islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,4948
EURO
34,9777
ALTIN
2.439,12
BIST
9.716,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
20°C
İstanbul
20°C
Az Bulutlu
Cuma Az Bulutlu
19°C
Cumartesi Az Bulutlu
16°C
Pazar Az Bulutlu
17°C
Pazartesi Az Bulutlu
18°C

Siyaset ve Bürokrasi’de Sınıf Mantığı

Siyaset ve Bürokrasi’de Sınıf Mantığı

Siyaset ve Bürokrasi’de sınıf mantığı, bizim ahlak ve siyaset geleneğimize uymayan, dışarıdan alınmış bir uygulamadır.

Türkiye’de son İslami geleneğe sahip siyaset örneği, Osmanlı’da en gelişmiş şeklini görmektedir. Her ne kadar, saltanat gibi İslami olmayan bir sistem varsa da, bunu hukuk ve ahlak geleneği ile mümkün olan en az seviyeye indirerek, adalet faktörüyle etkisini azaltılmış olarak görmekteyiz. Aslında, bazı sistemlerin şeklen var olması, onların ruhen ve fikren; ortaya çıkmasıyla mümkün olabilir. Osmanlı’da saltanat’ın, kısmi bir uygulama olduğunu belirtmek gerekir.

Siyasi sistemde değişme:

Türkiye, Osmanlı’nın son zamanlarında Batı’da ortaya çıkan Bürokrasi geleneği ile tanışarak, yönetimde palazlanan bir sınıfa sahip oldu. Meşrutiyet döneminde, bazı fikir ve devlet adamlarının yazılarında temas ettikleri siyasi ve teknokrat  sınıf, batı’dakine benzer inşa edilmek istenerek, sistemin güçlenmesine dayanak olarak düşünüldü.

Fakat her sistem gibi, Batı  yönetim sistemi de  kendi düşünce ve ihtiyaçlarına uygun bir düzen kurmak durumundaydı.  Ama garip olan, Türkiye gibi  adalet merkezli bir sistemin, batı’daki gibi “sınıf temelli”  oluşumları kendisi için bir kurtarıcı olarak görmesiydi. Elbetteki bu durum, batı yanlısı ve batı karşısında tutunamayan bir aydın zümresi için geçerli olan bir durumdu. Halkın, yabancılaşmış sistemle bütünleşmesi, hiçbir zaman mümkün olmayacaktı.

Osmanlı devlet sistemi, siyasetin sınıf temelli yapısına dayanmıyor ve toplum, batı toplumundaki asalet, din veya iktisadi farklılıkların temsil edildiği partili parlamentolar tarafından idare edilmiyordu. Yani, Osmanlı toplum yapısı sosyal sınıf parçalanmasını yaşamamış, “bütüncü bir toplum yapısı”na dayanıyordu. Batı’daki  parlamentolu siyaset, farklı toplum gruplarının temsilcisi olan partiler ile ayakta duruyordu. Çünkü, toplum yapısı çeşitli dini, iktisadi açıdan birbirinden uzak ve hatta çatışan gruplara sahipti.

Osmanlı’nın batıcı aydınları, batılı siyaset ve bürokrasiyi örnek olarak alırken; batı’daki toplum yapısının sonucu olarak, onların karakter ve düşünce yapısına uygun bir siyaset ve bürokrasinin geleceğini  ya göremediler veya gördükleri halde, bu durumu tam analiz edemediler.

Batı’nın çatışmacı sisteminin etkileri:

İkinci bir konu, batı siyasetine temel olan ideolojik ve dini gruplar; yönetim sisteminde de birbirine karşı ve hasım güç olarak şekillenerek, yıpratıcı ve hatta ayırımcı bir siyasi düşüncenin toplumda sürekli biçimde yaşanmaktaydı. Türkiye ve diğer İslam toplumlarında, batının siyasi ve bürokratik sistemi alınırken, bu tür problemler de ister istemez benimseniyordu. Sonuçta, Osmanlı devletindeki adalet ve ahlak merkezli yapı, batı’nın siyasi ve ideolojik anlayış ve düşünceleriyle ciddi bir şekilde yıpranıyor ve parçalanmaya uğruyordu.

Türkiye’de Mustafa Kemal ile başlayan tek partili düşünce, önce kendisi, daha sonra da İsmet İnönü ile, batıcı  düzenin ülkeye adaptasyonu ile  devam etti. Tek parti, batıcı çok partili hayattan farklı, bir o kadar da, baskıcı ve devletçi bir yapıyı temsil ediyordu. Her ne kadar, batı ile ilişkilerde, İngiliz ve daha sonra Amerikan yanlısı bir politika uygulanmaktaysa da, sistem olarak; parlamenter sisteme uymayan  bir uygulama vardı. Batı’nın zorlamasıyla, tek partili bir sistemden çok partili yapıya geçildi ve  ikinci parti olarak Demokrat Parti kuruldu.   Demokrat Parti’yi ,CHP den ayrılan Celal Bayar ve Adnan Menderes gibi siyasetçiler kurmasına rağmen, CHP’nin devletçi, dine karşı ve baskıcı politikasını yumuşatıcı bir program ve düşünce ortaya koymasıyla halkın çok büyük ilgisine mazhar oldu ve ilk seçimde büyük bir oy alarak iktidar oldu.

Demokrat Parti, halkın dini, ahlaki ve iktisadi taleplerine cevap vermek için kurulmuş bir parti olsa da, Türkiye’de Batı’ya bağımlı ve Ordu’nun  “devleti kurtarma” gibi anlaşılamayan bir görevi olmasından dolayı,  halk desteğine rağmen iktidarda kalamadı.  Batıcı ve Askeri elitler, önce Demokrat Parti’yi, Daha sonraki dönemlerde ise Milli Selamet ve Refah Partisi gibi partileri, toplum tabanından destek almalarına rağmen; yönetimde tutmamak için ellerinden gelen çabayı göstererek  bu partileri kapattırdılar.

Siyasi sisteme toplumsal tepki:

Türkiye’nin Batılı Parlamenter siyasi sisteme geçmesinden beri, Laiklik, Batıcılık ve Atatürk Devrimlerini ayakta tutmak adına hükümet;  ordunun desteğiyle “istenmeyen düşünce sahipleri” gibi bir grubun eline bırakmayıp, halkın üzerinde sürekli bir  etki alanına sahip oldular. Bu durum, ister istemez bazı grupları; gerçek inanç ve düşüncelerini saklayarak, batıcı çizgide bir yapı ve söylem geliştirme çabalarına yöneltti.

Bu tavır’a, sadece siyasette değil; aynı zamanda bürokraside de, kültür ve ahlak değerleri ile ilgili teşebbüslerin, illegal bir düşünce ve tavır gibi görülmesinden dolayı başvuruldu.  Medeniyet bağlıları,  toplumun yüzlerce yıldır sahip olduğu düşünce, ahlak ve kültür değerlerini gizleyerek veya rafine hale getirerek ortaya koymak zorunda kaldılar. Bu durum, gerçekten de siyaset sosyolojisi için çok önemli bir problem olarak  ülke insanlarının, batılı değer ve kurumların kontrolünde, bazan da güdümünde yaşamaya mahkum edildiğini göstermektedir.

Batıcı sınıfçı mantığın yansımaları:

Son 18 senedir, toplumun inanç ve ahlak değerlerine saygılı olduğunu söyleyen  bir iktidar bulunmaktadır. Fakat, bu iktidar döneminde, söylem yerli değerler ve tarih şuuru gibi hedefler olsa da;  siyaset ve bürokraside; batıcı mantalite varlığını devam ettirmiştir.   

Bu yeni sistemde, siyaset ve bürokraside; anlaşılmaz bir şekilde “benim adamım” mantığı sürerek, toplum kesimleri arasında  farkında olunmadan bir parçalanma ve ayrımcılık ortaya çıkmıştır. Üstelik bu ayırım ve seçici yaklaşım; sadece farklı siyasi görüşler için değil; aynı inanç, kültür ve ahlak değerlerine sahip insanlar için de uygulanır olmuştur.

Bir üniversiteye rektör, bürokrasiye bir yönetici  veya

Üniversite bölümüne bölüm başkanı atanırken, belli kişilere hak etmediği  ayrıcalık ve özel tutumlar sağlanabilmektedir.

Çeşitli görevlere bir yetkili atanırken, kabiliyet, tecrübe ve birikim gibi faktörler dikkate alınmaksızın; toplum için değil de, belirli kişilere hizmet etmeleri için makamlara getirilmektedir. 

Bu tür atama ve görevlendirmeler, toplum fertleri arasında ikilik ve ayrımcılık oluşturmakta, devlet kurumları ve bürokratik mekanizmalara karşı güvensizlik meydana getirmektedir.

Bir doktora öğrencisinin; “-Ne kadar başarılı olursam olayım, eğer bir yakın bulamazsam, normal bir göreve bile gelemem” demesi; vatandaşlar arasında; “- adamın varsa korkma! Yoksa, ağzınla kuş tutsan, hakettiğin yere gelemezsin!.” gibi değerlendirmelerin, toplumun çok büyük bölümünü kapsadığını söylersek, hatalı olmaz.

Halbuki, batılı pragmatist siyasi görüşlere karşı; ahlak,adalet ve kültür değerlerinin hakim olacağı söylenmiş ve toplumu birbirinden ayırdeden ve gruplara ayıran yol ve metotların terkedileceği söylenmişti. Bu gibi ideallerin lafta kalması, ciddi bir ahlaki özelliğin kaybolmasını göstermektedir.

Hangi siyasi partide olursa olsunlar; kendini toplumdan farklı ve üstte gören bazı kişi ve  gruplar; kendi ülkelerinde değil de, yabancı bir ülkedeki gibi  kendi gruplarını ayakta tutup, halktan farklı hedefleri varmışçasına hareket ederek, bir “azınlık intelijansyası” rolünü oynamamalıdırlar. Bu tür bir mantık ve program ile, hiçbir yere varılamayacağı  ve toplumla kaynaşma olmadan, önemli hedeflere varılamayacağı bilinmelidir.

Prof. Dr. Sami ŞENER

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.