islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,5192
EURO
34,9079
ALTIN
2.423,37
BIST
9.722,09
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
22°C
İstanbul
22°C
Az Bulutlu
Perşembe Az Bulutlu
21°C
Cuma Az Bulutlu
19°C
Cumartesi Az Bulutlu
18°C
Pazar Az Bulutlu
19°C

BAZI DİNDAR PROFİLLERDE NEDEN AHLAK YOK

BAZI DİNDAR PROFİLLERDE NEDEN AHLAK YOK

Dindar geçinen çevrelerin namertçe bir kumpası sonucu cezaevine düşünce bu konuya epey kafa yordum ve bu soruların cevabını aradım. Malum 2.5 yıl az değil.

Sosyal olgu ve olayların tek boyutta ele alınamayacak ve açıklanamayacak ölçüde girift ve karmaşık olduğunun farkında olarak, yaşadıklarım üzerinden, bu konuda kısa bir değerlendirme arz etmek istiyorum.

Kuranı Kerimde “Gerçekten sen, muhteşem bir ahlak üzeresin” diye övülen ve müşriklerin bile Muhammed-ül Emin dedikleri bir peygamberin takipçileri oldukları iddiasındaki günümüz İslam âlemi tarihinin tam aksine, ahlaki göstergeler açısından, insanlık ailesinin en gerilerinde olduğu ve İslam ümmetinin derin bir ahlak krizi yaşadığı inkâr edilemez bir hakikattir.

Müslümanların bazılarında asgari ve temel düzeyde olması gereken ahlak niçin yok? Dindar çevrelerde neden ve nasıl katı, kaba ve hastalıklı mizaçlar türedi? Önce ahlak ve maneviyat diye çıktığımız bu yolda bir arpa boyu yol gittiğimizi/gidemediğimizi neyle izah edeceğiz?

Pek çoğumuz, dindar görünümlü kişi veya grupların,  şahsi yorumlarına dayanan keyfi yasak ve haramlarla hayatı daralttıklarına tanık olmuşuzdur. Ancak bu muhitlerde, pek çok zaafları bulunan bir kişiye sırf kendi cemaatinden olduğundan dolayı oldukça hoşgörüyle muamele edilebilirken “öteki” olarak görülen bir masuma her türlü kötülüğü yapma hakkı nasıl görülebiliyor?

Birileri, İslam’ın temel prensiplerini kolayca aşarak, hiçbir vicdani rahatsızlık dahi duymadan bir başkasının hayatını nasıl karartabiliyor? Mala, cana ve itibara nasıl kast edebiliyor! Ancak esfeli safilin olarak tanımlanabilecek bu ahlaki düşüklüğü dindarlıkla, Müslümanlıkla ve insanlıkla nasıl bağdaştırılabiliyor?

Oysa İslam dini, ahlak için iyi bir temel sunuyor. Allah’ın vahyi asla ahlaksızlık üretmez. Her an Allah’ın gözetimi altında bulunduğunu ve her yaptığı işten bir gün mutlaka hesap vereceğini bilen ve inanan bir kimse, sorumluluk duygusuna sahip (takvalı), ahlaklı ve medeni olması gerekirken; hakikatte böyle olmadığına, hatta bazı dindar görünen kişi ve grupların çok ciddi bir ahlak problemi yaşadığına tanık oluyoruz. Peki neden?

Seçilmişlik Vehmi ve Ahlaksızlık

Yazı dizimde de görüleceği gibi üst düzey ilahiyat tahsili yapmış ve elan her türlü dini kisvesi ve rütbesi olan kişilerin ahlaki anlamda pek çok zaaf gösterdiklerine tanık oluyoruz. Bu durum, rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in “Kuran ve İslam sadece Hocalara bırakılmayacak kadar önemlidir.” sözünü akla getiriyor.

Âlemlerin Rabbi Allahü Zülcelal tüm zamanlara hitap eden Kitabı Kerim’inde bizleri bu konuda ikaz ediyor: “Ey İman edenler! Ahbarların (din âlimlerinin)  ve ruhbanların (din adamlarının) çoğu, insanların mallarını haksız olarak yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlara can yakıcı bir azabı müjdele.” (Tevbe 34).  Bu muhteşem ayetin anlamını sadece Yahudi ve Hıristiyanları esas alarak daraltmanın doğru olmadığı, haksız tutum ve davranış içinde olan ve gayri meşru servet biriktiren Müslüman din önderlerinin de aynı eleştiriye muhatap olduğu tespitini yapmalıyız.

Diğer yandan İslam dünyasında önde olan ve seçilmişlik vehmindeki kişi veya gruplar, dinsel kibir ile yeryüzünde hakikati ve ilahi iradeyi temsil ettiğini düşünebilmekte ve aslında kendi bencil taleplerini ve nefsanî arzularını, Allah’ın talebi gibi hissederek(ki bu hisse sahip olanlar psikiyatrik vakadırlar),  görerek veya sunarak yaptıkları ahlaksızlıkları meşrulaştırabilmekteler.

Bilge muvahhit Aliya İzzetbegovic “Bir şahsın yüceltilmesi hadisesi, geçmişte ve bugün var; ama İslam’a kesinlikle yabancıdır! Çünkü bu bir çeşit putçuluktur!” demişti. İslam âleminde şirk kokan bu türden yaklaşımların olduğunu söylememiz abartı olmasa gerek.  Maalesef bazı dini görünümlü çevreler, kendi liderlerini aşırı abartma hastalığına duçardırlar.

Müntesipler, bağlı oldukları kişileri ve eserlerini ne kadar yüceltiyorlarsa ve olmadık özellikler atfederek övüyorlarsa grup içi bağlılık ve dayanışma da o ölçüde güçlenmekte ve mevcut cemaat, ivmesi artarak büyümektedir. Bu propagandanın ve sloganın gücüdür.

Nitekim grup üyeleri arasında, Mehdi, Mesih gibi unvanlar başta olmak üzere pek çok kutsi isim altında liderlerinin Allah tarafından özel bir misyonla görevlendirildiğine ve büyük kerametler gösterdiğine dair anlatımlar dilden dile dolaştırılarak ciddi sayıda insan tarafından kabul görmesi sağlanıyor. Müntesipler, liderlerine hak etmediği aşırı abartılı bir kıymet yüklediklerinde, ondan ütopik beklentilere girmekte ve körü körüne ona bağlanmaktadırlar.

Tarihte pek çok örneği görüldüğü gibi fanatikler, kendi dini ve siyasi liderlerinin Allah tarafından seçilmiş olduğuna, eserlerinin ve icraatlarının Allah tarafından yazdırıldığına ve yaptırıldığına; netice itibariyle liderlerinin ve onun bağlıları olarak kendilerinin, tek gerçeği/doğruyu temsil ettiğine inanmaktadırlar.

Gözlemlediğim kadarıyla süreç şöyle işliyor: Önce kendi liderlerine ve gruplarına atıf yaptığı iddiasıyla Kuran ayetleri ve rivayetler oportünist yorumlarla tevil edilmekte, sonrasında diğer grup ve cemaatlerden özellikle farklı ve seçkin olduklarını ortaya koymak için nesebi gayri sahih yeni yeni kurgu hikayeler üretmektedirler.

Bu çerçevede sloganlar, ritüeller ve kendilerini diğerlerinden ayırt eden şekiller icat edilerek grup içi özel bir sevgi, bağlılık ve anlayış geliştirilmektedir. Nihayetinde lider ve hizbinin seçkinliğine dair üretilen maksatlı ve zorlama yorumlar, diğer gruplara,  cemaatlere ve topluma, üvey evlat gibi bakılmasına neden olmaktadır.

Kendi sosyokültürel ortamında ürettiği dini yorumu mutlak hakikat olarak lanse eden layüsel liderlerin yönettiği cemaatlerde, koyu bir taassup belirgin şekilde ortaya çıkmakta, kendilerine katılanları ve yardım edenleri kurtulmuş, diğerlerini ise helak olmuş gibi addetmeye başlamaktalar. Kendi sanal gerçekliğini tekrarladıkça büyüyen cemaat bağnazlığı; kendi dışındaki gerçeklikleri kavrayamadığı için hırçınlaşmakta ve daha da içe kapanmaktadır.

Şablonlarla düşünüp kalıplarla yaşayan bu dini yapılar; cehalet ve yobazlık girdabına kapılmakta, gittikçe özgürlük alanlarını daraltma eğilimine girmekteler. Böyle oluşumlar; tepkisel, renkliliğe ve çeşitliliğe karşı, toleransı az, tabuları çok olan ve sorgulamayan militan tipler üretiyorlar.

Gelinen noktada; karşı olmak üzerine odaklanmış katı, kaba, kasvetli dindarlar ve yapılanmalar oluşmakta, suçlayıcı sığ inançlarını başkalarına da dayatmaktadırlar.

İlahi hakikati temsil ettiğine ve Hz. Peygamberin neslinden olduğuna inandığı kurtarıcı, şefaatçi bir lidere intisap ettiğini, dahası bunun kendisine lütfedildiğini düşünen özgüveni yüksek bir müntesip; bu motivasyonla kendileri dışındaki kişi ve grupların faaliyetlerini anlamsız ve boşuna bir uğraş olarak görmeye, hatta zararlı ve yok edilmesi gereken cereyanlar olarak bakmaya başlamaktadır.

Öfke, kin ve nefret üreten bu patolojik dindarlığın akılla, izanla ve dinle bağdaştırılamayacak inanılmaz sonuçları olmaktadır. Öyle ki; Müslüman kimliğinin ve şahsiyetinin insani, İslami ve evrensel mücadele alanları terk edilip, iddialarına tamamen zıt kesimlerle bile şer ittifakları kurabiliyorlar. Dahası, başta kendilerine en yakın özelliklere sahip Müslüman kimlikli kişi ve gruplara karşı amansız bir mücadeleye girişebiliyorlar.

Tekelci kişiler, gruplar ve yapılar, dinin temel ahlaki ilkeleri yerine; şekil, ritüel ve sloganlar üzerinden sözde hakikat bekçiliğine soyunarak grup çıkarları ve grup çıkarlarının arkasına sakladıkları nefsani arzuları adına hak yemeye ve hukuksuzluk yapmaya başladıkları gibi daha da ileri giderek kendi grubundan olmayanları düşmanlaştırmaya ve imha etmeye kadar vardırabiliyorlar.

Dolayısıyla bu düşünce, bağlılarının elinde ölümcül bir silaha dönüşüyor. Grup içinde bireysel özgürlüklerini kaybetmiş olan bu militanlar,  “öteki”ler hedef gösterildiğinde,  kendilerini son derece özgür hissetmekte, yaptıkları haksızlık ve hukuksuzluklardan sorumluluk dahi hissetmemektedirler.

Bu tür cemaat yapılanmaları, grup çıkarını gözeten yeni bir fıkıh oluşturmakta, bu fıkıh gereğince işledikleri cinayet, hırsızlık, usulsüzlük ve iftiraları meşrulaştırmaktadırlar. Sonuçta Kuran’ın ve İslam’ın temel prensiplerine aykırı fetvalar havada uçuşmaktadır. Böylece din, bu kişilerin sözde yüce idealleri için işledikleri suçları ve ahlaksızlıkları meşrulaştırma aracına dönüşmektedir.

15 Temmuz öncesi süreçlerde FETÖ’cü askerlerin kendilerini gizlemek amacına matuf olarak özellikle Ramazan ayında oruç tutmadıkları, içki içebildikleri ve eşlerinin kıyafetlerini uyandırmak istedikleri imaja yönelik dizayn edebildikleri, toplumda yaygın bir kanaattir.

Terör elebaşının talimatıyla Bank Asya’yı kurtarmak maksadıyla diğer bankalardan faizli kredi alan gönüllü kölelerin varlığı mahkeme kararları ile tescil edildi.

FETÖ’nün özellikle mahrem birimlerinde İslami prensiplerin tamamen rafa kaldırıldığı, yapıyı sorgulamaya başlayan müntesiplerinin ifadelerinden de anlaşılmaktadır.

Şahsen ben cezaevinde, çalıntı KPSS sorularını il il gezerek dağıttığını bana anlatan bir FETÖ mensubu dindar ile aynı koğuşu paylaştım ve bu konularda onunla uzun uzun sohbet ederek psikolojilerini anlamaya çalıştım.

Tekelci ve tek adamcı yapıları FETÖ ile sınırlı görmek büyük bir yanılgı olacaktır. Tarihte pek çok örneği görüldüğü gibi bugün de Türkiye’de ve İslam dünyasında bu zihniyete sahip siyasi, ideolojik ve dini grupların olduğunu; kendi tek doğrucu görüşlerini yaymak ve daha da büyümek için iktidarı meşru olmayan yol ve yöntemlerle ele geçirmeye çalışacaklarını unutmamak gerekir. 15 Temmuz tecrübesine rağmen FETÖ’yü üreten tarihi ve sosyokültürel zeminin birkaç yılda değişmesini beklemek zaten sosyolojik gerçekliğe de aykırıdır.

Hiyerarşik bir emir komuta zinciri altında yapılan cinayetler, haksızlıklar ve ahlaksızlıklar, talimat gereği olduğu için iç rahatlığı ile icra ediliyor. Ütopya peşinde koşan fanatiklerimiz harika bir dünya kuracaklarına inanıyorlar. Kutsal davaları için işledikleri fetvalı cürümlerinden de ayrı bir şeytani haz alıyor olmalılar. Bu yüzden işledikleri bazı sıra dışı cürümleri, hedeflerine giden yolda ufak tefek şeyler olarak görüyor olmaları mümkündür.

Öyle bir hakikati temsil iddiasındalar ki başka bilgiye, akla ve tecrübeye ne ihtiyaç var diye düşünüyorlar. Sözde sağlam bir kulpa yapışmışlar. Değil mi ki ilahi iradeyi kendileri veya liderleri temsil ediyor. Âlemlerin Rabbi olan Allah, haşa sadece kendi taraftarı ve özel ilahları… Neticede cenneti de tekellerinde hissediyorlar. Birileri cenneti falan grubun bir koluna has kılarken bir diğeri evrakları ayarlayarak bağlılarını topyekûn cennete taşıma iddiasında!

Nitekim bu durum Kuranı Kerim’de; Kitap ehli, ‘Yahudiler veya Hıristiyanlar hariç, hiç kimse asla cennete giremeyecek.dediler. Bu onların kuruntusudur. Sen de onlara de ki, ‘Eğer gerçekten doğru söylüyorsanız, delilinizi getiriniz.’” (Bakara 111) buyrularak sadece bu türden iddiaların asılsızlığı ifşa edilmiyor, hakikat tekelciliğinin yanlışlığını da ortaya konuluyor.

Böyle bir zihniyet Yahudileşmeye doğru gidiştir. Neticede Siyonizm gibi tekelci, seçkinci ve grupçu bir inanç gelişiyor. Yahudilikteki seçilmiş millet ve kutsal toprak ideolojisi böyle bir zihinsel süreç neticesinde ortaya çıktı ki bu inançta onların yalnız olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Böyle bir inanca sahip kişilere göre, sözde seçilmiş ve kutsanmış bir topluluk dışında kalanların hak ve hukukları rahatlıkla ihlal edilebilir ve bir sorumluluk da gerektirmez. Nitekim Allah Teâlâ, Önceki vahyin mensuplarından öyleleri var ki, kendisine bir hazine emanet etsen (kuruşuna dokunmadan) iade eder; öyleleri de var ki, tek bir dinar emanet etsen tepesine dikilmedikçe sana geri vermez. Bu, onların, ‘Bizden olmayanlara yaptıklarımızdan dolayı bir sorumluluğumuz yoktur.’ şeklindeki iddiaları yüzündendir. Fakat onlar bile bile Allah hakkında yalan söylüyorlar.” (Ali İmran 75) buyurarak yaptıkları ahlaksızlığı Allah’a isnat eden bu zihniyeti açıkça deşifre ediyor.

Liderlerine körü körüne tabi olan kişiler kendilerini kurtuluşa eren tek topluluk yani “fırka-i nâciye” olarak düşünürken, hesap günü geldiğinde, büyük bir şok yaşayacaklar ve Ey Rabbimiz! Biz sadadlarımıza (liderlerimize) ve kuberalara (ileri gelenlere) uyduk, bizi doğru yoldan saptıranlar onlardır! (Azhap 67) diyerek kendilerini yoldan saptıran liderlerini ve ileri gelenleri Allah Teâlâ’ya şikâyet edeceklerdir. Bu derin pişmanlığın yanındaki öfkeyi ise,  “Ey Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanete uğrat.” (Azhap 68) bedduasıyla ifade edeceklerdir. Ne var ki son pişmanlık fayda vermeyecektir.

Muhasebe Yapmak ve Hatalarımızla Yüzleşmek Zorundayız

Bugün açıkça görülmektedir ki Müslümanlara, dinî görünen grupların verdiği zarar din dışı grupların verdiği veya vereceği zarardan katbekat fazladır. Kokuşmuş ahlakları her gündeme taşındığında dindar profillerinden dolayı İslam’ın temel prensipleri dahi tartışılır hale gelmektedir.

Birileri karşı mahallede bunlar yok mu diye sorabilir. Elbette bu çevrelerde de hakikat tekelciliği yapan, tek tipçi ve tek adamcı yaklaşımlar neticesinde ortaya çıkan ahlaksızlıklar yaygın olarak müşahede edilmektedir. Biz bize benzeriz. Arzumuz, bütün sosyal yapıların ve özellikle kendini dindar olarak niteleyen ve toplumda dindarlığıyla temayüz edenlerin bu tekelci kör fanatizm üzerinde düşünmesi, hiçbir komplekse kapılmadan analitik tespitler yapması ve çözümler sunmasıdır.

Yeni FETÖ’lerin, Boko Haram’ların, Taliban’ların ve İŞİD’lerin oluşmasında kuluçka görevi yapan zihniyetle ve tarihimizin zehirli çöpleriyle tanışmak ve hatalarımızla yüzleşmek zorundayız.

Dinde de Devlette de Şeffaflık

Bu ülke hepimizin. Bütün toplum kesimlerinin din ve devleti tekellerine almaktan ve kendileri gibi düşünmeyenleri ötekileştirmekten vazgeçmeleri, çoğunlukçu değil çoğulcu ve kapsayıcı bir yaşam tarzını benimsemeleri, toplumsal huzur ve refahımız için elzemdir.

Yukarıdan dikte edilen dini yorumlara göre bir ahlak inşasının mümkün olmadığını son 150 yıllık İslami hareketlerin, İslam Cumhuriyetlerinin ve İslami iktidarların akıbetinden görüyoruz. Güç ile sınanmanın zorluğu dışında hurafe ile kitap arasına kesin bir duvarın çekilememesi de bir başka açmazımızdır. İzzetbegovic ne güzel söylemiş: “Din hurafeleri yok etmezse, hurafeler dini yok eder.

Vahyin kılavuzluğunda, bilim ve aklın ışığında hareket edildiğinde siyasi ve dini liderlerde üstün güçler vehmetme kültü kendiliğinden zayıflayacaktır. Birey katılımını ve bireysel sorumluluk duygusunu güçlendirecek, gün ışığında yönetim ve gün ışığında adalet icra eden şeffaf ve denetlenebilir birimler, cemaatler, kurumlar ve topyekûn bir sistem inşa etmek bir zorunluluktur.

Diğer yandan bireylerin ve liderlerin hakikat tekelciliği ve vazgeçilmezlik kibrini bırakıp kendi din ve siyaset anlayışlarını özgürlükçü, katılımcı ve çoğulcu bir şekilde değiştirme yönünde istek ve irade göstermeleri gerekir. Bunun gerçekleşmesi, tabanın bilinçlenmesi ile buyurgan lider kademesini bu yönde zorlamasına bağlıdır.

Yazımı, “Kur’an harikası olan ilahi ahlak, İslam diyarında çoktan gömülmüştür.” sözünün sahibi mütefekkir Nurettin TOPÇU’nun 11 Nisan 1965 tarihli mektubuyla bitirmek istiyorum. Niçin İslam dünyası kan revan içinde diye sorarsanız, bunun bir nedeninin de rahmetli TOPÇU’nun mektubundaki sitemi içinde aramak gerekir diye düşünüyorum. Benim bu hakikati görmem yaşadığım acı tecrübeyle mümkün oldu. Kim bilir Rahmetli TOPÇU neler yaşamıştı? Bakınız TOPÇU’nun 57 yıl önce yaptığı tespit ve sitemine:

“Hizmetine ömrümü harcadığım memlekette, dostlarım kalmadı gibi bir şey. İnsanın düşkünlüğünü, sefaletini bilirdim ama ruh sefaletinin bu kadar karanlığını görmemiştim. İnsan diye emek verdiklerimin hemen hepsi de ruh ve mana mefhumuna yabancı, menfaat kölesi birtakım haşerelermiş. Ahlaksızlığın ummanı olan bu Şark´ı yaşadıkça tanıyorum. Burada insanı fenerle arayanlar yanılmamışlar. ‘Müslüman’ız diyen insan yığını´ yok mu? Onlar, Şark´ın en aşağı tabakasını teşkil ediyor. Yaşanan şekliyle Müslümanlık Şark´ı bitirmiş. Buraya artık ne ilim girer ne ahlak ne de Allah uzanır bunlara… Bunların önce her şeyi bırakıp, insanlık devrine girmeleri lazım.”

Yorumlar
  1. kuzeyyıldızı dedi ki:

    Sayın hocam olay açık net ve o kadar öz ki, “Gerçekten sen, muhteşem bir ahlak üzeresin” örneğinden yola çıkarak ahlaksızlığın nasıl gövde gösterisi yaptığını örneklerle vermişsiniz.