Sıla-i rahimin güzelliklerinden biri de, ummadığın bir yerde ve ummadığın bir zamanda çocukluk arkadaşlarından birine rastlamaktır. İlçemde belediyeye ait çay bahçesinin kenarından geçiyorken yıllar sonra bir çocukluk arkadaşımı, dostları ile birlikte sohbet ederken gördüm ve yanlarına vardım. Selamlaştık ve yılların hasretiyle kucaklaştık. Beni dostlarına, onları da bana tanıttı. Kimileri öğretmen, kimi üst düzey bir bürokrat, kimi de eli kalem tutan ve amatörce şiirler yazan emekli kişilerdi. Sohbet ediyorlarmış, benim gelişimle kesilen sohbetlerine yeniden başladılar. “Ne olacak bu memleketin hali?” tarzında devam eden bir sohbetti. Her birinin konuşmalarından farklı siyasî kanaatlere ve ideolojiye sahip oldukları anlaşılıyordu. Konuşmalarında kimi geçmişi, kimi de bugünü kötüledi. Kimi geçmişte aydınların, yazarların ve ediplerin iyi olduklarını; bugünkü aydınların, yazarların ve ediplerin ise kötü olduklarını söyledi. Kimi camilerin çok, cemaatin ise azlığından şikayet etti. Kimi bu görüşe itiraz ederek mabetsiz şehirlerden söz etti. Kimi eskiden toplumun daha ahlaklı olduğunu, günümüzde ise ahlakın bozulduğunu söyledi. Ara sıra ben de söze karıştım ve eskiden de bazı konularda haramların işlendiğini , mesela rüşvet konusunda hem Fuzulî’nin hem de Koçi Bey’in şikayet ettiğini ve Mehmet Akif’in de bir asır önce Almanlar için söylediği “İşleri var dinimiz gibi, dinleri var işimiz gibi” sözünü hatırlattım, ama ben daha çok onları dinlemeyi tercih ettim. Düşünce dünyalarını öğrenmek istedim.
Genel kanaat geçmişin daha iyi, bugünün ise kötü olduğu şeklindeydi. İçlerinden biri daha radikaldi ve Osmanlı döneminde her şeyin çok iyi olduğuna inanıyor ve her münevverin o dönemde dindar olduğunu söylüyordu. Bunun üzerine itirazlar başlıyor, bugünün dün den daha dindar olduğu savunuluyordu. Onlara Yahya Kemal’in 23 Nisan 1922 tarihinde Tevhîd-i Efkar Gazetesi’nde yayımlanan “Ezansız Semtler” adlı yazısından söz ederek, bu yazıyı, ilk defa 1960’lı yılların sonlarında “Aziz İstanbul” isimli kitabında okuduğumu ve çok etkilendiğimi söyledim. Sonra da “o yıllarda bazı kişilerin de etkisinde kaldığım için ben de böyle bir düşünceye sahiptim, ama bugün değilim. Zira o yıllarda mazi, benim için meçhuldü ve benim için meçhul olan her şey de iyi ve güzeldi, ama ne zamanki Yahya Kemal’in bu yazısını okudum, işte o zaman bu düşüncemin bir zandan ibaret olduğunu anladım, dolayısıyla da fikrim değişti” deme ihtiyacını hissettim. Sonra da “Bu nedenle geçmişi hep övmek ya da kötülemek, kısaca kategorik düşünmek doğru bir yöntem değil. Her dönemin kendine göre iyi ya da kötü yanları var. Önemli olan iyi yanlarını almak, kötü olanlarını terk etmektir. Sadece terk etmek de yeterli değil, aynı zamanda onlardan ibret almak, ders çıkartmak da gerekir” dedim ve onlara “Ezansız Semtler” in bir özetini anlattım. “Yahya Kemal, şayet bugün yaşasaydı, acaba nasıl bir yazı yazardı? Bilemiyoruz, ama yazdığı yazılar hâlâ varlığını koruyor ve bize yaşadığı dönemle ilgili önemli bilgiler sunuyor. Bu nedenle özetini sunduğun o yazının bir bölümünü, sizinle paylaşmak istiyorum:
“Dört sene evvel Büyükada’da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erkenden uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada’nın mahalle içindeki sâkit (sessiz) yollarından kendi başıma câmiye doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatın gözleri bana çevrildi. Beni, daha doğrusu bizim nesilden birini, camide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada o saatte toplanan Ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu, yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün cemaatin arasında yalnız benim vücûdumu (varlığımı) hissediyorlardı. Ben de onların nazarlarını hissediyordum. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek-dil, yek-vücut olarak gördüm. O sabah, o Müslümanlığa az âşinâ Büyükada’nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik. Namazdan çıkarken kapıda âyândan Reşid Âkif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: “Bu bayram namazında iki defa mes’udum. Hamdolsun sizlerden birini kendi başına camiye gelmiş gördüm! Berhudâr ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni mütesellî etti!” dedi.
Hem geldiğimi, hem de bayramımı tebrik etti. Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik ettiler. Bu basit hâdiseden pek samîmi olarak haz duydular. O sabah gönlüm her sabahtan fazla açıktı.
Biz ki, minâreler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübârek muhitten çok sonra ayrıldık. Biz böyle bir sabah namazında anne millete dönebiliriz. Fakat minâresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlamayacaklar!” [1]
Onun bu anısını hep önemsedim. Zira o dönemde yaşayan aydınların, yazarların, şairlerin dinî düşünceleri ve yaşayışları hakkında bana önemli ip uçları veriyordu. Bu nedenle anıların, gelecek nesillere aktarılan en değerli kültür hazinelerimiz arasında yer aldığını düşünüyorum. Zira sürekli değişim ve dönüşümün yaşandığı günümüz dünyasında yeni nesil, bir önceki neslin yaşadıklarını yaşamıyor. Bu genç nesil, şayet geçmişle ilgili bir şeyler duymamış, ya da okumamış ise geçmişi bilmiyor ve yaşadığı hayatın bir benzerinin geçmişte yaşandığını da sanıyor. Çoğu da inanmada zorluk çekiyor. Nitekim bizim neslin 1950’li ve 60’lı yıllarda yaşadıklarını kızıma anlattığımda bana, “Babam bize Gılgamış Destanı anlatıyor” dediğini hiç unutmuyorum. Dolayısıyla genç nesil, geçmişini bilmediği için yaşadıkları hayatın önemini ve değerini de yeterince kavrayamıyor. Hayal ettikleri yarınların, ancak geçmişi iyi bilmekten ve anlamaktan geçtiğinin de farkında değil. Geçmişini bilmeyen bir neslin ise gelecek için doğru bir yol çizme; nereden ve nasıl gideceklerini bilme şansı da bulunmuyor, dolayısıyla bu nesil, kendilerine rehber olacak önemli bir kılavuzdan da yoksun kalıyor.
Kim bilir atalarımız, belki de bu nedenle geçmişi bilmemeyi “köksüzlük, köksüzlüğü de öksüzlük” olarak anlamışlar. Sırf bu nedenle bile geçmişi bilmek gerekiyor. Bunun için de maziyi anlatan yazılara ve anılara ihtiyaç duyuluyor. Zira bu tür yazılar, sarrafı için paha biçilmez bir değer ifade ediyor. Çünkü dün ile bugünün mukayesesini sağlayacak bilgiler sadece bu tür yazılarda ve anılarda yer alıyor. Zira bu tür yazılar ve anılar, insanlara geçmişini unutturmuyor, bilakis hatırlatıyor ve “Kökü mazide ati olma” bilincini aşılıyor.
[1] Yahya Kemal, Aziz İstanbul, İstanbul,1969, s.129.