islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,5656
EURO
34,7346
ALTIN
2.489,61
BIST
9.524,59
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
16°C
İstanbul
16°C
Az Bulutlu
Cuma Hafif Yağmurlu
14°C
Cumartesi Açık
20°C
Pazar Az Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
20°C

NEDEN ORTAK BİR KÜLTÜR OLUŞTURAMIYORUZ?

NEDEN ORTAK BİR KÜLTÜR OLUŞTURAMIYORUZ?
17 Eylül 2022 09:34
A+
A-

“Türkiye’de insanlar 6 saat televizyon izleyip 3 saat internete girerken sadece 1 dakikasını kitap okumaya ayırıyor. Kitap okumak Türk insanının ihtiyaç listesinde 235. sırada yer alıyor. En fazla kitap okuyan ülkelerin başında yüzde 21 oranıyla İngiltere ve Fransa var. Bun Japonya yüzde 14, Amerika yüzde 12 ve İspanya yüzde 9 ile izliyor. Türkiye, yüzde 0.1 (Binde bir) okuma oranıyla son sıralarda yer alıyor.” [1] Dolayısıyla  halkımız, okuma yerine dinlemeyi ve seyretmeyi  daha çok seviyor. Bu nedenle  hemen hemen bütün ailelerde televizyon olduğu hâlde, çok az ailede  bir kitaplık bulunuyor.  Az sayıdaki okur ise  genellikle kategorik okumayı tercih ediyor; kendi inanç, düşünce ve fikirlerinin dışındaki kitapları okumuyor veya okumak istemiyor.

Bu kanaat, 1970’li yıllarda  orta okul “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” öğretmeni iken yaptığım gözlemlere dayanıyor. Zira görev yaptığım ortaokulda seksen civarında  öğretmen vardı  ve bunlar arasında  az sayıda öğretmenin kitap okuduğuna şahit olmuştum.  Daha sonraki yıllardaki gözlemlerim de bu kanaatimi doğrular nitelikteydi.  Seneler sonra üst düzey bir bürokratın, “Hocam ben kitap okumuyorum. Kitap okursam, bilgileneceğim, bilgilenince de sorumluğum aratacak.  Sorumlu olmamak için kitap okumuyorum” sözünü şaşkınlıkla dinlemiş,   sorumluluktan  kaçma gerekçesiyle  okumayışını  hayretle karşılamış  ve doğru da bulmamıştım.

Söz konusu okulda sayısı az da olsa kitap okuyanlar arasında en çok dikkatimi çeken bir Almanca öğretmeniydi. Sol ideolojiye sahipti ve adeta bu ideolojinin  okuldaki temsilcisi  konumundaydı. Ne zaman öğretmenler odasına girsem,  onun mutlaka bir şeyler okuduğunu görürdüm. Genelde fikrî eserler ve roman okurdu. Ben de okurdum, ama  daha ziyade “Bilim ve Teknik” gibi popüler dergileri veya Allah’ın varlığını anlatan kitapları okumayı tercih ederdim. Bir de imkan nispetinde  Şark ve Garp klasiklerini okumaya çalışırdım.

Bir gün o Almanca hocasının karşısına oturdum. O bir taraftan çayını yudumluyor, bir taraftan da kitap okuyordu. Ben de çay içiyordum ama derse gideceğim için de kitap okumuyor, zilin çalmasını bekliyordum.  Almanca hocası çayını bitirdiği gibi kitabını da bitirmişti. Kitabı çantasına koyacaktı ki koymadı, bana o kitabı uzatarak “Okur musun?” dedi. Ben de “Memnuniyetle” dedim ve kitabı aldım.

Kitap Jack London’un “Demir Ökçe” isimli romanıydı. O kitabı iki haftada ağır ağır okudum. Böyle yapmamın nedeni içime doğan bir histi. Bu his bana o kitaptan imtihan edileceğimi söylüyordu. Bu nedenle kitabı yavaş yavaş okudum ve hazmettim. “Demir Ökçe”, sınıf mücadelesini konu alan bir romandı. Genç ve iyi bir aile kızının sınıfsal konumuna rağmen sosyalist bir lidere âşık oluşunu ve yaşadığı bu ilişki süresince kapitalizmin toplumda yarattığı yıkımları ve işçi sınıfının günlük yaşam mücadelesini keşfedişini anlatıyordu. Romanda benim dikkatimi çeken şey, piskoposla sosyalist liderin diyalogları olmuştu. Bu nedenle kendimi o piskoposun yerine koymuş ve Müslüman bir din adamı olarak cevap vermeye çalışmıştım. Karnı yarık olarak tanımlanan ders arası boşluğun olduğu bir güne denk getirerek kitabı o Almanca hocasına verdim ve teşekkür ettim. “Okudun mu?” dedi. Ben de “Evet okudum ve çok yararlandım.” dedim. Başka bir şey demedi.

Havadan sudan konuştuktan sonra birden bana o sosyalist liderin piskoposla olan diyaloğunu hatırlatarak “Nasıl piskoposu alt etmişti, değil mi?” dedi. Ben “Evet alt etmişti ama o piskoposun yerinde ben olsaydım şöyle yapılmasını söylerdim.” dedim. Bu minval üzere sohbetimiz devam etti. Ben de her defasında “Evet, öyleydi ama ben şöyle derdim ya da yapardım.” gibi cevaplar verdim. Böylece kitapla ilgili imtihanım sona ermiş oldu. İmtihanı kazanmıştım. Çünkü bana söyleyecek bir sözü kalmamıştı. Ertesi hafta ben ona bir  kitap vermek istedim. Hüseyin Perviz Hatemi’ nin o dönemde meşhur olan bir kitabı vardı. Adı “İslâm Açısından Sosyalizm” idi. Belki sosyalizm sözcüğüne takılır da bu kitabı okur sanmıştım. Kitabın en son sayfalarını okudum ve bitirdim. Sonra kendisine ben de “Okur musun?” dedim. O da “Hayır, ben kendi ideolojimin dışında hiçbir kitabı okumam.” dedi. Bunun üzerine “Ben okurum, okumamı istediğin başka bir kitap varsa getir, onu da okuyayım.” dedim. Ama bir daha bana okumam için başka bir kitap vermedi.”[2]

Bu hatıramı, neden ortak bir kültür oluşturamadığımızı yansıtan  zihniyete  örnek olarak sunmak istedim. Böyle bir zihniyete  sahip  olan kişiler, sadece kendi görüşlerine karşı olan düşünceleri yansıtan kitapları değil, Kur’an  başta olmak üzere  dinî kitapları  da  okumuyorlardı/okumak istemiyorlardı. Bu konuda  daha pek çok olaya şahit olmuştum.  Karşı düşünce de olanlar da- istisnalar hariç- sol ideolojiye ait kitapları okumuyorlardı.

Yaşadığım her olaydan sonra kendime  hep şu soruyu sordum. Acaba İngiliz, Alman, Fransız veya  Rus aydınlar da  böyle mi yapıyordu?  Okuduklarımdan ve  dinlediklerinden her İngiliz aydınının Shakespeare’i; her Alman aydınının Goethe’yi; her Fransız’ın Victor Hugo’yu; her Rus aydınının  Dostoyevski’yi  ve  her İranlı aydının ise Firdevsî’yi okudukları yönünde  bir  bilgi edinmiştim. Buna karşılık her Türk aydınının  müştereken okuduğu bir yazar veya  düşünür var mıdır? sorusuna benim vereceğim müspet bir cevap yoktu. Zira  yaşadıklarım ve dinlediklerimden edindiğim intiba  bana  bunun olmadığını  söylüyor. Mesela kimi Türk aydını, Tevfik Fikret’i okuyor, ama Mehmet Akif’i okumuyor; Mehmet Akif’i okuyan da Tevfik Fikret’i okumuyor. Bu da ideolojik körlüğün, zihinleri nasıl kompartımanlaştırdığını gösteriyor. Şayet  her Türk aydınının  müştereken okuduğu yazarımız ve düşünürümüz olsaydı, ortak bir kültürümüz de oluşurdu. Böyle bir kültürün oluşmadığı, içtimaî,  tarihî ve dinî   söylemlerdeki  kutuplaşmalarda  açıkça görülüyor.

Doğan Cüceloğlu bunun sebebini  milli eğimde arar ve şöyle der: “Bizim Türk eğitim sistemi değerler bilinci ve karakter inşa eden bir sistem değil. Türk eğitim sistemi, malumat aktarma üzerine kurulmuş” tur.[3]  Zira değerler ortak kültürü, malumat ise  farklılığı  oluşturur. Çünkü değerler geneldir, farklılıklar ise yereldir.  Bunun farkında olan şahıs,  aile veya bazı özel kurumların çabaları hariç eğitim sistemimiz,  bu haliyle maalesef değer aşılayacak, kişilik ve beceri   kazandıracak kültürel bir ortam oluşturamıyor.

Ortak kültürü oluşturacak eserleri okumadaki durumumuz budur ve dinî  değerleri  yansıtan eserleri okumadaki durumumuz da  bundan farklı değildir. Zira mevcut temel dinî kaynaklarımızdan herkesin okuduğu üç-beş kitabın adını söyleyemiyoruz. Okunan veya okunması önerilen dinî kaynaklarda “epistemik cemaat kültürü” nün etkin olduğu görülüyor, dolayısıyla okunacak kitapların tercihinde görüş birliği  de bulunmuyor. Bu da zihinleri  kompartımanlaştırıyor.  Düşünce birliğini sağlayacak, dolayısıyla kompartımanlaşmaya  da engel olacak  yegane  kaynağın Kur’an olduğu bilindiği halde, yeterince  ve usulünce okunmadığı için bütüncül  bir Kur’an bilgisine  de  ulaşılamıyor.

Bu nedenle bazı kimseler, bütüncül bir Kur’an bilgisini elde  edebilmek için meal okumayı önerseler de,  bazı kimseler böyle bir okumayı sakıncalı buluyor. Fakat bu konuda kategorik düşünceyi bırakıp ifrat ve tefrite kaçmadan orta yolun bulunmasında  da zorunluluk bulunuyor. Zira okunmasında sakınca görülen mealler olduğu gibi, tercüme şartlarının elverdiği ölçüde doğru  anlamları  yansıtmaya çalışan meallerin  de  olduğu biliniyor. Dolayısıyla çevirilerde Arapça dil mantığına ve Kur’an’ın fikrî bütünlüğüne uyulan; ayetlerin anlaşılmasında nüzul sebeplerini ve nüzul ortamını  dikkate alan;  ifadelerinde  duruluk ve  üslup güzelliği   bulunan  mealleri okumakta bir mahzur   görülmüyor. Buna karşılık Kur’anî kavramların, içlerinin boşaltılıp “linguistik oyun veya leksiyografik hile” ile yeni anlamların yüklendiği, Kur’an’ın fikrî bütünlüğünün, nüzul sebeplerinin ve nüzul ortamının dikkate alınmadığı  mealleri okumada da sakınca görülüyor.  Zira Kur’an’ın ruhundan uzak bu meallerdeki indî görüşler ve yanlış  anlamalar, yeterli ve donanımlı bir alt yapıya sahip olmayan kimseler tarafından  “Din” denmiş gibi  algılanıyor  ve  bu algı onları yanlış istikametlere sevk edebiliyor.  Bu nedenle okunacak meallerin seçiminde çok dikkatli olunması, tek mealle yetinilmemesi ve imkan  dahilinde tefsirlerden de yararlanılması  icap ediyor.

Bunların olabilmesi için de bir zihniyet değişikliğine ihtiyaç var. Bu  nedenle örgün ve yaygın eğitim kurumlarımızdaki  “malumat aktarma” sisteminden “değerler bilinci ve karakter inşa eden” bir sisteme geçilmesi, kişilik oluşturan bilgi, beceri ve  düşünceye  önem verilmesi  gerekiyor.

Prof. Dr. Celal Kırca

 

[1] Güngör Uras, Kitap Okumaya Vaktiniz Yoksa, Milliyet Gazetesi,  4 Mart 2018.

[2] Celal Kırca, Bir Nesle Mensubiyetin Hikayesi, İstanbul 2018, s.224-225.

[3]   https://www.hurriyet.com.tr  2 .02.2002. Türk aydınları bencil, vicdansız ve sömürücü.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.