islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,5139
EURO
34,9434
ALTIN
2.435,50
BIST
9.792,26
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
20°C
İstanbul
20°C
Az Bulutlu
Cuma Az Bulutlu
19°C
Cumartesi Az Bulutlu
16°C
Pazar Az Bulutlu
16°C
Pazartesi Az Bulutlu
18°C

Yazı, Yazar ve Eser

Yazı, Yazar ve Eser
29 Eylül 2022 13:05
A+
A-

Yeni Şafak yazarı Ömer Lekesiz’in kaleme aldığı “Yazı, yazar ve eser” yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz..

Sözlüklerimizde kendisi ortada görünmemekle birlikte varlığını veya bir şey yaptığını belli eden iz, işaret, belirti; im; dışa vurması sonucu anlaşılan, insanın manevi yönüne ait bir özelliğin varlığı… anlamları da yüklenen eserin, Tanrı – insan, insan-insan ilişkileri bakımından açıklanması gereken ilgili her terim ve deyim için hem kilit hem de anahtar olarak tek bir mana içinde toplanması mümkün görünmemektedir.

Şöyle ki, yazı, tekinsizdir. “Yazı, – kelimenin yeni anlamıyla– başlangıç niteliğinde (inaugural) olduğu için tehlikeli ve korkutucudur. Nereye gittiği bilinmez; hiçbir bilgide teşkil ettiği ve her şeyden önce kendi geleceği olan anlama doğru kaymaktan, bu özsel kaymadan onu alıkoyamaz. Bununla beraber, güvenilmezliği salt korkaklığındandır. Dolayısıyla bu riske karşı hiçbir güvence yoktur. Yazı, yazar için, ateist değilse bile, ama yazarsa eğer, birincil ve lütufsuz bir seyrüseferdir” diyen Jacques Derrida, “Bu lütfu kendimizden esirgediğimiz içindir ki ikincil bir seyrüsefer teşkil eden yazıyı kullanmak icap eder” yorumuyla da, teoloji ve logos ilişkisi içinde yazının tekinsizliğini derinleştirir.

Bu yanıyla yazı, lütuf ve logosla ilişkisi cihetinden insanı aşan ama öte yandan, kendisini nereye sürükleyeceğini bilmese bile, insanı kendi içinden dışına ve hatta kendi dışından içine bir seyrüsefere sevk eden şeydir.

Yazmak ise, “…Yalnızca bir fikri harfi harfine tekrarlamak için değil, bir şeyler yapmak için dili ele geçirme / söz alma (prendre la parole) girişimidir.”

Derrida’nın bu yaklaşımıyla “Yazmak, henüz harfte üretilmemiş olanın başka bir evi olmadığını, herhangi bir topos auranios, yani tanrısal bir idrakte duran bir reçete veya talimat olarak bizi bekliyor olmadığını bilmek demektir. Anlamın kendi kendisinde ikamet etmesi ve kendi kendinden farklılaşarak / ötelenerek olduğu şeye, yani anlama dönüşmesi için söylemeyi ve yazmayı beklemesi gerekir.”

İlginç olan “harfte üretilmemiş olanın”, daha kelime olarak dile vurmasının, Arapça’da yüklendiği anlam itibariyle bir kop(arıl)maya tabi olmasıdır. Yazı, bu fiilin tahakkukundan yani yazmaya evrilmesinden sonra ancak tanrısal idrakten ayrılarak, insan idrakine açılır. İnsan idrakinin, Tanrısal idrak ile seküler idrak arasında, bir yarılmayı (ayrımı) veya insan idrakinde sekülerleşmeyi reddederek, kendi idrakinden hareketle Tanrısal idrake –kaynağa– tekrar yönelmesi ise yazma eyleminde çözülmesi gerektiren büyük bir paradokstur. Zira bu yazıyı yazanın –yazarın– kendisine biçtiği rol, yazmaya yüklediği mana ve işlev ile doğrudan ilgilidir.

Bu da bizi öncelikle Edward W. Said’in author (yazar) kelimesini “Authority (otorite) (…) auctor’dan, bu da ‘kesinlikle autos’tan (proprius ya da suus ipsius) gelir; dolayısıyla sözcüğün özgün anlamı property’dir (mülkiyet)” deyişine götürür.

Ayrıca, “Foucault’nun bıkıp usanmadan kanıtlamaya çalıştığı üzere, ya otorite yazının değil söylemin bir özelliğidir (yani yazı söylemsel formasyonun kurallarına riayet eder) ya da otorite gerçek, ulaşılabilir bir nesne değil, analitik bir kavramdır” diyen Said’in kendisi de bu iki durumu, “bütünlüklü izahı kifayetsiz kılacak kadar çeşitli ve karmaşık” bir sonuca, yani sonuçsuzluğa havale eder.

Eser’e gelince: Eserin kendi içinde duruşunun yeterince aydınlatılmadan, onun nesnelliği konusunun açıklanamayacağını söyleyen Martin Heidegger, “Eser, eser olarak kendisi aracılığıyla açılan alana aittir” tanımıyla, otorite konusundaki gibi, eserin anlamını da niyet, maksat ve anlayış düzeylerine (dünya görüşlerine) tabi kılmayı tercih eder.

Örneğin bize göre, genel anlamda eser, müessir (tesir eden) ile müesserun fih (tesirlenen) arasındaki ilişkinin bir sonucudur. Bu sonuç özel anlamıyla edebiyat-eseri’ni de dışlamaz, bilakis onu kendi içine çeker.

Şöyle ki, insan nasıl bir yaratıksa, kelime de bir yaratıktır. “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından (bir nimet olarak)” insanın “hizmetine” veren, (Casiye 45:13) kelimeyi de ona vermiştir. Ancak nimet olması cihetinden, tasarrufa tabi kelimenin tahsisi insandan insana farklılaştırılmıştır. Diğer bir söyleyişle, insan kendi istidadına göre kelimeyi hak etmiş ve bunu onun kalbine ilka edilmesiyle mülkiyet (property) gerçekleşmiştir. Bu bakımdan kelime birinin dilinin ucunda olduğu halde söze sokulmazken, bir diğerinin dilinden ırmaklar gibi akıtılmıştır.

Dünya görüşlerine göre farklılaşsa da, ortaklığı tam anlama çabasında yazı – yazar – eser ilişkisini açığa çıkarma gayreti sanki tek bir kapıyı, ilahî olanı işaret etmektedir.

 

ETİKETLER: Manşet
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.