islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3346
EURO
35,0867
ALTIN
2.308,85
BIST
9.079,97
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
21°C
İstanbul
21°C
Açık
Cuma Az Bulutlu
23°C
Cumartesi Az Bulutlu
21°C
Pazar Az Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
23°C

Domates Biber Patlıcan

Domates Biber Patlıcan
25 Şubat 2019 13:19
A+
A-

Barış Manço’nun 1989 yılında piyasaya çıkıp, zamanın gençlerinin dillerine pelesenk olan bir şarkısı vardı: “Domates, biber, patlıcan.” Utangaç âşık, tam bir fırsatını bulmuş, sevgilisine ilan-ı aşk edecekken, sokakta yankılanan zerzevatçı sesinin her şeyi tuz buz etmesinin hikâyesiydi şarkının sözleri. Aradan otuz yıl geçti. Barış Manço’nun şarkısı dillerine pelesenk olan kuşaklar gençlik çağlarını çoktan devirip orta yaşlarını güzeran etmeye koyuldular ve ilk gençlik hayalleri gibi şarkıyı da çoktan unuttu birçoğu. Ancak otuz yıl sonra yaşananlar bir anda şarkıyı yeniden zihinlerde canlandırdı, gündeme getirdi.

Aydınlarımız, asırlar sürecek bir rüyaya daldılar. “Terakki, aydınlanma, gelişme” rüyasıydı bu. Şarkıdaki körkütük âşıktan farksızdı aydınlarımız. İflah olmaz bir sevdaya gönül düşürmüşler, dermansız bir derde müptela olmuşlardı. Nelerden vazgeçmediler ki bu muhayyel sevgiliye ilanı aşk edip hemhal olabilmek için. Bütün değerleri samanlık yakar gibi küle çevirdiler. Bir mirasyedi misali haraç mezat satıp savdılar terekede ne buldularsa. Onlara siyasetçiler ve idareciler eşlik etti. Aslında onları yoldan çıkaran biraz da müstağrip idareciler ve siyasetçilerdi. Batı başkentlerine gönderdikleri münevverler, bizde olmayan sırrı alıp dönecekti; ilerleyecektik. Halk ise şaşkındı uzun yıllar boyunca. Ona aydınların ve siyasetçilerin izlerinde gönülsüz de olsa yürümek düşüyordu; ağır aksak.

Sonra onlar da aynı sevdaya gönül düşürdü yavaş yavaş: Bir bildiği olmalıydı ekâbirin mutlaka. Olmasa eğer bir sevdaya koca Devleti Aliye-i Osmaniye harcanır mıydı; bozuk para misali? Bu sevda genç Cumhuriyetle beraber farklı bir boyut kazanarak devam etti. İlerlemek için elden çıkarılması gereken daha çok şey vardı! Köklü tedbirler almak ve tavizsiz uygulamak gerekirdi. Alındı ve uygulandı. Ama yine de arzu edilen visal bir türlü gerçekleşmiyor, terakki namlı dilberin dillere destan güzelliği her yanı kasıp kavuruyor, nice akılları baştan ırak edip olmayacak işler yaptırıyor, ancak bir türlü “rû be rû(face to face desem anlaşılır zahir) duruma gelinip ilanı aşk ve kavuşma imkânı doğmuyordu.

1950’lere yaklaştığımızda artık sabırsızdık. Kaf dağının ardındaki Mehlikâ için neler yapabileceğimizi göstermek istiyorduk. II. Cihan harbinin bitmesine ramak kala savaş ilan ediyorduk. Ardından, sevgiliyle halvet imkânı sunacağını umduğumuz büyük kulübe üye olmaya karar verdik. Azmimiz sevgilide karşılık buldu; ucu yanık bir mektup geldi “suna”dan. Bizden aşkımız için fedakârlık bekliyordu Mehlikâ. Nato üyeliği için Kore’de “dinsiz imansız komünistlerle” harbe tutuştuk “aşk” ve “iman”la. Ardından kulübe kabul edildik.

Kulüpte, o muhayyel sevgilinin hakikatine erişmek, onun cemaliyle müşerref olup murada nail olmayı beklerken, o bize sürekli aracılarıyla haberler saldı, taleplerde bulundu. İsteklerinin ardı arkası kesilmedi. Mesela kırsaldaki nüfus çok yüksekti! Böyle bir nüfus dağılımıyla sevgilinin vuslatına nail olamazdık. Nüfus kendi tükettiğini çoğunlukla kendisi üretiyordu. Oysa midesi karadelik gibi olan Batılı endüstriye bu şartlarda ne verebilirdik ki…

Yapacak bir şey yoktu. Bu sevdaya baş koymuştuk bir kere. Ölmek vardı, dönmek yoktu. Öğütlenen her icraat göç gerçeği olarak ortaya çıktı. Dalga dalga nüfusu kırsaldan büyük şehirlere yığdık. Elçiler geldi sürekli sevgilinin adına: “Yetmez!” dediler. Kırsalda nüfus hâlâ çok yüksekti. “Arzu ettiğim mutluluğu sağlayacağın konusunda güven vermiyorsun” diyordu “sevgili”. Oysa “seven ne yapmaz”dı ki…

Neler yapmadık ki… Adım adım kırsaldaki nüfusu erittik. Geleneksel tohumlarımızı yok ettik, binlerce yıllık tohumları terk edip hibrit ve GDO’lu tohumları benimsedik. Hesapsız kimsasal gübre ve ilaç kullanmak suretiyle toprağımızı mahvettik. Kendi hayvan ırklarımızın canına okuduk, hayvancılığı neredeyse yok ettik. Elimiz de yerli tavuk bile bırakmadık. İnsanımızı endüstriyel ete mahkûm ettik. Tarım ve hayvancılıkta ihracatçı konumda iken yeni binyılda ithalatçı durumuna düşüyorduk. Daha ne yapmalıydık ki?

Oysa sevgilinin istekleri hiç bitmedi. O istedi biz yine yaptık. Ufak üreticiyi yok edip, büyükleri de küresel tarım şirketlerinin, genetiğini değiştirip patentlendiği tohumlarının mümessili haline getirdik. Sevgili bizden, kendimiz üretip kendimiz tüketmemizi değil, “Monsanto” gibi dev tarım şirketlerinin müşterisi olmamızı istiyordu. Ee, aşk ispat işiydi. Ne kadar ciddi olduğumuzu ispat etmeliydik. Ettik de…

2000’li yıllara kavuştuğumuzda kırsal kesim nüfusunu % 20’lerin altına düşürmüştük. Arzumuza nail olma yolunda önemli bir ışık yakılmıştı sevgili cenahından. Heyecanla hamle üstüne hamle yaptık. En son kırsal kesim nüfusunu % 7,5 seviyelerine düşürdük. Yaptığımız “reformlar” sayesinde dışarıdan yabancı yatırımcı yağıyor, ülkemiz sıcak para ve ithal malı cennetine dönüyor, AVM’ler ülkenin en ücra köşelerine kadar yayılıyor ve halkımız Çin’den ithal edilmiş kazak – gömlek giyiyor, ithal mercimek yiyip, Çin malı çekirdek çitliyordu. Daha ne yapabilirdik ki aşkımızı ispat için?

Bunca şey yaptık, ancak sevgilinin naz u niyazı hiç bitmedi. Biz halvete nail olalım diye beklerken, o, bize karşı değişmeye başladı. Biz oldu- olacak derken o bizi başından atmak için her şeyi yapar oldu. Sadık hizmetkârlarına bizi darp ettirmek bile istedi. Bizim kafamız karışıverdi bu arada. Bu nasıl bir muameleydi. Uğruna yapmadığımız fedakârlık kalmayan sevgili şimdi bize düşman muamelesi yapar olmuştu. Bu işte bir yanlışlık olmalıydı.

Vazgeçmek istedik, unutmak için çareler aradık. Ancak yine de içimizdeki sevda galebe çaldı. “Bu sevdaya sadakatle bağlı kalmaya devam edeceğiz.” mesajları gönderdik yeniden. Sevgili de yumuşama emareleri belirdi bu ara, bizim de içimizden güvercinler havalandı yeninden, küllenen ateş birden tutuştu gönlümüzün derinliğinde. Bu kara sevdadan kaçış yoktu, seviliyle halvetten başka derdimizin ilacı da yoktu. Zira bu muhayyel sevgili uğruna tüm ihtimalleri sıfırlamış, derdimize derman olacak ne ki değer varsa yerle yeksan eylemiştik. Şimdi onları- her ne kadar lafını etsek de- yeniden kuşanacak cesareti kendimizde bulamıyor, biraz da imkânsız görüyorduk. Yeniden hayallere kapıldık ve tam sevgiliye: “Alla beni pulla beni al koynuna yâr” diyecekken bir ses yankılandı sokaklardan: ”Domates, biber, patlıcan!”

Kapıldığımız ilerleme sevdasının sonunda, içine düştüğümüz durum vahim. Bir peri surete kanıp, cadı karakterine aldandık. Köyü ve köylüyü kalkındırma arzusuyla başladığımız süreç köyü ve köylüyü yok etti. Onların tükenişiyle birlikte tarım ve hayvancılık da küresel gıda kartellerinin operasyon alanı haline geldi. Geldiğimiz süreçte küresel tarım şirketlerinin eline düşürülmüş durumdayız. Gıda fiyatlarındaki fahiş artışlar acı bir gerçeğin pahalı bir faturayla önümüze gelmesinden başka bir şey değil. Dileriz ki bu acı gerçek ve ülkenin her yanında yankılanan: “Domates, biber, patlıcan!” sesleri hepimizi gafletten uyandırsın. Her şey bitmiş değil. Islah her zaman mümkündür. Ve Allah ıslaha çalışanların yardımcısıdır.

Şaban ÇETİN

Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.