islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3798
EURO
34,7483
ALTIN
2.409,09
BIST
10.113,81
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
15°C
İstanbul
15°C
Az Bulutlu
Çarşamba Az Bulutlu
17°C
Perşembe Az Bulutlu
19°C
Cuma Az Bulutlu
18°C
Cumartesi Az Bulutlu
19°C

Dinin Siyaseti mi, Siyasetin Dini mi?

Dinin Siyaseti mi, Siyasetin Dini mi?

Din ile siyaset, insana yönelik faaliyet gösteren iki temel alandır. Her ikisi de insanlar arası ilişkilerin sağlıklı bir zeminde devamını kolaylaştıran prensiplere sahiptir. Allah’ın insanlığa büyük bir lütfu olan dinin ve sosyolojik bir gerçeklik olan siyasetin adeta amaç birliği yaparcasına toplumsal hayata yönelik pek çok mesaj içermesi, siyasetin dinden, dinin de siyasetten ayrı düşünülemeyeceğini göstermektedir.

İslâm’da siyaset, tek başına bir amaç değil, sosyal hayatı huzurlu kılmak için bir araçtır. Toplumda ‘iyiliği emredip, kötülükten sakındırma’[1] görevi, daha çok siyaset mekanizmasının doğru işletilmesiyle gerçekleştirilebilir. Kur’an’ın önemle vurguladığı adâlet ilkesini gerçekleştirmek; bireylerin yaşama, inanma, üreme ve mülkiyet edinme hakkını korumak siyasetçilerin görevleri arasındadır. Toplumun faydasına işler yapma, yoksulları gözetme, millî serveti dengeli ve âdil paylaştırma, zulüm ve haksızlığı engelleme gibi dinin önem verdiği erdemler, herkesten önce siyasetçilerin gerçekleştirmesi gereken temel hizmetlerdir. Toplumun her kesimine olduğu gibi siyasetçilere de pek çok mesaj veren din, siyasal faaliyetlerde dürüstlüğü, istişareyi, adaleti, sorumlu davranmayı ve faydalı icraatlar gerçekleştirmeyi öğütlemektedir.

Sosyal ilişkilerin barış ve huzur içerisinde yürütülmesini öngören İslâm dininde siyasal yönetimin adı konulmamış, ancak toplumsal sorunların dönemin şartlarına göre geliştirilecek yöntemlerle çözüleceği benimsenmiştir. Özetle siyasal sistemin adı ne olursa olsun, yöneticilerin belli ilkeleri gözetmesi istenmektedir. Bu ilkeler kısaca değinmede yarar vardır.

İslâm’ın siyaset alanında öngördüğü en temel ilke şûrâ (danışma)dır. “Onların (Mü’minlerin) işleri aralarında gerçekleştirecekleri danışma iledir”[2] âyetinde de ifade edildiği gibi, İslâm dininde yönetim özgürlüğü hakkının en belirgin şartı olan şâraya büyük önem verilmiştir. İslâm açısından şûrâ (istişare) farz olmakla birlikte, bu farzın ne şekilde yerine getirileceği Kur’an’da açıkça belirtilmemiştir. Çünkü yönetimle ilgili konular zamana ve sosyal şartlara göre farklık gösterebilir. Bu nedenle İslâm’da şûrânın uygulanışı ile ilgili detay konunun uzmanlarına bırakılmaktadır. Şurâ ilkesinin bir gereği olarak seçilen ve atanan kişilerle zaman zaman görüşüp yönetimle ilgili uygulamaları yakından izlemek, halkın en doğal hakkıdır. Temsilcisini bizzat kendisi seçerek yönetime müdahil olan halk, temsilcilik şartlarına uymaması halinde, seçtiği kişiyi daha ehil olanla değiştirme yetkisine de sahiptir.

Yönetimle ilgili uyulması gereken bir diğer ilke adâlettir. Yönetimde adâletin gözetilmesi gerektiği Kur’an’da şu ifadelerle açıklanmaktadır:

“Allah size emaneti ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder…”[3], “… Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Âdil olun, çünkü bu takvaya daha yakındır.”[4]

Dinimiz yönetimde adâlet ilkesini gözeten idarecilere itaat etmeyi şart koşar. Bu husus şu ifadelerde açıkça belirtilmektedir:

“Ey müminler, Allah’a, Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah’a ve Peygamber’e götürün.”[5], “Üzerinize âmir olarak zenci bir köle bile tayin edilse, ona da itaat edin.”[6]

Âyet ve hadiste vurgulanan bu tür mesajlar, devlet idaresine karşı gösterilmesi gereken ciddiyet ve disipline verilen önemi göstermektedir. Çünkü yöneticilere itaat prensibi, sosyal hayatın sigortası ve sosyal barışın teminatıdır. Ancak, âyette geçen Allah’a ve Peygamber’e itaat mutlak iken, emir sahiplerine itaat şarta bağlanmıştır. Buradaki şart, yöneticilerin keyfî davranmaması, halkın isteklerini karşılamaya çalışması ve uygulamalarda adâleti gözetmesidir. Aksi halde itaat şartı ortadan kalkar. Konuyla ilgili şu âyet oldukça dikkat çekicidir:

“Çok yemin eden, değersiz, daima kusur arayıp kınayan, durmadan laf götürüp getiren, iyiliklere durmadan engel olan, haddini aşan, çok günah işleyen zorba ve aşağılık kimselere itaat etme.”[7]

Bir yönüyle topluma uyarı niteliği taşıyan bu âyet, diğer yönüyle de siyasetçinin gözetmesi gereken kırmızıçizgiyi göstermektedir. Yani siyasetçiye gereksiz yere yemin etmenin, insanlarda sürekli kusur araştırmanın, laf taşımanın, iyiliklere engel olmanın, yolsuzluk yapmanın, haddi aşmanın, harama batmanın, zorbalık ve zalimlik etmenin çok kötü bir şey olduğunu haykırmaktadır.

İslâm’ın siyaset alanında benimsediği ilkelerden biri de liyâkattir. Liyâkat, verilen görevi yerine getirebilecek niteliğe sahip bulunmak demektir. Toplum adına yapılan görevlendirmelerde liyakatin gözetilmeyip ailevi yakınlık, sosyal statü, maddî üstünlük ve yandaşlık gibi kriterlerle işlerin ehil olmayanlara verilmesi, sosyal düzenin işleyişindeki bozukluğun ve insanlar arasındaki huzursuzluğun en temel nedenidir. Şu ayetle toplum bu konuda uyarılmaktadır:

“Şüphesiz Allah size emânetleri ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâleti gözetmenizi emreder. Gerçekten Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor.”[8]

Ayetin, Müslüman olmayan bir kişinin kamu görevinden engellenmeye çalışılması sırasında nazil olması anlamlıdır. Rivayete göre hakkında ayet gönderilen olay şöyledir: “Mekke’nin fethi sırasında Kâbe’nin anahtarı henüz Müslüman olmayan Osman b. Talha’da bulunuyordu. Kabe’nin kapısını kilitleyen bu zat Hz. Peygamber’e; ‘Eğer Allah’ın Resulü olduğunu kabul etseydim zaten bunu sana verirdim.’ diyerek anahtarı teslim etmemişti. Bu söz karşısında hiddetlenen Hz. Ali, anahtarı ondan zorla alarak Kâbe’nin kapısını açtı. Peygamber (s.a.v.) Kâbe’de iki rekat namaz kılıp dışarı çıktığında, amcası Hz. Abbas anahtarın kendisine verilmesini ve sorumluluğundaki ‘hacılara zemzem suyu ikram etme’ görevi olan sikâyet-i zemzem ile sedânet denilen ‘Kâbe’nin anahtarını taşıma’ görevinin birleştirilmesini istedi. Bunun üzerine yukarıdaki ayet nazil oldu. Bu ayetin nüzulünden sonra, Hz. Peygamber anahtarın eski görevlisine geri verilerek ondan özür dilenmesini istedi. Hz. Ali de; ‘Senin hakkında Allah Teâlâ ayet gönderdi.’ diyerek Osman b. Talha’ya anahtarı teslim etti ve olup bitenler için ondan özür diledi.”[9]

Bu hadisede de görüldüğü gibi, kamu alanında hizmet etmenin emanet olarak değerlendirildiği İslâm inancında görevlerin ehline verilmesi, idarecilik yapabilecek kimselerin idareci, hesap işlerinden anlayanların muhasebeci yapılması, kısacası her görevlinin kabiliyetli olduğu işlerde çalıştırılması liyakat ilkesinin bir gereğidir. Bilgisiz kimselerin öğretmen, yöneticilik vasfı taşımayanların idareci, çalışacağı iş konusunda mahareti bulunmayanların işçi ve memur yapılması, öncelikle bu kişilerin kendisine ve sorumlu olduğu insanlara karşı bir haksızlıktır. Hz. Peygamber’in bu konudaki titizliğini yansıtan şu hadis anlamlı bir mesajdır: “İşler ehline verilmediğinde kıyameti bekle.”[10]

İslâm’ın siyaset konusunda önemsediği bir diğer ilke de denetimdir. Bu ilke gereğince toplum, yöneticileri denetleme hakkına sahiptir. Bu konuda önemli bir örneğimiz olan Hz. Ömer, her yıl valileri hacca çağırır, onlarla ilgili şikâyetlerin kendisine bildirilmesini topluma ilân ederdi. Gelen insanları dinler, yönetimle ilgili problemleri yerinde çözmeye çalışırdı. Bu uygulama, o dönemde toplumun huzur ve refahını güçlendirmede önemli bir etken olmuştur.

İslâm dini, siyasal yönetim konusunda öncekilerden devralınan kültürel mirasa körü körüne bağlanma yerine düşünmeyi, olay ve durumlara eleştirel bakabilmeyi, tarihten ibret almayı ve geleceğe yönelik yeni projeler geliştirmeyi önermektedir.[11] Dinin siyasetle ilgili bu dinamik yönü ihmal edildiğinde onun hükümleri dogmalaşacak ve toplum siyasal alanda geliştirilen yeni alternatiflere kapısını kapatacaktır. Bu durum, toplumsal gelişimin durağanlaşmasına ve siyasal sistemin hantallaşmasına sebebiyet verebilir.

Özetle din ile siyaset, insanın huzur ve mutluluğunu esas alan iki temel unsurdur. Kaynağı ve oluşum biçimi itibariyle birbirinden farklı özelliklere sahip din ile siyaseti karşı karşıya getirmek yerine bir arada düşünmek toplumun menfaatinedir. Çünkü toplumda dini öğrenme ve yaşama hakkının korunabilmesi için özgürlükçü siyaset anlayışına, siyasal faaliyetlerin dürüstlük zemininde sürdürülebilmesi için de dinin ahlâk ilkelerine ihtiyaç vardır.

Prof. Dr. Hüseyin YILMAZ

[1] Bkz: Hacc 22/ 41.

[2] Şûrâ 42/ 38. Ayrıca bkz: Âl-i İmran 3/ 159.

[3] Nisâ 4/ 58.

[4] Mâide 5/ 8.

[5] Nisâ 4/ 59.

[6] Müslim, İmâret 8.

[7] Kalem 68/ 10-13.

[8] Nisâ 4/ 58.

[9] Bkz: Ebû’l-Fidâ İsmâil İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Dâru’l-Fikr, Mısır 1979, II, 321.

[10] Buhârî, İlim 23.

[11] Bkz: Bakara 2/ 170, 266; En’am 6/ 50; Nahl 16/ 44; Rûm 30/ 9.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.