islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3800
EURO
34,7696
ALTIN
2.412,48
BIST
10.106,42
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
15°C
İstanbul
15°C
Az Bulutlu
Çarşamba Az Bulutlu
17°C
Perşembe Az Bulutlu
19°C
Cuma Az Bulutlu
18°C
Cumartesi Az Bulutlu
18°C

ZOR ZAMANLARIMIZDA ÜMİTVAR OLABİLMEK

ZOR ZAMANLARIMIZDA ÜMİTVAR OLABİLMEK
27 Ağustos 2022 09:12
A+
A-

İnsan, sâdece fizyolojik ihtiyaçlarının değil,  aynı zamanda psikolojik ihtiyaçlarının da karşılanmasını ve kendine ait  anlamlı bir hayatın olmasını ister. Anlamlı hayat, genellikle mutluluk içinde geçen hayat olarak algılanır. Zira insanoğlu, keder, elem ve acılardan ne kadar hoşlanmazsa; sevinç, mutluluk ve hazlardan da o kadar hoşlanır. Bir bakıma, insanı yaşatan  ümittir, ancak  insanda ümitle birlikte korku  da mevcuttur.   Bir diğer ifade ile  ümidin içinde biraz korku, korkunun içinde de biraz ümit vardır.  Zira açları çalıştıran doymak ümidi, tokları çalıştıran ise açlık korkusudur. Bu nedenle insan hayatı, ümitle korkunun bir karışımıdır. Bunun İslâmî  terminolojideki  adı, “beyne’l havf ver-recâ” dır, ümitle korku arasında  dengeli ol­ma demektir. Ümitle korku arasındaki dengeyi koruyabilen insan, ancak kendi güçsüzlüğünü ve acizliğini anlayabilir, dolayısıyla böbürlenmez, şımarmaz ve kibirlenmez.

Kulluk, bu acizliği ve güçsüzlüğü anlamak ve bunun şuurunda olmak demektir. Hiç bir varlık, ebedî teminat veremez, onu ancak Allah verebilir. Bunun içindir ki, kulluk, ancak Allah’a yapılır. Hayatın gayeleri arasında en önemli yeri ve ilkini de bu teşkil eder. Zira kulluk görevi, insanın değerini ortaya koyar ve insana ne olduğunu ve ne olacağını gösterir. Allah’a kul olabilenler, yâni acizliğini ve güçsüzlüğünü anlayarak gerçek değerini ve yerini bilenler, sudan sebeplerle kendilerini veya birbirlerini  ezmeye ve yok etmeye kalkışmazlar, huzurlarını kaçıracak davranışlarda bulunmazlar ya da  bulunmak istemezler.

Mutlu insan, bu gerçeğin  farkında olandır. Bunun içindir ki o,  insanları olmaları gerektiği gibi değil, oldukları gibi kabul  eder.  Zira olması gerekenler, idealde ve uzakta olan şeylerdir. Olanlar ise, realitede ve yakında olandır. Yakında ve realitede olanı anla­madan ve varlığını kabul etmeden, idealde ve uzakla olanı anlamamız ve ona ulaşmamız müm­kün değildir. Zaten insanları çelişkiye ve çatışmaya sürükleyen de bu tutum ve davranışlardır.

Bir kişide sıkıntı ve üzüntü varsa, o kişinin bulunduğu ve yaşadığı fizikî  ve sosyal ortamda  da  mutlaka  bir uyumsuzluk ve düzensizlik vardır.  Ayni şekilde bir yerde fiziki ve sosyal uyumsuzluk veya düzensizlik varsa, orada psikolojik bir düzensizlik ve uyumsuzluk  da var demektir. Zira  ruhî uyumsuzluk ve düzensizlik kolaylıkla fizikî ve sosyal düzensizliğe dönüşebilme potansiyeline sahiptir. Bu sebeple, öncelikle ruh ve his dünyamızı tanzim ederek  kendimizle, sonra da ailemiz başta olmak üzere insanlarla ve  daha da önemlisi Allah ile barışık  olmamız gerekmektedir.

İmanın ve ibadetlerin bu dünyadaki en büyük faydası da budur. Bu fayda, sonsuzluğa açılan kapının önünde ve öncesinde insana güven vermiş olmasıdır.  Zira  bu güveni insana iman ve  ibâdetten başka hiç bir şey veremez.  Nitekim “ Allah dostlarına  ne bir korku ne de mahzun olma vardır, onlar üzülmeyeceklerdir ”,[1] âyetinin  ilk te­cellisi, dünya hayatından başlar ve ahirette de devam eder. Yarınından emin olma ve güven içinde yaşama ümidi, insanı huzurlu yapar ve ruhî gerilimlerden de uzak tutar. Zira  iman,“ güven içinde olmak, korkusuz olmak” demektir.

Dünyâ hayatı, sonludur, âhiret hayatı  ise sonsuzdur. Bu nedenle  ahiret inancı insandaki  sonsuzluk duygusunu  tatmin eder. Bu da olgunluğu sağlayan önemli bir etkendir. Olgunluk ise bir insanın öfkesini çevresindekilere baskı yapmadan ve ortalığı kırıp dökmeden yen­mesi hâlidir; sıkıntılarıyla başkalarına ve özellikle de kendine zarar vermemesidir. Olgunluk, bir sabır işidir; uzun vâdeli bir kazanç uğruna geçici ve kısa vâdeli kazanç ve zevk­leri feda edebilmektir. Olgunluk, sebattır. Olumsuz etkilere boyun eğmeden hedefe doğru yürü­mek ve hedefe varmaya çalışmaktır. Olgunluk, iradedir. Umut kırıcı olaylar karşısında ezilmeme gücüne sâhip olabilmektir. Olgunluk tevâzudur; Olgun bir insan, yanıldığında “hatâ ettim” veya “özür dilerim” diyebilen insandır. Olgun insan, “özü ile sözü, sözü ile özü” bir olan, bilmediğini bilen ve bilmediği şeyin de peşine düşmeyen in­sandır.[2]

Kur’ân’da ruhî gerilimler için kullanılan  kavramlar arasında gayzın önemli bir yeri vardır. Bu önem de Cennete girmek için çaba gösteren  mümine ait  vasıflarından birinin de  öfkesini yenmiş olması şartından kaynaklanır.[3] Gayz, hoşlanmamak, bir şeye karşı heyecanlanmak ve öfkelenmek demektir. Öfke, gazabın aslıdır; fa­kat ondan farklı yönleri de bulunmaktadır. Zira gazabın temelinde intikam alma arzusu ve iradesi yatmaktadır. Gazap, dışa yöneliktir, yüzde ve vücut organlarında yansıması görülür. Gayz ise, içe yöneliktir ve kalple ilgili durumu ifade eder.

İnsanlardaki ruhî gerilimlerin bir kaynağı da korkudur. Korku, genellikle hata, günah ve kötülük içinde olanların başına musallat olan bir duygudur. Doğruluk, hak ve adâlet üzerinde olanların  fazla korkacak bir şeyi olmaz. Özellikle Allah’a inanmayanlar ve gerçekleri bilmeyenler korkuya daha yatkındırlar ve onu daha fazla hissederler. Dersine çalışan ve devamlı imtihana hazır olan bir öğrenci, nasıl imtihandan korkmaz ise, her an görevini yerine getiren ve ölüme hazır olan insan da ölümden korkmaz. Zira  insanın yaşaması ve ölümü; rasgele, düzensiz ve sebepsiz değildir. Hiç kimse, bu dünyadan kendisi için  takdir edilen hayatı   yaşamadan ölmez. Bu sebeple Allah’a inanan insan, kendini boşlukta ve yapayalnız hissetmez. İnanmayan insan ise, kendini boşlukta hisseder  ve yapayalnızdır. Yok olma düşüncesi, içindeki sonsuzluk duygusu ile çatıştığından ne yapacağını bilemez ve kısa vadeli, gündelik işlerle avunmaya çalışır. Dünyâya ve seküler bir hayata düşkünlük  şeklinde  tezahür eden  bu avunmanın neticesinde zararlı çıkan, yine o insanın kendisi olur.

İnanan insanların  da zor zamanları, sıkıntıları ve çaresiz kaldığı durumları olur.  Fakat onları bu zor durumdan kurtaracak ve kendilerine umut verecek iki önemli çıkış yolu  mevcuttur: Bunlardan birincisi, kadere inanma; ikincisi ise, sa­bır ve eyleme geçirilmiş duadır.  Zira kader inancının insana sağladığı ruhî huzur ve sükûnu hiç bir şey sağlayamaz.  “Yeryüzünde ve kendi bünyenizde meydana gelen bir musibet yoktur ki o,  Biz onu yaratmadan önce kitapta/ ezeli ilmimizde mevcut olmasın. Şüphesiz bunları bilmek  Allah için çok kolaydır. O halde kaybettiğiniz şeyler için üzülmeyin, Allah’ın vereceği nimetlerle de şımarmayın”[4] ayeti, bunu ifade eder.  Bu nedenledir ki “Ka­dere inanan, kederden emin olur”. Zira  keder, insan sağlığını tehdit eden en önemli etkenlerin başında yer alır.

Sabır ve dua ise, insanı sonsuza bağlar ve onun sonsuzluk duygusunu tatmin eder.  Bu nedenle dua, Yaratan ile yaratılan arasındaki münasebetleri düzenleyen en kısa yoldur ve insanı  Allah katında değerli kılan bir ibadettir. “Duanız/kulluğunuz olmasaydı, Allah katına bir değeriniz olmazdı[5] ayeti bunu  açıklar. Bu nedenle dua, gelen ve gelecek olan belâlara karşı fayda veren bir ibadettir, insanı rahatlatır ve ona huzur verir  Bunun da şartı, duanın sözde kalmaması ve fiilî duaya dönüştürülmesidir. Zira “sünnetullah”  bunu gerektirmektedir.   Hz. Peygamber’in  “Ey Allah’ın kulları, size dua etmenizi tavsiye ederim, dua etmeyi ihmal etmeyin”[6]  sözünden  de anlaşılan budur.

Sabır, ilk sadme esnasında gösterilen mukavemetten ibarettir.[7]  Bu nedenle Kur’ân, sıkça  sabırdan  söz eder ve  insanın zarar ve  ziyan içinde olduğunu, ancak inanıp amel-i sâlih işleyenlerin, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerin kendilerini  bu zarardan  kurtarabileceklerini  ifade eder. [8]  Zira sabrın sağladığı ruhî olgunluğu, dinginliği ve neticede elde edilen huzuru, hiç bir şey  sağlamaz/sağlayamaz. Bu nedenledir ki   “Sabreden zafere eder”  sözü asla unutulmuyor, dua ile birlikte insanın en samimi iki dostu olmaya devam ediyor.   Dolayısıyla kadere inanan ve bu iki dosta sahip olan insan, önünde sonunda huzuru yakalayan ve mutlu olmaya aday olan insandır. Öyleyse huzuru yakalamak ve  mutlu olmak için, biz niye bu iki dosta sahip olmayalım?

Prof. Dr. Celal Kırca

 

[1]  Yunus,10/62.

[2] İsra,17/30

[3] Al-i İmran,3/134

[4] Hadid, 57/22-23.

[5] Furkan,25/77

[6] Tirmizî, Davaat,102,5,532

[7] Buhari, Cenaiz,32.

[8] Asr,103/2-3

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.