Rabbimin lütfuyla 1970 Ocak ayında 24 yaşında Süleymaniye camiine Hatip oldum. Görevimden alınıncaya kadar bu ulu mabette 500 kadar hutbe okuduğum için hutbelerimle bilir olmuştum…
Hamd olsun rüyalarımız gerçek oldu. Ayasofya’nın yeniden ibadete açılışına katıldım.
Namaz sonrasında karşılaştığımız kardeşimiz Şevki Yılmaz “ Bu gün açılış hutbesini Ali Rıza Demircan okumalıydı,” diyerek hamdimizi mûcip temennisini dile getirdi.
Eve döndüğümde Ankara’da mukim olup 86 yaşını doldurmuş üstad Mehmet Soysal ağabeyimiz de telefon ederek “ Siz okusaydınız nasıl bir hutbe okurdunuz. Çok merak ediyorum,” demez mi?
Bizim anlayışımıza göre müessir bir hutbe için İslâm’a bir hayat düzeni olarak iman etmek ve iyi bir çalışma yapmak gerek. Hutbenin sunumu için de yürek sızısı ve sevdası lazım.
Ben de kendi kendime sordum, sen olsaydın nasıl bir hutbe irâd ederdin? Aklıma, tam elli yıl önce hatipliğimin ilk yılı olan 1970 Mayısında 24 yaşında iken Süleymaniye camiinde hazırlayıp okuduğum hutbem geldi. “İstanbul’un Fethi” başlıklı, Ayasofya’nın prangalı oluşunun hüznünü de içeren bu hutbem benim için de sorumun cevabı oldu.
Mevcut şerait içinde Ali Erbaş kardeşimizi başarılı bulduğumuzu belirtmek isterim. Sizlere eğindiğim hutbemi sunuyorum:
İSTANBULUN FETHİ
İstanbul’un Fethi Manâ ve madde fâtihi olan Peygamberimiz,
İstanbul’un fethini müjdeleyen mucizevî bir hadislerinde şöylebuyurmuşlardır:
«Kostantiniyye elbette feth olunacaktır. Onu fetheden kumandanne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir.» (C.Sağîr, 2/123, B.Lam)
Her haberi doğru, her sözü gerçek, her işareti hak olan Yüce Peygamberimiz, bu mübarek sözleri ile İstanbul’un fetih emirlerini vermiş, bu emri yerine getirecek kumandanı sevmiş, fetih mücâhidlerini bağrına basmıştı.
Sevgili Peygamberimizin inanan kalpleri fetih aşkıyla çağlatan bu iltifatı, İstanbul’un Müslümanlar tarafından defalarca muhasara edilmesine yol açmıştı. Fakat bu manevî devlet Osman Oğulları’ndan Fâtih Sultan Mehmet Han’a nasîb olmuştu.
İslâm Dini’nin hayat nizâmı ve adalet ilkesi üzerinde kurulan Osmanlı Devleti’nin, Ulu Peygamberimizin izinde yetiştirilmiş 22 yaşındaki bu genç bilgin hükümdarı, Peygamberimizin «O ne güzel kumandandır» müjdesine mazhar olma aşkıyla yanmıştı. Gece-gündüz fetih sevdasıyla yaşamış, sağlam bir imanla lüzumlu bütün hazırlıkları yapmış, gerekli tedbirleri almıştı.
6 Nisan 1453 Cuma günü surların dibinde kılınan Cuma namazından sonra ufukları inleten tekbir sedâları ile muhasara başlamıştı.
İstanbul’un fethi arzusuyla tutuşan maddî ve ma’nevî güçle mücehhez üç yüz bin mücahid ve yüz yirmi parça donanma ile başlayan muhasara, elli üç gün sürmüştü. Güllelere dayanan surlar, candan, canandan geçen mücâhidlerin gazâ ve şehâdet mefkûresine mağlûp olmuştu.
Ebû Eyyüb-elEnsârî Yeşil Sancağı…
Muhasara uzadıkça bazen ümidler kınlıyor, fakat âlimler cihâd âyetlerini okuyarak mücâhidleri teşci ediyor, asırlar önce İstanbul surlan önünde şehid düşen büyük sahâbî Ebû Eyyüb-elEnsârî’yi misâl vererek askerleri gayrete getiriyorlardı.
Medine’ye hicretinde Peygamberimizi hanesinde misafir etmiş, Bedir harbinde İslâm ordusunun yeşil sancağını taşımış bu yüce sahâbî 80 yaşında bir pîr iken İslâm ordularıyla Konstantiniyye’ye (İstanbul’a) gelmiş, muhasara sırasında arzusuna ermiş; şehid düşmüştü.
İstanbul’un manevî fâtihi Akşemseddin’in bu yüce sahâbînin kabrini keşfetmesinden sonra fethin müyesser olacağına imânı artan Anadolu ve Rumeli askerleri, birer kahramanlık örneği kesilmiş, Ebû Eyyüb-el Ensârî’yi yeşil sancağı ile aralarında hissetmişlerdi. Her nefer bir Ulubatlı Hasan olmuştu.
«Ya ben İstanbul’ualırım, ya İstanbul beni» diyen genç Fatih, hocası Akşemseddin ile kumandanlarını, askerlerini coşturuyor, sarsılmayan azmî ve Allah’ın inâyetiyle 70 parça gemiyi Kasımpaşa sırtlarından Halic’e indiriyordu.
27 Mayıs Pazar günü askerine oruç tutarak fethe hazırlanmalarını emreden Fâtih Sultan Mehmed Han, 29 Mayıs sah sabahı, sabah namazından sonra okunan Fetih sûresini dinleyen mücahidleriyle son hücumu yapmış, surlar açılmıştı.
Tekbir sadâları içersinde şehre giren Fâtih’in Peygamberimizin; «O ne güzel kumandandır» medhine mazhar olmanın bahtiyarlığı içerisinde kalbi sürurla dolup taşıyordu.
«Allah cihâdını mübarek kılsın hünkârım.» diyerek etrafını çevreleyen kahramanlarına «Allah’a şükürler olsun, Allah şehîdlerimize rahmet etsin, mücâhidlerimize şeref ve saadetler ihsan buyursun» diye cevaplar veriyordu.
Fatihin İfadesi
Fâtih Sultan Mehmed Han böylece etrafında yükselen «Maşallah Padişahım, çok yaşa» âvâzeleriyle şehrin ortasına varmış, burada durarak mücâhidlerine şu kısa hitabelerini irâd buyurmuşlardır:
«Ey kahraman mücâhidler! Allah’a hamd olsun. İşte bundan böyle sizler Kostantiniyye fâtihlerisiniz. Hz.Peygamberin medih buyurduğu şerefli askerler sizler oldunuz, gazanız mübarek olsun. Asla çocukları, din adamlarını, sizinle harbetmeyen kimseler iöldürmeyin, kadınlara dokunmayın ki Peygamberin size lâyık gördüğü şerefin ehli olasınız.»
Sonra atından inerek kıbleye dönmüş, yüzünü topraklara sürerek Allah’a şükran secdesine varmıştı. Korku içerisinde dehşete düşen İstanbul halkına haberciler salmış: «Herkes işine baksın, malından, canından, ırzından emin olsun; huzursuzluğa meydan verilmeyecek» diye nidalar olunmuştu.
Sınırsız bir din ve vicdan hürriyeti tanıyarak geçek adaleti tesis etmişti.
Büyük Fatihimiz böylece, İstanbul’un yalnız toprağını değil, Bizanslıların gönüllerini de fethetmişti.
Fethin 3. Günü İstanbul’da ilk Cuma namazını, camiye tahvil ettiği Ayasofya’da kılan, çağ kapayıp, çağ açan yüce ceddimize, Cenab-ı Mevlâ’dan rahmet niyaz ederim.
Saygı Değer Mü’minler!
Görülüyor ki, İstanbul’umuzun hakikî fâtihi, müjdeli talimatı veren Peygamberimizdir. Peygamberimiz, Fâtih’in ve fetih askerlerinin gönlünde taht kurmasaydı İstanbul alınmaz, bu mabedler diyarı İslâm’ın malı olmazdı.
Evet, Ayasofya’sıyla beraber İstanbul İslâm’ın malıdır. Yalnız İstanbul değil, tarihi ile beraber-bütün Anadolu İslâm’a âiddir.
İslâm’la yücelmiş milletimizin Anadolu’daki tarihini başlatan Malazgirt zaferi, İslâm’a vatan, adaleti götürecek mekân arayan Müslümanların zaferidir.
Alpaslan Gazi
26 Ağustos 1071 Cuma günü Cuma namazından sonra askerlerinin önüne geçerek onları teşcî eden ve: «Allah’ım, Sen’i kendime vekil yapıyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve Sen’in uğrunda savaşıyorum. Allah’ım, niyyetim hâlistir. Bana yardım et, sözlerimde hilaf varsa beni kahret» niyazı ile Allah’a teslim olan, şehîd edildiği yerde gömülmesini vasiyyet eden Alparslan Gazi ve kahraman mücâhidleri İslâm Nizamı’ndan güç alan insanlardı.
Süleyman Şah
Antakya’yı fethedince yüzon müezzinle şehrin büyük kilisesinde ezan okutan Anadolu Türk Devleti kurucusu Süleyman Şah âdeta insan arzu ve irâdesine dayanan zulüm idâresinin yıkıldığını, İslâm Nizamı adına âdil ve bereketli bir idarenin kurulduğunu ilân ediyordu.
Osman Gazinin Vasiyeti
Osman Gazi’nin ölüm döşeğinde, oğlu Orhan Gazi’ye yaptığı aşağıdaki vasiyet, devletimizin temel felsefesiydi.
« Oğlum, senden dileğim, zulüm ve fenalığa iltifat etmemektir. Dünyayı doğruluk ile şenlendirmeli. Benim ruhumu da cihâda devam ederek şâd eylemelisin. Dinî hükümlerin intizamla yapılması için ilim adamlarına hürmet et. Asker ve mal ile gururlanma. Dinimizin adaletine aykırı şeylere heves etme. İstediğim Allah’ın dinidir. Yoksa dünya padişahı olmak için kavga etmek maksadını gütmeyesin. Ben yalnız din için, Allah’ın rızâsı için harb ettiğim gibi, sana da benim yolumda gitmen yaraşır.»
İstiklâl Harbi
Evet… İslâm Nizamı’nın hediyesi olan Anadolumuzu İstiklâl Harbi ile kurtaran yine halkın İslâmî imanı, gönüllerde yaşayan gaza ve şehâdet mefkûresiydi.
Ezanlar dinmesin, ma’bedlerimizin göğsüne nâmahrem eli değmesin, namusumuz lekelenmesin, ecdada makber şühedâya türbe olmuş İslâm’ın bu son yurdu çiğnenmesin, İstiklâl-i Din ve Vatan elden gitmesin diyen her imanlı yiğit candan geçmiş, İslâm’a vatan olmuş bu topraklarda yedi düvele baş eğmemişti.
Biz İslâm İle Var Olmuşuz
Tarihimizin, dinimizi gerçek manasıyla yaşadığımız her devrinde, İslâm mübarek topraklarımıza rahmet gibi sinmiş, ecdadımızın gönüllerinde filizlenmiş, millî zevklerimizde ve sanat eserlerimizde renk renk tecelli etmiş ve 6 asır yaşayan büyük devletimizin hayat iksiri olmuştur. Evet, aziz ecdadımızın inşa ettiği medeniyette, icra ettiği adalette, tesis ettiği vahdette görülen diriltici ruh İslâm’dı. Bizim ,her muvaffakiyetimizin sırrı İslâm’dı. Gerileyişimizin ve çöküntüye uğrayışımızın ana sebebi de, İslâm şeriatından ayrılışımız olmuştur.
Biz İslâm’la var olmuşuz, bu nizamla yaşamışız. Ahlâkımızı, adaletimizi, var olma gücümüzü, kudretli olma aşkımızı Allah’ın dininden devşirmişiz.
Tarihimizde olduğu gibi devrimizde de fert ve toplum olarak manevi yönden yücelmek, madi bakımdan gelişmek istiyorsak biricik yol İslâm’a dönmek, O’nun hayat yasalarına göre hayatımızı düzenlemektir.
Mahzun Ayasofya
Fethin bu mukaddes hatıraları içinde yüzerken mahzun Ayasofya’dan bahsetmeden geçemeyeceğim. Beşyüz sene minarelerinden okunan ezanlar dinmiş, kubbelerinden gönüllere akan Kur’ân sesleri kesilmiş, zemininde yapılan secdelere hasret kalmış Fatih Ayasofya’sı için yıldızlar göz yaşı olarak dökülse, cılız bir matem ifadesi olamaz.
Ayasofya bir müddet daha açılmayacak. Ayasofya’nın kapanan kapıları bizi öz şahsiyetimize kavuşturacak geçidin kapılarıdır. Ayasofya’da okutulmayan Kur’an, gençliğimizin kalbinde bir nizam olarak yerleşmesi istenmeyen Kur’ân’dır. Ayasofya’da susturulan ezan, Hz. Muhammed’in cemiyet önderliğini ilan eden ezandır.
Bu gün Hak nizamımıza ve şanlı Önderimize tâbi olamadığımız için güçsüz ve mefkûresiz kalışımızın feci halini remzeden Ayasofya’mızın açılmasını beklemeyiniz.
Onu açacak, aziz yurdumuzu İslâm adına yeniden fethedecek Fetih gençliğimizin yetişmesi için bütün gücünüzle çalışınız. Bu mübarek neslin zaferi için Allah’a dua ediniz.
Istanbulumuzun fethinin bu yıldönümünde Yüce Rabbimden cümlemize tarih şuuru vermesini, İslâmî çizgide yürüme aşkını ihsan etmesini dilerim.
Hutbemizi bir âyetle bitiriyorum:
«(Ey Mü’minler!) Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer gerçek mü’minler iseniz en üstün sizlersiniz.» (Al-i İmran, 139)
NOT: Bu hutbe 1971 yılında yayınladığımız “Süleymaniye Minberinden İslâm Nizamı” isimli hutbe kitabımızın 404 – 410. sayfaları arsında yer almaktadır.
Ali Rıza DEMİRCAN