islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,5704
EURO
34,9776
ALTIN
2.421,86
BIST
9.722,09
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
20°C
İstanbul
20°C
Az Bulutlu
Cuma Parçalı Bulutlu
19°C
Cumartesi Az Bulutlu
17°C
Pazar Az Bulutlu
19°C
Pazartesi Az Bulutlu
19°C

Peygamberlerin Misyonu Sadece “Tebliğ” mi?

Peygamberlerin Misyonu  Sadece “Tebliğ” mi?

Dini doğru anlamanın ve yaşamanın yolu, Kur’an’ı doğru anlamaktan geçiyor. Şayet  Kur’an doğru anlaşılmamışsa, ilk düğme  yanlış iliklendiğinde diğer düğmelerin  de yanlış iliklenişi gibi, dinî anlayışlarda da yanlışlıklar başlıyor ve birbirini takip ediyor. Geçmişte yapılan bir  anlama veya tanımlama  hatası, zamanla yeni hataların oluşmasına zemin     hazırlıyor. Dolayısıyla yaşanan dinî hayat, Kur’an’ın diriltici ruhundan da  gittikçe  uzaklaşıyor. Nitekim   Kur’anî kavramların  terimleştirilmesi sürecinde “resul” ve “nebi”   sözcükleriyle ilgili tanımlamaların günümüzde bazı dinî anlayışlara olan   olumsuz  yansımaları,  bunlardan biridir. Yapılan  bu tanımlamalarda, “Allah’ın vahiy yoluyla kitap ve şeriat verdiği ve bunları insanlara tebliğ etmekle görevlendirdiği elçiye resul”;  “Allah’ın, resullerine indirdiği kitap ve şeriata inanmaya insanları davet etmesi için vahiy verdiği, bunları tebliğ etmekle görevlendirdiği kişiye nebi” denilmiştir.  Bu iki tanıma ilaveten  ayrıca  bazı  kelam mezheplerince   de farklı tanımların yapıldığı görülmektedir.[1] 

         Bu tanımlamalardan hareketle günümüzde  bazı müteşeyyihlerin, kendilerini  peygamber yerine konumlandırdıkları, bunu da  resul-nebi kavramlarının terimsel tanımlarındaki ayırımına dayandırdıkları;  bunun yanında kimilerinin de değişik sebeplerle peygamberlik misyonunu, sadece “tebliğ” ile sınırladıkları görülüyor.   Bu da dinî anlayışımızda ve yaşayışımızda  ciddî sorunlar oluşturuyor.  Bu  sorunların ise  iki  veçhesi bulunuyor. Birincisi,   bu tanımların  Kur’an’ın muhteva bütünlüğü dikkate alınmadan ideolojik bir bakış açısıyla  yapılmış olması; ikincisi ise  yapılan bu tanımların, -mutlak  doğru olmadığı halde- mutlak doğruymuş gibi  bir algı  üzerinden  dinî  anlayışların inşa edilmeye çalışılmış olmasıdır.  

        Yapılan tanımlardan,  resul ve  nebinin  sanki iki farklı kimlikmiş gibi bir  görünüm  arz  etiği anlaşılıyor.  Oysa Kur’an’da  resul ve nebi  kavramları,  bu tanımlarda  görüldüğü gibi iki ayrı kimliği değil, bir kimliğin iki veçhesini ifade ediyor. Nitekim Hz. İsmail, “Allah’ın vahiy yoluyla kitap ve şeriat verdiği ve bunları insanlara tebliğ etmekle görevlendirdiği elçi” anlamında resul olmadığı halde, Kur’an’da “resulen  nebiyyen”[2] olarak tanıtılmakta, ayrıca  bu tanıma göre resul  sayılmayan Hz. Lut[3],  Hz. Salih[4] ve Hz.  İlyas[5]  da resul olarak zikredilmektedir.   Kaynaklarda  Hz. İdris’e 30 sayfa verildiği nakledilmektedir. “Allah’ın, resullerine indirdiği kitap ve şeriata inanmaya insanları davet etmesi için vahiy verdiği, bunları tebliğ etmekle görevlendirdiği kişi”  anlamındaki tanıma göre  Hz. İdris,   nebi olmadığı halde, Kur’an’da “nebi”[6] olarak tanıtılmaktadır.  Bunlara ilaveten  Hz. Musa ve Hz. Muhammed’in  hem  resul, hem de nebi oldukları açıklanmaktadır.[7]  

               Kur’an’ın genel muhtevasından, Allah Teala’nın   insanlar arasından  onlara mesajlarını ulaştıracak bazı özel  kişileri seçtiğini[8], seçtiği bu kişileri, “ resul”, “nebi” ve “hadî” olarak isimlendirdiğini, farklı yerlerde ve farklı  bağlamlarla bu isimleri ayrı ayrı, yada  birlikte kullandığını görüyoruz.  Kur’an’da  her kavmin  bir  “hadî”[9] sinin olduğu hatırlatılıyor, daha çok  “resul” ve “ nebi” isimleri  kullanılıyor. Resul ve nebi  kelimelerinin  Farsça’daki  karşılığı ise  “peygamber” sözcüğüdür ve Türkçe’ye  Farsça’dan geçmiş  bir kelimedir, “haber getiren” demektir. Resullük,  bir beşerin  Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara bildirmek için, Allah tarafından gönderilişini;  nebilik, Allah’tan alınan mesajların insanlara bildirilmesini;  hâdîlik ise  Allah’tan alınan mesajlar doğrultusunda insanlara kılavuzluk  edilmesini ifade eder.  Buna göre  resul, nebi  ve hâdî peygamberlerin  görev kimliklerini tanımlar.

          Peygamberlerin ana  misyonu ise Allah tarafından kendilerine  verilen bilgileri, tebliğ/ duyurma,  tebyin/açıklama ve uygulama yani  soyut bilgileri somut hale getirme ve insanlara örnek olmadır. Nitekim  Kur’an’da Hz. Muhammedi’n peygamberlik görevi gereği Kur’an’ı tebliğ[10] ve tebyin etme[11]; uygulama[12] ve insanlara örnek olma[13] gibi bir misyona  sahip olduğu  açıkça  beyan edilmektedir. Bu nedenledir ki  Hz. Peygamberin tebliği, bize “ne yapmamız” gerektiğini bildirmesi; tebyini ise tebliğ ettiği  mesajlardan  bir kısmının “nasıl” yapılacağını açıklamasıdır. Bunların yanında getirdiği mesajları uygulama ve insanlara örnek olma gibi  misyonu da   bulunmaktadır. Dolayısıyla tebliğleri, tebyinleri, uygulamaları ve örnek oluşları ile peygamberler, bir anlamda kurucu role de sahiptirler.  Kur’an’ın nerdeyse üçte birine tekabül eden kıssalarda  peygamberlerin  kılavuz ve  örnek  oluşlarına dair   çarpıcı örekler görürüz. Mesela, Hz. Adem’in ve Hz. Davud’un halife; Hz. Musa’nın hukuk; Hz. İsa’nın sevgi ve Hz. Muhammed’in ise ahlak peygamberi  oluşunu  öğrenir ve böylece  bu peygamberlere ait   özel  misyonlarının  bulunduğunu   anlarız. Yine bu kıssalardan Hz. Adem’den birkaç nesil sonra yaşamış olan Hz. Nuh’un, kendisine inanan insanları, eşyalarını ve hayvanlarını alabilecek büyüklükte  bir gemi inşa ettiğini, onun  bu  gemiyi  Allah’ın kendisine bildirdiği biçimde [14]  yaptığını ve  geminin yapımında tahta ve mıh kullandığını    öğreniyoruz.[15]     

          Kıssalar bize  Hz. Yusuf’un  tarımla uğraştığını ve buğdayı saklamak için silolar yaptırdığını ve  Hz. Davud’un, ateşsiz, dövmesiz demire mum gibi istediği biçimi verdiğini ve demiri kumaş gibi dokuduğunu anlatıyor. «Ona sizi savaşta korumak için zırh yapmayı öğrettik»[16] âyeti ile  «Geniş zırhlar yap, dokumasını sağlam tut diye ona demiri yumuşak kıldık»[17] âyeti bunu bize anlatıyor. Zırh yapma sanatı, oldukça üstün bir kabiliyet isteyen bir sanattır. Önce demirden halkalar, tek tek yapılır. Sonra iç içe girdirilerek vücudu saracak şekilde örülür. Bu tür zırhlar, hem daha çok kullanışlıdır hem de daha çevik hareket etmeyi sağlar. Âyetten anlaşıldığına göre bu tür zırhlar, ilk defa Hz. Davud tarafından Allah’ın öğretmesiyle yapılmıştır. Allah, Hz. Davud’a böyle zırhlar yapmasını öğretmiş olmakla, insanlara demir sanayisinin oluşumu ve gelişimi konusunda da   kılavuzluk  etmiş olmaktadır.

            Hz. Davud’dan önce mi, yoksa sonra mı yaşadığı kesinlikle bilinemeyen ancak demiri ve bakırı eriterek bu ikisini birleştiren ve  bir dağ geçidinde  engel olarak kullanan Zülkarneyn ile ilgili âyetler de, demir ve bakır sanayiinden  söz eder[18].  Sanayi tarihinde demir ve bakırı eritmek ve sıvı haline getirmek önemli bir  aşamadır. Gerek Hz. Davud’un zırh yapması, gerekse  Zülkarneyn’in demir ve bakırı  eritmesi ve bir ihtiyaç için  kullanması,  insanlığın sanayileşme evrelerini göstermesi açısından  önemli ve değerli   bilgilerdir.

              Sanayileşme evrelerini gösteren  bir başka bilgi de Hz. Süleyman’ın yaptırdığı  sarayla ilgilidir. İlgili ayette « Melike’ye köşke gir dendi. Melike köşke girdi, salonu görünce onu derin bir su zannetti, eteğini çekti. Süleyman ona, doğrusu bu, camdan yapılmış şeffaf bir zemindir, dedi ”[19] şeklinde  bir bilgi yer almaktadır. Camdan yapılmış şeffaf bir zemine sahip olan bu saray hakkında  daha fazla bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Hz. Süleyman’ın Belkıs gelmezden önce saray salonunun zeminine havuz yaptırdığı, bu havuzun içine deniz hayvanları koydurduğu, üstünü de beyaz kristalle kaplattığı ve  Belkıs’ın tahtını bu salonun ortasına koydurduğu nakledilmektedir. Ayette ise Belkıs’ın saraya girince kristali fark edemediği için suya gireceğini sanarak eteğini  çektiği anlatılmaktadır. Sanayileşeme tarihi açısından önemli olan, Hz. Süleyman devrinde böyle bir sarayın yapılmış ve  bu sarayda şeffaf camın kullanılmış olmasıdır. Bu da o dönemde cam sanayisinin olduğunu ve camın nasıl yapıldığının  bilindiğini  göstermektedir.

            Dolayısıyla  Kur’an’da yer alan bu bilgilerin, İslam medeniyetinin temelindeki fikrî, ilmî, felsefî ve sanayi hareketlerinin yönlendiricisi ve teşvikçisi olduğunda   şüphe yoktur. Nitekim tercüme vasıtasıyla elde ettikleri astronomi, tıp ve fizik gibi ilimleri,  hiçbir komplekse kapılmadan Kur’an’daki ilim, fen ve sanayi ile ilgili  ayetlerin daha iyi anlaşılması için kullanmış olmaları bunun da bir göstergesidir. Bu sayede  Farabî, İbn Sina, İbn  Rüşd,  Birunî, Kindî    gibi pek çok ilim adamlarının;   ayrıca  otomatik kapıları, kuyulardan suyu çeken aygıtları, demir, kalay ve kurşun gibi metallerin hassas belirlenmiş yoğunluklarını ölçen pnömatik aletleri, otomatik kontrol sistemlerini yapan  Ebu’l İz  el-Cezerî gibi  mekanikçilerin yetişmesi mümkün olmuştur.           

           Kur’an bize  Hz. İbrahim[20] ile  Hz. Peygamberin  yaşayışını, örnek alınması gereken bir hayat tarzı olarak takdim eder.[21] Onların hayat tarzını, önemli ve değerli kılan örnek olarak gösterilmesine sebep olan asıl özellik;  kimliklerinin gerekli kıldığı kişilik özelliklerini, hayatlarının  her alanında ölçülü ve dengeli bir biçimde yansıtmış olmalarıdır. Bu nedenledir ki  Kuran’da, Hz.  Muhammed’in Allah tarafından övülen yönü, kimliği değil, kişiliğidir. Merhameti, kaba ve katı olmayış başta olmak üzere büyük bir ahlak üzere oluşu O’nun övülen kişilik özellikleri arasında yer alır. Sahip olduğu bu  kişilik özellikleri ile Yüce Yaratıcı  O’nu “büyük ahlak sahibi”[22] olarak tanıtmış ve insanlara karşı kaba ve katı olmayışını, aksine, yumuşak ve hoşgörülü davranmasını özellikle övmüştür.[23]  

            Dinin daha doğru ve daha sağlıklı anlaşılabilmesi için Peygamberlerin, özellikle de  Hz.  Muhammed’in kimliklerine bağlı  kişilik özelliklerinin çok iyi bilinmesi ve değerlendirilmesi, büyük önem arz eder. Nitekim başlangıçta insanlar, Hz.  Muhammed yerine doğrudan yazılı bir metin ile karşılaşmış olsalardı, tebliğ, tebyin, telkin, öğüt verme ve örnek olma gibi olgular, 23 yıl süren bir  çaba halinde yaşanmasaydı, acaba o dönemde ulaşılan noktaya gelinebilir miydi?  Bundan dolayıdır ki, ne Kur’an’dan soyutlanmış bir peygamber; ne de peygamberden soyutlanmış bir Kur’an anlayışı doğrudur. İşte bunun için doğru bir Kur’an tasavvuruna ve yine doğru bir Peygamber tasavvuruna ve anlayışına ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç, günümüzdeki mevcut Peygamber anlayışları dikkate alındığında çok daha önem arz etmektedir. Kur’an’ın misyonu ile Peygamberlerin misyonu yeterince  iyi  anlaşılamadığı için,  bu konuda  zihin  karışıklığı oluşmakta,  bu da  insanların  Kur’an’ın  asla  onaylamayacağı uçlara  doğru evirilmesine  sebep olmaktadır.  Bu evirilişe örnek  olarak  da  şu düşünceyi nakletmek yeterli olacaktır:

            “Kardeşimizin birisi soruyor; hocam bu sözleriniz hangi kitapta yazıyor? Biz burada kitaptan söz etmiyoruz ki, Allah peygamberlerine nasıl vahyederse, velisine de öyle ilham eder. Geçenlerde bir sohbetimde Hz. Ebubekir efendimizle Cebrail arasındaki konuşmayı anlatıyorum, bir kardeşimiz soruyor, hocam bu söyledikleriniz hangi kitapta yazıyor? Sen nerden okuyacaksın, hocam Levh-i Mahfuz’da okudu desem sen nasıl okuyacaksın, senin öyle bir kitabın var mı? Şeyhimiz Abdullah Dağıstanî hazretleri diyor ki: Ben peygamberin ashabına yaptığı bütün sohbetlerde bulundum. Şimdi birisi dese ‘Hocam sen 50 yaşındasın, peygamberimizin 1400 sene önceki sohbetlerinde nasıl bulundun? Allah dostlarını ezelde takdir ettiği için onların ruhaniyeti orada bulunmuştur, oradan duyup söylüyor.” [24]

          Böyle bir anlayışı Kur’an’ın onaylaması mümkün mü?  Kur’an’ın onaylamadığı dinî bir düşünce, doğru olabilir mi?  Kur’an’ın  asla onaylamadığı bu ve benzeri   konuşmalar, dinî anlayışlarımızda ve dinî hayatımızda ciddî tahribatlar yapıyor. Bir iman  ve bilgi objesi olan Kur’ an yerine,  beşer sözlerinin  bir iman objesi gibi  algılanıyor olması ise, Kur’an’ın öngördüğü iman kriterini, peygamberlerin örnekliğini ve kılavuzluğunu  temelinden sarsıyor.          Bu tahribatlardan kurtulmanın yolu da  Kur’an’ın  Cahiliye  dönemine ait olgulara ve   anlayışlara  bizzat  uyguladığı  “ipka, iptal ve ikmal”, bir baka ifade ile  “tasdik, tekzip ve tashih” yöntemlerini, bir Müslüman olarak  bizim de  günümüzdeki  dinî anlayışlara  ve söylemlere uygulamamızdan   geçiyor. Bu da rüyaları, ilhamları ve hayal ürünü düşünceleri  değil, bir mihenk taşı  olarak Kur’an’ı ölçüt  almamızı zorunlu  kılıyor. Nasıl ki bir kuyumcu, altının sahte olanı  ile sahte olmayanını, mihenk taşı ile  ayırt  ediyorsa;   bir Müslümanın  da dinî anlayışların  ve yaşayışların  doğru olanı  ile  yanlış olanını  tespit etmek için Kur’an’ı ölçüt alması;  Hz.  Peygamber’in   uygulamalarını ve örnekliğini  göz ardı etmemesi, dinî kuralları uygularken “Edille-i Şer’iyye” deki  bilgi  hiyerarşisine azamî  özen göstermesi ve  neticede bilmediği, araştırarak öğrenmediği  bir şeyin ardına düşmemesi gerekiyor.  Yüce Yaratıcı’ nın  ifadesiyle “Bilmediğin şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o  şeyden sorumludur”[25]

Prof. Dr. Celal KIRCA


[1] Yusuf Şevki Yavuz, Peygamber, TDVA,  İstanbul,2007, 34/258.

[2].Meryem,19/54.

[3] Şuara,26/162.

[4] Şuara,26/143.

[5] Saffat,37/123.

[6] Meryem,19/56.

[7] Meryem,19/51. Bu konuda onlarca ayet  mevcuttur. Bkz. M. Fuat Abdülbaki, el-Mu’cemu’l Müfehres li Elfazi’l Kur’an, Daru’l Fikr,1991. Resul: S.399 ve devamı;  nebi: 859 ve devamı. 

[8] Kehf,18/110;Bakara,2/247;A’raf,7/144;

[9] Ra’d,13/7.   

[10] Ra’d,13/40.

[11] Nahl,16/44.

[12] Ra’d,13/36-37.

[13] Ahzab,33/21.

[14] Mü’minun, 23/27, Hud,11/37.

[15] Kamer,54/13.

[16] Enbiya,21/80.

[17] Sebe,34/10-11

[18]  Kehf,18/96. 

[19] Neml,27/44. 

[20] Mümtahine,60/4.

[21] Ahzab,33/21.

[22] Kalem, 68/4.

[23] Âl-i İmrân, 3/159.

[24] Mehmet Ocaktan,  Keramet’e  Ayarlı Toplumlarda Demokrasi Macerası, , Karar Gazetesi,6.3.201

[25] İsra,17/34.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.