Son yıllarda aktüel bir kelime olan diyaloğun uluslar arası alanda fazlaca kullanıldığına şahit oluyoruz. Kelime, sanki hoşgörülüğün ve medeniliğin bir sembolü gibi toplumsal alana aktarılmakta ve bizleri, daha nezaketli ve anlayışlı olmaya yöneltmektedir.
Sosyal hayatta, insanların birbiriyle münasebetlerini verimli ve faydalı hale getirme konusunda iletişim içinde olma vasfı, doğru bir davranış şekli olup; özellikle medenilik niteliğine uygun bir tavırdır. Diyalog kelimesi de, insanların karşılıklı olarak birbirlerini tanımak ve anlamak açısından öne sürülen bir kelime gibi empoze edilmektedir.
Fakat uluslar arası alana gelince, diyaloğun çok genel bir tanımı ve muhtevası ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu noktada, dikkatimizi en fazla çeken diyalog türü, “Dinler arası diyalog” veya “kültürler arası diyalog” kavramıdır. Acaba bu terim, tesadüfen mi bu alanlarda kullanılmaktadır, yoksa; bu kelime şuurlu bir niyet ve hedef için mi düşünce dünyasına sürülmektedir, bunu anlamak durumundayız.
Mesela, ticari, sanayi veya uluslar arası ilişikler alanında diyalog kelimesinden çok “ilişki veya temaslar” kelimeleri kullanılırken, neden din ve kültür gibi hayati önem taşıyan konularda “diyalog” kelimesi kullanılmaya çalışılmaktadır?
Batı’nın son 15-20 yıldır özenle seçtiği bu kelime, aslında gizli bir hakimiyet ve yönlendirme amacını taşımaktadır. Çünkü, dini ve sosyal konular; hiçbir zaman diyalog yoluyla benimsenen veya düzene sokulabilecek nitelikteki konular değildir. Din ve kültür, bir toplumun kendi hayat tarzı ve yaşama ideallerinden oluşan sistemlerdir. Onların, zamana ve zemine göre değiştirebilme özelliği bulunmamaktadır. Çünkü, onların değişmesi ve şartlara göre düzenlenmesi demek, tüm toplumsal muhayyilenin (gelecek perspektiğinin), ahlaki sistemin ve yaşayış felsefesinin değerlerinin alt üst olması ve bu alanlara sun’i bir müdahale yapılması demektir.
Batı’nın kendi dışındaki ülkelerde ve özellikle Müslüman toplumlarda böyle bir anlayışı yerleştirmesinin arkasında, kendi değerlerini ve yaşama felsefesini başka ülke ve kültürlere “empoze etme” gibi gizli bir planı söz konusudur. Özellikle de sosyal bilimler, böyle bir amacı gerçekleştirmek için kullanılmaktadır.
Mantıki olarak diyalog ihtiyacı, anlaşılması zor bazı alanlarda iki tarafın da kendi görüş ve fikirlerinden taviz vererek, bir “orta nokta”da birleşmesi manasına gelmektedir. Din, kültür ve sosyal adet veya örflerde böyle bir hareket, aslında sosyolojik manada toplumsal kurallardan “sapma” olarak açıklanmaktadır. Böyle bir sapma, din ve kültür değerlerini hayatın temel belirleyicisi olarak düşünen toplumlarda “doğrulardan uzaklaşma” manasına geldiğinden, kabul edilmesi mümkün olmayan bir tutumdur.
Konu, eğer; iletişim, güvenlik veya terör gibi konularda olsa, bu tür bir diyaloğun elbette iyi niyetli devletler için faydası olabilir. Ama mesele, sizin hayat tarzınız, değerleriniz, tarihi karakteriniz ve düşünce tarzınızı yeniden şekillendirmek gibi, anlamsız ve gereksiz bir noktada ortaya çıkıyorsa, buna söylenebilecek söz, “niçin” sorusu olacaktır. Ve, buna verilecek cevabın da son derece anlamsız ve tutarsız olduğu anlaşılacaktır.
Nitekim dinler arası diyalog adıyla, Fetö liderinin, kendini Hristiyan sembol ve anlayışına ne kadar yaklaştırdığını ve İslami ve kültürel değerlerimizden nasıl sistemli bir değiştirme hareketine yöneldiğini biliyoruz. Buna benzer, bir başka hareketin de maalesef hükümet tarafından “Kültürler arası diyalog” çalışmaları adıyla başlatıldığını görmekteyiz. Bu tür tavırların, Batı’ya şirin görünmekten başka bir faydası olmadığını düşünüyorum. Çünkü, bu çalışmaların somut bir faydası, şimdiye kadar görülmemiştir.
ikinci bir örnek, Rahip Brunson olayında, “hürriyetler ülkesi”(!) Amerika’nın takındığı tavırdır. ABD Başkanı’nın PKK ve Fetö gibi illegal ve terörist yapılarla münasebeti delilerle ortaya konulan bu kişinin serbest bırakılmasını istemesi ve hukukun kendileri için “işletilemeyeceği” gibi bir ayrıcalığı utanmadan iddia etmesi, gündemde olan bir konu. Bu iki örnek, Makyavelizm gibi iki yüzlü bir anlayışa sahip Batı politik anlayışı ile ne ölçüde diyalog kurulabileceğini ortaya koymaktadır.
Batı’nın kendini biricik ve yaşama tarzını yegane yaşama tarzı kabul ettiğini, “Medeniyetler Çatışması” hareketi açıkça göstermiştir. Medeniyet ilişkilerini, tabii halinden uzaklaştırıp, bir “çatışma mantığı” içerisinde sistemleştirip, İslam dini ve onun mensuplarını, “kanlı hareketler”e yol açan bir medeniyetin temsilcileri olarak göstermeleri, bunun açık bir örneğidir. Bütün bu tavırlar, batı’nın hegemonik ve emperyalist karakterinin sonucudur.
Uluslar arası çalışma ve programlarda, Batı dünyasının hangi konuda başka kültür ve dinlere anlayış ve toleransla baktığını söyleyebiliriz? Son yıllarda Amerika ve Batılı ülkelerin diğer ülkelerle yüzyüze kaldığı problemlerin tamamı, din ve kültür alanında onların “bağnaz” ve “hoşgörüsüz” tutumlarından ve başka ülkelerini kaynakları ele geçirme tavırlarından değil mi dir? Dolayısıyla diyalog çağrıları, “bize benzeyin ve bizim gibi düşünün ve yaşayın” tutumundan başka bir mana taşımamaktadır.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi