, siyasi ve ekonomik yenilginin faturasını İslamiyet’e çıkarıyorlar. Batıcı cenahın bu tezini biliyoruz, ama artık İslam’ın dilini kullanan kişiler de (ilahiyatçı-akademisyen, zihn-i müşevveş yazar ve aydınlar, hocalar) tarihin meşru mirasını ve Sünnet müktesebatını geride bırakıp doğrudan Kur’an vahyini hedef alıyorlar. İslam dünyasındaki kötü konjonktüre paralel gelişme istidadı gösteren deizme “tarihselcilik ve hermenötik” okuma biçimleri adı altında teolojik malzeme, lojistik destek tedarik etmektedir.
Elbette biz kimseyi niyetinden dolayı muaheze edemeyiz, bizim için önemli olan kamuoyuna açılan görüşler ve bu meyanda serdedilen tezlerin yol açmakta olduğu sonuçlardır. Kur’an vahyini hedef alan bu yeni durum tabii ki Kur’an’a zarar veremez, onu koruyacak olan Allah’tır (15/Hicr, 9) ama Kur’an tohumunun yeşerttiği ağaca ve ağacın altında nefes alan Müslümanlara büyük zararı olur.
Sorumluluk sahibi insanlar mütecaviz üslup kullanmadan, hukuk ve ahlak dışı saldırı yollarına sapmadan; akla ziyan komplo teorilerine itibar etmeden, devletin kurumlarını imdada çağırmaya kalkışmadan sükunetle, dikkatle ve konunun mahiyetini doğru anlayarak ve anlatarak Mü’minlerin kalbinde hayat ağacının özü olan vahiy tohumunu zehirlemeye, genetiğiyle oynamaya çalışan bu akımı ve sözcülerini mercek altına almak durumundadırlar. Bilmek gerekir ki Kur’an vahyine yöneltilen iddiaların tamamı 18. yüzyılda kalmış rasyonalizmin, 19. yüzyılda kalmış pozitivizmin ve 20. yüzyılda çökmüş bulunan modernitenin bile arkalarından desteğini çektiği akıl ve bilimle dini metinleri, bu arada vahyi kritik etme tezlere dayanır. Geç kalmış bu “rasyonalist, pozitivist ve bilimci” tarihselciler modern teslis inancının kilisesinin çoktan kapandığının farkında değiller.
Yüce Allah ömür verirse bu konuyu ayrıntılı olarak planladığımız “Kur’an’ı Okuma Biçimleri” adı altında üç ciltlik bir kitapta ele almaya çalışacağız. Fazlurrahman’ı yazdık. Bir sonraki yazımızı Abdülkerim Süruş’a ayıracağız.
Ali BULAÇ
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi