islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3151
EURO
35,0957
ALTIN
2.298,67
BIST
9.050,65
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
20°C
İstanbul
20°C
Açık
Cuma Az Bulutlu
23°C
Cumartesi Az Bulutlu
21°C
Pazar Az Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
23°C

TEFRİKA: BİR ÇIKMAZ SOKAK

TEFRİKA: BİR ÇIKMAZ SOKAK
Prof. Dr. Celal Kırca

Allah Teala,“Kendilerine  açık deliller geldikten sonra  ihtilaf edenler  ve tefrikaya düşenler/ayrılanlar gibi olmayın”[1]; “Toptan Allah’ın ipine sarılın, tefrikaya düşmeyin”[2] “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara sapmayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti”[3] sözleriyle   inanan kullarını uyarır.  Bu uyarının amacı ise  kullarının din konusunda  ihtilaf etmelerini ve tefrikaya düşmelerini  engellemektir. Bir diğer ifade ile Yüce Rabbimiz, geçmiş ümmetlerde olduğu gibi bizim de din konusunda tefrikaya düşmemizi ve doğru yoldan ayrılmamızı istememektedir.

İhtilaf, “ayrı görüşe sahip olmak, çekişmek, karşı gelmek, görüş ayrılığı ve anlaşmazlık” [4] içine olmak gibi  anlamlarına gelir ve  “Söz veya davranışta birinin tuttuğu yoldan başka bir yol tutma” yı   ifade eder. Tefrika ise “ayrılma, ayrılık, bozuşma”[5] demektir; “Dinî, fikrî veya siyasî birliğe sahip insan topluluklarının bölünüp parçalanması, fırkalara ayrılması”[6] anlamına gelmektedir. Bu iki kavram, – kısmen mana yakınlığı bulunsa da- bir birinden çok  farklı anlamları ihtiva eder.  Zira  ihtilafta görüş ayrılığı ve farklılığı söz konusu olurken; tefrika da bölünme ve parçalanma  söz konusudur.  Nitekim ihtilafın karşıtı ittifak, tefrikanın karşıtı  ise vahdettir. İhtilaf, genelde fikir ve düşünce  ayrılıklarını; tefrika ise bölünme ve parçalanmayı  tanımlar. Bu nedenle Kur’an, “din” üzerinde ihtilaf edilmesini ve tefrikaya düşülmesini  yasaklar; buna karşılık “din”in anlaşılmasını ve  “Kur’an’ın tedebbür” edilmesini de ister[7].

Daha açık bir ifade ile Kur’an, din üzerinde  asla ihtilaf ve  tefrika istemiyor; buna karşılık  dinin anlaşılmasını ve yorumunu da teşvik ediyor, fakat  yorumlarda  insanları ve toplumu  tefrikaya  götürecek  aşırılıkları da onaylamıyor. Ne var ki  yorum farklılıkları tefrikaya yol açacak bir potansiyeli  de içinde barındırıyor.  Özellikle  bilimsel  olmayan ve bir metodolojiye dayanmayan görüş ve yorum farklılıklarının  tefrikaya   dönüştürücü    gücü daha  da  fazla oluyor.  Bu nedenle tefrika sonucu oluşan  bazı dinî grupların,  sosyal, kültürel ve siyasî   atmosferin de  etkisiyle yorumlarında kalıcı ihtilâflar oluşturdukları, böylece  dinî metinlerin ve hükümlerin tahrif edilmesine yol açtıkları da  biliniyor. Nitekim tarihî süreç içinde  oluşan bir çok dinî  fırkanın,   bu   ümmete  çok acılar  çektirdiği; günümüzde  de ortaya çıkan bazı yeni fırkaların, yaşanan  bunca acı tecrübelere rağmen  o derin acıların benzerlerini bu topluma   yeniden yaşattığı da  görülüyor.

Tefrika, ne tür bir illettir ki  bir türlü  bu  ümmetin başından eksik olmuyor. Her çağda ve her dönemde  bu illetle karşılaşılıyor. Nitekim çok değil,  bundan bir asır önce Mehmet Akif, “Din Mutedil, Biz Aşırı” başlıklı yazısında tefrika  ile ilgili olarak  şunları  söylüyordu: 

“Dinimiz îtidâl ister, biz dâima “aşırı”… Müslümanlık din-i fıtrî, din-i ilâhî hem en son din-i ilâhî olmak itibariyle bir din-i i’tidâl iken, nasıl oluyor da bizler hiç mu’tedil bir hatt-ı hareket tâkib edemiyoruz? Bunun cevabı pek kolaydır: Çünkü Müslüman nâmı altındaki cemâatin kısm-ı a’zamı İslâm’ın şekl-i sahîhinden alabildiğine gafil. Dünyada, ukbâda [âhirette] bizi insanların en mes’udu sırasına geçirmeyi kâfil olan [üstlenen] böyle bir dini, cehlimize kurban ettik, hâlâ da ediyoruz. Yazıklar olsun.

Şeriatı hâl-i hazırına [şu andaki durumuna] getirince artık hiç birimizde intibahtan eser kalmadı, ahlâk-ı fâzılanın ismini bile unutmak derekelerine düştük.”[8]

“Allah’ın Çağrısına Koşalım” başlıklı yazısında ise  şöyle   diyordu:

Din ne dedi, biz ne yaptık? Ey ma’şer-i müslimin! Evâmiri [Allah ve Resûlünün emürlerini] dinlememekte biraz daha devam ederseniz, büsbütün mahvolursunuz. Allah size “İlim öğrenin, kuvvet hazırlayın, adâleti düstur ittihaz edin, birbirinize muâvenette [yardımda] bulunun, hakkı tanıyın, tefrikadan sakının” dedikçe: Siz bilakis cehle revaç verdiniz, meskenete düştünüz, atâlete kapıldınız, zulmü âdet edindiniz, birbirinizin gözünü oymaya kalkıştınız, haktan yüz çevirdiniz, nâmütenâhi [sayısız] fırkalara ayrıldınız. Artık bu tuttuğunuz yolu bırakınız. Çünkü o sizi izmihlâl uçurumuna doğru götürüyor. Şeriatın gösterdiği şâhrâh-ı felâhı [kurtuluşa erdirecek ana yolu] tutunuz. Zira sizi kurtaracak ancak odur”[9] 

Bu  yol hiç şüphesiz  Kur’an  yoludur  ve o Kur’an da bize  şunları  söylemektedir:  

“Allah, Nuh’a emrettiği, sana da vahyettiğimiz, ayrıca İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz dini, sizin için de din kıldı, o dini dosdoğru  uygulayın, o konuda asla tefrikaya düşmeyin”[10]

“Din konusunda  onlara açık deliller verdik, ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra  aralarındaki kıskançlık  yüzünden  ihtilaf ettiler/ ayrılığa düştüler.” [11]

“Dinlerini parçalayan (ferrkû) ve  bölük  bölük (şiyean) olanlardan olmayın”[12]

 “Kur’an’ı   derinlemesine  düşünmüyorlar mı? Şayet Allah’tan başkasından  gelseydi, onda  pek çok ihtilaf/ aykırılıklar bulurlardı”[13]       

İnsanlar arasında görüş ve düşünce  farklılığının olması tabiî bir durumdur ve   fıtratın da  bir gereğidir. “Eğer Rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet kılardı. Fakat Rabbinin merhamet ettikleri  hariç  ihtilaf içindedirler[14] ayeti  bunu ifade eder.  Zira her insan, fıtrî yeteneğine, bilgi birikimine ve donanımına göre anlar, düşünür ve davranışlarına yansıtır.  Nitekim mezheplerdeki -ister itikadî, ister amelî  olsun-  görüş  ve düşünce farklılıkları ile  tefsirlerdeki  yorum farklılıkları bunun bir göstergesidir.  Mevlana bu olguyu, “Herkes kabıyla deryaya gider, kabı kadar su alır, deryanın günahı ne?” sözüyle izah eder.  Neticede anlama ve düşünme farklılığı,  tarih boyunca devam edip gelen bir  olgudur, “Barika-i hakikat, müsademe-i efkardan doğar”  sözü  de bu gerçeği yansıtmaktadır.

Kur’an sürekli tefekkürden ve akletmeden söz eder, dolayısıyla tefekkür, beşerin kulluk görevleri arasında yer alır. Farz-ı ayn gibi her Müslümanı ilgilendirir, yoksa  farz-ı kifaye gibi belli kişilerin tefekkür etmesiyle  Müslümanların üzerinden  kalkacak bir görev değildir. Herkes kapasitesi, bilgi birikimi ve donanımı nispetinde bu görevi yerine getirmekle yükümlüdür. Bu sebeple Kur’an, düşünce ayrılıklarını yasaklamamış, fakat düşünce ayrılıklarına dayalı tefrikayı yasaklamıştır. Zira  farklı düşünceler, insanlar arasında rekabete, dolayısıyla toplumların ilerlemesine ve kalkınmasına yardımcı olurken; tefrika toplumların birlik ve beraberliğinin bozulmasına ve parçalanmasına  sebep olmaktadır.

Genel durum bu olmasına rağmen, görüş farklılıkları neden sorun haline gelmektedir?  Buna dair bir çok sebep bulunabilir, ancak  bunlar içinde en önemli sebep,  üretilen  dinî düşüncelerin  “Din” gibi algılanır  oluşudur.  Beşer tarafından üretilen dinî düşünceler, dine uygun olabilir ya da olmaya  bilir. Dine uygun olsun  veya olmasın, üretilen dinî düşünceleri, din gibi algılayıp mutlak doğru olarak kabul etmek, sorunun ana kaynağını  teşkil ediyor. Bu konuyu şöyle de açıklamak  mümkündür:  Bir “Din” vardır, bir de dinî olan vardır.  Din bellidir, Allah’ın koyduğu kural ve ilkelerin tümünü kapsar. Dinî ifadesinin ise iki anlamı mevcuttur:  1. Diden olan, 2. Dine uygun olan.   Namaz, dinîdir dediğimizde, birinci anlamı kast etmiş oluruz. Zira namaz dinin  bir parçasıdır. Mevlit dinîdir, dediğimizde ise  ikinci anlamı kast ederiz. Çünkü mevlit dinden bir parça değildir, fakat dine uygunluğu var sayılan dinî bir kültürdür. Bununla birlikte  mevlidi dine uygun  görmeyenler de   mevcuttur. Bu nedenle   mevlidin dine  uygunluğu  mutlak doğru değil, izafî doğrudur;  bakış açılarına ve yaklaşım tarzlarına göre mevlidin  dine uygun olduğu veya olmadığı  tartışma konusu   olmaktadır.

Dinî konulardaki düşünce farklılıkları ve dinî metinlerin  yorumları  da tıpkı mevlit gibi dinîdir, bu nedenle  tartışmaya açıktır. Nitekim geçmişte her mezhep kendi görüşlerinin doğruluğunu savunmuş ve karşı görüşleri eleştirmiştir.  Eleştiriler,  makul sınırları aşıp tefrikaya sebep olacak  boyutlara ulaştığında ise, “dört hak mezhep”  anlayışıyla buna engel olunmaya çalışılmıştır.  Zira beşerî her görüş, içinde yanlışı barındıran bir doğru olabileceği gibi, içinde  doğruyu barındıran bir yanlış da olabilmektedir.  Bu nedenle insanlara ait yorumların, genel bir bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Nitekim abdestli iken  kadına  dokunan  bir erkeğin abdestinin  bozulup bozulmamasına ilişkin  Hanefi ve Şafi Mezheplerinin görüşleri, buna  bir örnek olabilir: Ebu Hanife’ye göre bu kişinin, “abdesti bozulmaz” görüşü, Hanefî Mezhebine mensup olanlar tarafından  bağlayıcı  olsa da; “abdesti bozulur” görüşünü benimseyen Şafî Mezhebine mensup kişiler için bağlayıcı  değildir. Onlar için bağlayıcı olan, İmam Şafi’nin “abdesti bozulur” görüşüdür. Her iki hükmün de  dayandığı tek ayettir.[15] Bir başka ifade ile tek bir ayetten, bakış açılarına göre iki farklı hüküm çıkartılmıştır.   Dolayısıyla her iki mezhebin görüşü, “din” den değil,  dinîdir.  Bir başka ifade ile  her mezhebin dine uygun olduğunu  var   saydığı görüş,  kendi bakış açılarına göre doğrudur ve sadece kendi müntesiplerini bağlayıcıdır.

Bu nedenedir ki geleneksel tefsir anlayışında müfessirler, yorumladığı her ayetin sonunda “Allahu a’lem bi muradihi/ Allah  muradını en iyi bilendir” deme ihtiyacını hissetmişlerdir.  Bunun anlamı ise “Ben  bu ayeti böyle anladım ve yorumladım; bu yorum bana göre doğrudur,  ancak  mutlak  doğruyu  Allah bilir”  demektir. Bu anlayış, sadece tefsir için değil, fıkıh, kelam, tasavvuf   başta olmak üzere  bütün dinî ilimler  için de geçerlidir. Buna  karşılık  konumu ve  bu konumdan kaynaklanan görevi  gereği Hz. Peygamber’e aidiyeti kesin olan “sünnet” ve onun sözlü ifadesi olan  “hadis”  ise, bütün Müslümanları bağlayıcı bir niteliğe sahiptir.

Neticede düşünce farklılıkları ve yorumlar,  ümmet için bir rahmettir. Zira ”içtihat” ve “tecdit” kapılarını açık tutarak  uygulamalarda  kolaylık sağlamakta, toplumların ilerlemesine ve gelişmesine önemli katkılar sunmaktadır. Daha  da önemlisi hakikat arayışlarının ve  fikrî gelişmelerin zemini oluşturmakta ve düşünce alanlarına yeni ufuklar açmaktadır.  Bununla birlikte düşünce ayrılıkları ve yorumlar,  tefrikanın bir aracı yapılmamalıdır.  Ne var ki hayata yansıtılması itibariyle “epistemik cemaat” kültürüne sahip olan bazı anlayışların, kendileri gibi düşünmeyenleri dışlama, itibarsızlaştırma, hatta  tekfir etme tavırları, tefrikaya zemin hazırlamakta; dolayısıyla alt ve üst dinî kimlikler  arasındaki hiyerarşik düzenin  bozulmasına da  sebep olmakta, çoğu kere de  alt kimlikler “Müslüman” kimliğinin önüne geçirilmektedir.   

Müslümanların bu  duruma düşmemeleri için Allah Teala,  onlardan birleştirici ve toplayıcı bir etken olarak Allah’ın ipine/ hablullaha/ Kur’an’a sımsıkı sarılmalarını  istemiş ve  her türlü tefrikadan  uzak durmalarını emretmiştir.[16]  İnananların birlik ve beraberliklerini ancak  böyle  koruyabileceklerini; didişmenin, çekişmenin  ve ötekileştirmenin ise tefrikaya  sebep olacağını, dolayısıyla da güçlerini/otoritelerini kaybedeceklerini; birlik ve beraberliğin ise  ancak  Allah’a ve  resulüne itaat etmekle mümkün olabileceğini  hatırlatmış ,[17]   bunu da nüzul dönemine ait  şu örnekle  açıklamıştır:

“Allah’ın size olan nimetini anın. (Birbirinize) düşmandınız da Allah kalplerinizi birleştirdi, O’nu bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz de sizi oradan kurtardı.”[18]

Yüce Allah, bu sözüyle Müslümanlardan  böyle bir tehlike ile karşılaşmamaları için toptan Allah’ın ipine/Kur’an’a sımsıkı sarılmalarını, onun genel prensiplerinin dışına çıkmamalarını  ve birbirlerine  düşmanlık  etmemelerini    istemektedir. Bize düşen görev de   Allah Teala’nın bu isteğine uymak, birlik ve beraberliğimizi bozacak  söz ve davranışlardan mümkün olduğu ölçüde  kaçınmaktır. Kendi düşüncelerimizi ve  dinî yorumlarımızı tek doğru olarak görmemek, bizim düşüncelerimizden  farkı düşüncelerin de bakış açılarına göre  doğru olabileceği ihtimalini gözden ırak tutmamaktır. Kısaca “Din konusunda  onlara açık deliller verdik, ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra  aralarındaki kıskançlık  yüzünden  ihtilaf ettiler/ ayrılığa düştüler” [19] ayetine    muhatap  olmamaktır.

Son sözü Emin Işık Hoca’ya bırakıyorum. O “Devleti Kuran İrade” kitabında şunları söylüyor:  

Kahramanlık ve şeref dışarıdan elde edilmez, o ruhun asâletinde varsa kendini gösterir. İskender ve Cengiz de, hatta Napolyon da geniş ülkeler aldılar, Dünyanın büyük bir kısmı üzerinde hâkimiyet kurdular, fakat hiç biri büyük fetihler yapamadılar. Orduları mağlup edip milyonlarca insanı çiğneyerek geçen bu meşhurların ayak bastıkları her yerde, yalnız kan izleri görülmektedir. Bunların mağluplarına verecek hiçbir meziyetleri ve ruhî üstünlükleri bulunmadığı için fatih olamamışlardır. Fatihler, surları yıkıp kelleleri alanlar değil, ruh verenlerdir.

Görülüyor ki; kaba kuvvet yıkar, fakat yapamaz. Kılıçların yaptığı işgal, kılıçların kestiği müddetçe devam eder. Çünkü demir paslanır, kılıç körelir. Ruhların yaptığı fetih ise ebediyyen devam eder. Çünkü ruh ebedîdir.

Gösteri yürüyüşleri ve şahlanış mitingleri ile bir memleketin istikbalini kurtaracaklarını zannedenler, tutalım maddî kuvvetin yardımı ile gelip geldiler, acaba mağluplarına ne verecekler? Hangi üstün fikri ve ileri görüşü, hangi ideal ve ahlâkı telkin edecekler? “İslâmiyeti” denecek, fakat ben kitaplarda yazılı olanı değil, bugünün Müslümanlarında mevcut olanı kastediyorum. Dedelerinin düşmanlarına kullanmaya tenezzül etmediği hile ve kurnazlığı, bugünün Müslümanı kendi dava arkadaşlarına karşı kullanmaktan çekinmiyor. Hileyi muvaffakiyetin temel şartı sayan, her an ve herkese karşı ona müracaatı lüzumlu kabul eden günümüz mürşitleri, bilmiyorlar mı ki hile ve kurnazlıkla kazanılan bir dâvâ, daha muvaffak bir başka hile ile kaybedilir.

Bugünün dinsizleri de, dindarları da şaşkınlık içindedir. Biri maddî kuvvetle ruhu ezeceğini ve ortadan kaldıracağını zannederken, diğeri yine aynı maddî kuvvetle ruhu dirilteceğini ve hâkimiyete ulaştıracağını zannediyor. Her ikisinin de gayesi ezmek ve çiğnemektir. Bu cehalet ve şaşkınlık değil de nedir? Ne için ruhu kendi kabiliyet ve imkânları içinde canlandırmak istemiyoruz? Bugün insanlık, Müslümanlardan hile ve yumrukla kazanılmış galibiyetler değil, ruh dünyasındaki zaferlerini ebedî fetihler halinde kıyamete kadar devam ettirecek fazilet hareketleri görmek ve örnek hareketlerle yarına ümitle bakmak istiyor.”[20]


[1] Al-i İmran,3/105

[2] Al-i İmran,3/103.

[3]  En’am, 6/153

[4] Ferit Devellioğlu, Lügat,  s.501

[5] Ferit Devellioğlu, Lügat, s.1268.

[6] TDV, Tefrika maddesi 40/279.

[7]  Nisa,4/82.

[8]  Mehmet  Âkif, Tefsir Yazıları ve Vaazlar, Ankara 2016 s.116.

[9] Âkif, Tefsir Yazıları ve Vaazlar, s.78.

[10] Şurâ,42/13.

[11] Câsiye,45/17; Şurâ,42/14

[12] Rûm,30/32.

[13] Nisa,4/82.

[14] Hûd,11/118

[15]. Nisa,4/43.

[16] Al-i İmran,3/103.

[17] Enfal,8/46.

[18] Al-i İmran,3/103.

[19] Câsiye,45/17; Şurâ,42/14

[20] Emin Işık, Devleti Kuran İrade, İstanbul,1971  s. 27-28

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.