islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3702
EURO
34,7254
ALTIN
2.392,78
BIST
10.208,65
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
19°C
İstanbul
19°C
Az Bulutlu
Cuma Yağmurlu
15°C
Cumartesi Az Bulutlu
18°C
Pazar Açık
20°C
Pazartesi Açık
21°C

Danışma Meclis Üyeliği İçin Başvurum

Danışma Meclis Üyeliği İçin Başvurum
15 Ekim 2023 09:00
A+
A-

12 Eylül Darbesinin hemen akabinde olaylar durdu. Güvenlik tesis edildi. Ama ilim ve fikir adamlarında, yazarlar ve sanatçılarda, değişik kanaat önderlerinde düşünsel bir yılgınlık ve düşüncelerini ifade etme suskunluğu/acizliği devam ediyordu. Duyarsızlık, bizim yetişmiş insanlarımızın ana özelliği gibidir. Aslında bana sorarsanız, ülkemizin bugün de devam eden temel sorunlarından biri yürekli aydın yetiştiremeyişimizdir. Bu durum bütün sosyal kesimler için geçerlidir.

15 Temmuz Örneği

Bunu 15 Temmuz darbe teşebbüsü sırasında da gördük. Türkiye Büyük Meclisi’nin bombalandığı gece, içeride kaç milletvekili vardı, bir diğer anlatımla kaç milletvekili gelmişti? Ekranlarda bir istisna ile bakan görebildik mi? Mangalda kül bırakmayan iktidar ve muhalefet kadroları neredeydi? Yedikleri içtiklerini ve sokak görüntülerini bile anında sosyal medya hesaplarında duyuran belediye başkanlarının hesaplarına bir bakın, darbe teşebbüsünün başladığı saatler ile başarısızlığının kesinleştiği saatler arasında yazılmış karşı koyucu tek satır bulabilecek miyiz? Özel bir çalışma yapmadığım için istisnaları ben göremedim, belki vardır.

İslâm bağlısı olarak nitelenen tarikatlar ve cemaatler de suspus olmuştu. Oysaki İslâm “Cihadın en büyüğü ve erdemlisi zalim sistemler ve yöneticilerine karşı hakkı haykırmaktır,” buyurmuyor muydu? İslâm’ı bir hayat düzeni olarak öğrenip algılatmayan yapılar, fikir ve söylem mücahitleri yetiştiremezler.

Ben de İlim ve Düşünce Adamıydım

Toplumsal şartlara göre ben de ilim ve fikir adamıydım. Üstelik benim ayrıcalıklarım vardı. Türkiye’mizin en büyük kültürel ve ekonomik şehri olan İstanbul’daydım. Ülkemizin en büyük camisi olarak kabul edilebilecek Süleymaniye Camii’nin Anadolu’muzda da tanınıp bilinen bir hocasıydım. 35 yaşlarındaydım.

Pek bir etkinliği yok ise de Marmara Bölgesi Din Görevlileri Federasyonunun görevi yeni devralmış başkanıydım. Federasyonun etkili üyeleri ve hiçbir geliri yoktu ama ismi kullanılabilirdi.

Ciddi ciddi düşünmeye başladım, bu umumi hareketsizlik içinde ben ne yapabilirdim? Bu arada Danışma Meclisi üyelikleri için başvurular da başlamıştı.

Süleymaniye Camii İmamıydım. Yukarıda anlattığım gibi camiimizde öğle ile ikindi arasında sürecek Pazar vaazları adıyla bir program başlatmıştım.

Başka ne yapabilirdim. Söyleme bakılırsa 12 Eylül ihtilalcileri yeni bir Anayasa hazırlatıp ülkemizi sivil yönetime bırakacaklardı. Kendi kendime sen niçin “Danışma Meclis üyeliği için İstanbul’dan aday olmuyorsun ?” diye sormaya başladım. Tamam, muhtemelen beni seçmezlerdi. Çünkü İslâm’dan ödün vermez kimliğim bilinebilir durumdaydı. İyi ama, ihtilal konseyi yarın huzur-u ilahide ‘Yarabbi! Biz alanı açtık ama bize hakkı söyleyecek adam çıkmadı,’ derlerse biz ne cevap verecektik. Fikir sancıları içinde geçen çok kısa bir süre içinde 10.08. 1981 tarihinde İstanbul Valiliğine Danışma Meclisi üyeliği için dilekçe verdim. Arşivleme disiplinim yoktur ama başvuru dilekçemin sûretini bugüne dek saklamışım.

Devletçe Sınanmam Başlıyordu

Danışma Meclisi üyeliği için başvurdum. Doğal olarak da sonucu beklemeye başladım. Müracaatımdan bir süre sonra Süleymaniye Camiinde görevimin başındaydım, yanılmıyorsam bir ikindi sonrasıydı. İmam odasına girip oturduğumda içeri bir kişi girdi. Memur ise emeklilik arifesinde olduğu yaşlıca görüntüsünden belliydi. Hüviyetini ibraz ederken bana deniz albayı veya albay emeklisi olduğunu da söyleyip şöylece söze başladı:

– Hocam sizi bana bazı arkadaşlarım tavsiye etti. Benim için çok önemli olan bir konuda görüşünüzü almak istiyorum.

Bu arada gittiği bir camide imam-hatibin kravatı sebebiyle kendisini yermeye kalkıştığını da söylemeyi ihmal etmemiş, vereceğim tepkiyle kendince sınamasını da başlatmış olacaktı.

Namazlardan sonra bize soru sormak üzere cemaatimizden farklı kültür düzeylerinden insanlar gelir. Ama hiç kimse kimliğini göstererek kendisini tanıtma gereğini duymaz. Sorulmazsa açıklamaz da.

İsmini şimdilerde hatırlayamadığım bu kişi farklıydı. Ben de Danışma Meclisi üyeliği ile ilgili bir yerlerden şöyle veya böyle bir haber bekliyordum. Denemeye uğratılmayı da bekliyor muydum hatırlamıyorum. Çok ihlaslı günlerimden biriydi o gün. Kişi, kimliğini açıklayarak söze başlayınca, mili istihbaratçılardan görevli biri olduğunu sezinledim, hatta katiyet derecesinde anladım. Kendisine özgü bir taktikle kişiliğimi tespit ve rapor edecekti.

İstihbarat Albayı ve Sorulaştırdığı Problemi

Albayımız görüşümü almak istediği problemini şöylece sorulaştırmaya başladı:

Ben duygulu bir insanım, görev aşıklısıyım da. Her işin mükemmel olmasını isterim. Genelde geceleri teftişe çıktığımda nöbet tutan askerlerin uykuya dalanını gördüğümde çılgına dönerim. Uyuklayan askerin elime aldığım tüfeğiyle onu öylesine döverim ki anlatamam. Öfkem geçinceye kadar döver ve perişan bir şekilde bırakırım. Sonra da odama döner vatan sevgisinden ötürü yaptığım darb fiilim sebebiyle hüngür hüngür ağlarım. Şimdi ben Mehmetçik veya benzeri bir vakfa bir miktar para bağışlasam günahıma kefaret olur mu?

Peyami Safa’nın Bir Hikayesi

Erkence yaşlarda, Peyami Safa’nın bir hikayesini okumuştum. Genç bir adam, üstadın yazdığı gazetedeki bürosuna gelir. Annesinin verem olduğunu, tedavi için geldikleri İstanbul’da içine düştükleri çaresizliği anlatarak yaptığı duygu sömürüsüyle üstadın ve arkadaşlarının yardımlarını toplar. Birkaç gün sonra Peyami Safa aynı gencin aynı senaryo ile birkaç yazarı daha dolandırdığını öğrenir ve unutamadığım şu teşhisi koyar:

– Bu gencim bana ve arkadaşlarıma anlatımları yalan olabilir ama farklı türlerden de olsa yaşadığı bunalımlar ve çaresizlikler hakikatin ta kendisidir.

İstihbarat albayımız ya gerçeği dile getiriyordu ya da kurguladığı olay iç dünyasında kopan fırtınayı seslendiriyordu.

Dedim ya ihlaslı günümdeydim.

Cevabım Hakkımda Tutulacak Raporu Şekillendirecekti

Bu gibi durumlarda içtenliğim zirveleşirdi. Yürek atım şaha kalkmıştı, nöbet bekleyen gözyaşlarım kılıç darbeleri gibi inmek için emir bekliyordu.

Titreşen duygularımı sözlerime yükleyerek darbeler gibi indirmeye başladım: – İnsan en güzel kıvamda yaratılmış varlıktır. Onun onuru da yücedir. Dövmek onura saldırıdır ve onursuzların işidir. İslâm hiçbir şekilde dövme hakkını size vermez. Dövmek zulümdür ve de haramdır.

Nöbette uyuklayan gençlerimiz anadan babadan yardan ayrılarak vatan ocağına gelmişlerdir. Onlar vatandır, vatanın geleceğidir. Uykuya dalan askeri şefkatle uyandırıp yapılanın ne derece önemli olduğunu ve nasıl bir tehlikeye yol açabileceğini anlatmak varken, hem de aşırı bir şekilde dövmek de ne oluyor? Askerlik ve vatan savunması kişisel ve milli onurumuzu korumak için değil midir? Kaldı ki bildiğim kadarıyla askerî yasalar da dövmeye ruhsat vermez. Mutlaka ceza verilecekse bu sizin takdirinizle değil, yasalara göre hakim takdiriyle olmalıdır. Bu da dövme olamaz. Bu sebeple siz İslâm’a göre haram, askerî yasalara göre de suç işlediniz.

Mehmetçik veya benzeri bir vakfa bir miktar para bağışlamak, işlenen harama/suça kefaret olamaz. Yapılması gereken dövülen askerleri bularak veya yazışarak bir şekilde helâllik almaktır. Ya da kırılan kalpler sayısınca hüzünlü asker gönlü kazanmaktır. Çünkü kuraldır, cezalar suçun cinsinden olur.

Cevap sadedinde yaptığımız açıklamalar, sorunun cevabı olmaktan çok, Danışma Meclisi’ne üye olunup olunamayacağının kararı gibiydi. Hakikat veya kurgu, dinlenen olaylara böylesi tepki verilirse görülecek haksızlıklara nasıl tavır konulacağı belliydi. Süleymaniye Camii görevlisi de olsa bir İmam-Hatib’e İslâm adına konuşma yetkisi verilebilir miydi?

Böylece Danışma Meclisi’ne üye olma maceramız da noktalanmıştı. Ben İslâm açısından da doğru olan atılımı yapmıştım. Hiç şüphesiz samimiyetim ölçüsünde ecrimi de alacağım. Çok geçmeden beni Süleymaniye Camii görevinden aldılar. Alan zalimler belliydi ama gerekçesi ne olursa olsun Süleymaniye Camii İmamlığı görevinden ayrılma kararını ben vermiştim. Arka planda kararı ben vermiştim de ön planda hükmü zalimler takımı uyguladı.

Necip Fazıl’ın Piyesi

Necip Fazıl merhumun veya bir başka tiyatro yazarının adını hatırlayamadığım bir piyesinde, denizaltı batar, dışarıda kurtarma çalışmaları yapılırken içerde umutlar sönmek üzeredir. Ölümün ayak sesleri duyulurken er Ahmet komutana sorar:

  • Bizi, denizaltıyla birlikte dibe çeken nedir/kimdir biliyor musunuz, komutanım?

Cevabı da kendisi verir:

  • Bizim evin yakınında bir yerde gölcükümsü bir su birikintisi oluşmuştu. Ben tüfeğimi aldım ve o su birikintisi içinde vakvaklayan kurbağayı vurdum. Dibe çökmeye başlayan o kurbağa var ya komutanım, işte bizi denizaltı ile birlikte dibe çeken o kurbağadır.

Sözün bittiği yerdeyiz Biz de bu bölümümüzü bağlamış olalım.

* * *

Darbeye Karşı Halkımızın Yanındayız

15 Temmuz darbesi öncesinde, başta A Haber olmak üzere, değişik televizyon kanallarında Fetö’nün iç yüzünü açıklayan 10 kadar programa katıldım. 15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece, Facebook sayfamda  saat

01.29’da darbenin karşısında  ve Milli İrade’nin yanında olduğumu duyurdum.

Aklını Kullanamayan Sömürülür

Allah’ın Vereceği Nimetlere Erişim Kolaylaşır

Yaşımın başıma getirdiği ve benim de Kur’ânî ölçülerle yönlendirdiğim aklımın beni erdirdiği hakikat şudur:

Allah bir insanı örneğin mal varlığı veya ilimle deneyecekse yaratırken bazı yetenekler verir ve sebeplerini de kolaylaştırır. Bu sebeple bir nimet istenildiğinde, zahiren sebep gibi görülen vesilelere yapışmalı ama istenilen sonucu almak için illa da ısrar edilmemelidir. Aksi takdirde netice alamayacağınız gibi çok da yorulursunuz. Bir de karşılaştığınız herhangi bir olgu âhiret hayatına zarar verici değilse elem çekmeye de değmez. Dokuz çocuk babası, birçok ilmi eserin sahibi ve mal varlığı olan bir insan olarak bu söylediklerimi yaşamış bir insanım. Bedel de ödemişimdir. Bütün nimetler Mevlâmızdandır.

Hayat inişli çıkışlıdır. Sabırlı ve arif olmak gerek. 12 Eylül ihtilalinden sonra ülkemizde ve de camiamızda derin bir sessizlik olduğu için İstanbul’dan Danışma Meclis üyesi olmak için adaylık başvurusunda bulunmuştum. Hatırlayamıyorum ama başvuru öncesinde mutlaka bazı istişarelerde bulunmuşumdur. Dış görünüşümüze aldanarak su-izanda bulunanlar olabilirse de Âdem gibi adamlara danışmayı ihmal etmem. Allah Peygamberimize istişare etmesini emir buyurmuyor mu?

Nakşi Şeyhi Mahmut Efendiyle Görüşmem

Bir akşam nasıl olduysa İsmailağa’ya gidip dostum olan nakşi şeyhi Mahmut Efendiyle de görüşme gereğini duydum. Allah kendisine şifalar ihsan etsin.

Ben 20 yaşlarında Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı Hocamızın müridi olduysam da kimden sadır olursa olsun, Kur’ân ve Sünnet dışılığa taviz vermedim.

Mahmut Efendi bana değer verirdi. Ben de ona kıymet verirdim. Mesela, herhangi gibi bir cenazede beraber olsak, Tezkiye konuşmasını bana yaptırırdı. Dahası da var. Bir Cuma günü İsmailağa camiine ziyaretine gittiğimde Cuma hutbesini okuyup namazı kıldırmamı rica etmişti. Ricasını kabul ettim. Ettim de unutamadığım riskli bir olayı da yaşadım. Getirdikleri şalvarı ve cübbeyi giyip sarığı taktım. Mahmut Efendiyle birlikte camiye girdik. Hocamız ön safa geçerken ben de minberin önüne gelip oturdum. Aradan üç dakika geçmemişti ki 15 yaşlarında bir çocuk yanıma gelip kulağıma yaklaşarak duyabileceğim şekilde şöyle dedi:

– Beni sana gönderdiler. Gönderenler “Sakın ha minbere çıkmasın, çıkarsa sonucu kötü olur,” diyorlar.

İsmailağa Mahmut Efendinin biri damadı, diğeri de baş müridi olmak üzere iki kişinin öldürüldüğü yerdi. Bu tehdidi alıp da tereddüt etmemek mümkün değildi. Ama baskı görünce yüreklenen kişilerdendim. Çıkıp hutbeyi okudum ve namazı da kıldırdım. Namazdan sonra durumu Mahmut Efendiye anlattım ve “bu başkaldırı bana değildir, sizedir” demeyi de ihmal etmedim.

Biz konumuza dönelim; İsmailağa’ya gittim. Zannederim bir akşam-yatsı arasıydı. Selam verip oturdum ve gerekçelerimi de açıklayarak Danışma Meclisi üyeliği için başvuruda bulunduğumu açıkladım. Açıkça bir talepde bulunmadıysam da en azından yaptığımı işin doğruluğuna onay verilmesini istemiş oldum. Bir şey kader planında varsa sebepler nereden ortaya çıkar bilinmez.

Sohbet meclisinde tanıdığım ve de tanımadığım kişiler vardı. Bazıları dua etti. Tanımadığım ama rahat ve biraz da çevresine hakim bir tavırda oturan kişi söz alarak kendisine güvenen bir eda ile ‘ biz bu işi hallederiz, çünkü generallerden dostlarımız var,’ deyiverdi.

Biz Safızdır Sorgulamayız

Biz Müslümanlar biraz da saflığımız ve tecrübesizliğimizden olacak sorgulamaz, hemen ümide kapılırız. Mahmut Efendi söz aldı: Bu zat emekli hakim olan çevresi geniş bir zattır, bu işi halleder, demez mi? Bir de her ikimize yönelip Süleymaniye Camiinde buluşup bir çalışma başlatın deyip emir/öğüt bağlamında kelam etmez mi?

Namaz kılıp ayrılırken Süleymaniye Camiimizde buluşmak üzere sözleştik. Sözleştik de adamı gözüm tutmamıştı. İsmailağa çevresinin tanıdığı bir kişi de değildi. Generallerle dostluğu olacak bir adama da benzemiyordu. Biz bu işi halleriz dedi de nasıl halledecekti. Böylesine rahat nasıl konuşuyordu? İlk defa gördüğü bir imam hatibe bu fedakârlığı niye yapacaktı?

Hulâsa adamı içselleştiremedim. Mahmut Efendinin müridi olmadığım için keramete de yorumlamadım. Nasıl olsa anlayacağız, dedim.

Uygulayacağım Yöntemi Belirledim

Doğrusu geleceğini beklemiyordum. Gelirse de nasıl bir yöntem uygulayacağımı belirledim. Camide nöbette olduğum için erkence geldim. O da ezandan dört beş dakika önce geldi. ’Aman efendim dört gözle bekliyordum ’ deyip kendisinden derin bir beklenti içinde olduğum duygusunu vermedim. Doğal bir tavırla hoş geldiniz deyip namazdan sonra görüşebileceğimizi söyledim.

Benim sorgulamaksızın ümide kapılacak ve maddî imkânlar sunabilecek biri olmadığımı anlamıştı.

Namazı kıldırdım. Tesbihat sırasında etrafa bakındığım halde kendisini göremedim. Odama gelirken kendi kendime ‘bu kadar şüpheci olma, belki de katkısı olabilir’ diyordum. Odamda gözlerim kapıda bekledim. Gelen yoktu. ‘Sıkışmış tuvalete gitmiş olabilir ‘deyip bekledimse de gelen giden yoktu. Sömürülecek kişi olmadığımızı anlayınca zaman kaybetmek istememiş olacak ki sırra kadem bastı.

Dolandırıcı Bağıra Bağıra Gelir de…

Genç yaşta basit kayıplarla bir iki kez dolandırıldım. Şimdilerde düşünüyor ve de anlayabiliyorum; Dolandırıcı aslında bağıra bağıra gelir. Eğer kişi arzuladığı sonuca ermek için bilinen sebeplerine yapışmakla yetinmez de aşırı bir istek gösterirse, hırsı onu köreltip sağırlaştırır. Böylece göremez ve işitemez olur da kendisini sömürtür.

İşte böyle aziz okuyucum! Tecrübe, uğranılan zararların toplamıdır, denir. İbret almak gerek. Kur’ân çizgisinde biribirlerimizi uyarıp hakka, sabra ve merhamete yönlendirmeliyiz ki kayıplar/zararlar tekerrür etmesin.

(Devam Edecek)

MİRATHABER.COM

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.