islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,5004
EURO
34,6901
ALTIN
2.496,45
BIST
9.693,46
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Yağmurlu
13°C
İstanbul
13°C
Yağmurlu
Cumartesi Parçalı Bulutlu
19°C
Pazar Az Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
21°C
Salı Az Bulutlu
23°C

Her Doğru, Her Yerde Söylenmemeli Mi?

Her Doğru, Her Yerde Söylenmemeli Mi?
14 Mayıs 2018 09:25
A+
A-

Toplumumuzda yaygın bir şekilde kullanılan “Her doğru, her yerde söylenmez” sözünü, gerçekten Kur’an ve Sünnet süzgecinden geçirdik mi? Genelde hiç risk almak istemeyenler, karşıdan gelecek tepki ve şiddeti hesap ederek, konuşulması gereken yerde susmayı tercih edenler, “ne şiş yansın ne kebap” diyerek durumu idare edenler, yasak savıcılar, hasbî değil hesabî olanlar ve ağrımadık başını ağrıya sokmak istemeyen tatlı su Müslümanları hep bu söze sığınırlar.

Aslında bu sözün Said Nursî’ye ait olduğu söylenir. Fakat Said Nursî’nin hayatı ile bu söz çelişir. Çünkü hayatı, söylediklerinin bedelini; zindanlarda, sürgünlerde ve mecburî ikametlerde ödemekle geçmiştir. Milli mücadele yıllarında gösterdiği gayretlerle Ankara Hükümetince takdirle karşılanan Said Nursi, başkente davet edilmiş ve 7 Kasım 1922’de bu ziyaret gerçekleşmişti. Ziyaretin hemen ardından milletvekillerinde baş gösteren batı âşıklığı ve ibadetler noktasındaki zaafiyeti gören Nursî, Mustafa Kemal’e hitaben bir namaz beyannamesi kaleme almıştı. Bu mektup, Said Nursî ve Mustafa Kemal’in arasındaki ipleri koparmıştı.

Hayatı İslamî mücadele ile dolu bir zatın bu sözü söyleyebileceğine ihtimal vermiyorum. Eğer söylemişse, hangi bağlamda söylemiştir, orası önemlidir. İslam’ı tebliğ noktasında, hakkı gizlemek söz konusu olamaz.Fakat siyasi taktik gereği, ya da düşmana sır verme olan konularda veya devlet sırlarında doğrular her yerde söylenmez. Bir başka ifadeyle, maslahat gereği yalan söylemenin dinen caiz olduğu yerde, doğrular söylenmeyebilir.

Pekiyi bu konuyu Hayat Kitabımıza arz ettiğimizde karşımıza ne çıkmaktadır?

Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Hakkı batıla karıştırmayın ve bile bile hakkı gizlemeyin.” (Bakara:2/42)

Ey kitap ehli! Niçin hak ile bâtılı karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?” (Âl-i İmran:3/71)

Bu ayetlerde Allahu Teâlâ, Kitap ehlinden olan Yahudilerin, ellerindeki Tevrat’ta bulunan doğruları gizlediklerini, hakkı batıla karıştırdıklarını bildirerek bize; “Ey Muhammed Ümmeti! Sizler de, hakkı batıla karıştırarak Kuranî doğruları gizlemek suretiyle Yahudileşmeyin” mesajını vermektedir.

Rasulullah (sav) de hadislerinde şöyle buyurmaktadır: “Müşriklere karşı mal, can ve dilinizlecihad edin.” (Ahmed, Müsned, III/13,16; Ebû Dâvûd, Cihâd, 5, 38. Fiten, 13; Nesâî, Zekât, 49, Cihâd, 7)

Rasulullah’a şöyle sorulur: “Hangi cihad daha faziletlidir? Peygamberimiz de “Zalim sultana karşı hakkı konuşmaktır” diye buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Melâhim, 18; Nesâî, Bey’at, 38)

Zalim idareciye karşı hakkı haykırmak, bu görevi yapanın belki de hayatına malolacak bir cihaddır. Bu cihadı göze alanlar en büyük kahramanlardır. Çünkü ölümü göze almışlardır. Tarih boyunca görülen gerçek şudur: Zalimlere karşı çıkanlar, hayatlarını feda ederek, toplumları ve insanlığı kurtarmışlardır.

Ahmed bin Hanbel’in oğlu Abdullah anlatıyor: Babam zindandan çıktıktan sonra “Allah, Ebu’l Heysem’e rahmet etsin, onu affetsin” diye sürekli dua edip duruyordu. “Baba kimdir bu adam?” diye sordum. Babam dedi ki: “Evladım! İşkence günlerimde Allah beni bu adamla destekledi ve dayanma gücü verdi. Ellerim, ayaklarım zincirli, hücremden kırbaçlanmaya götürülürken birisi eteğimden çekti. Baktım, yere yıkılmış bir mahkûm. Bana dedi ki “Bana bak İmam! Ben bu beldenin serseri, aylak, hırsız bir adamıyım. İşlediğim bu adi suçlar uğrunda tam 18 bin kırbaç yedim, inat ettim yine de bu batıl davamdan dönmedim. Sen ise Müslümanların imamısın. Sakın ola kırbaç yediğinde hak davandan ve söylediklerinden vaz geçmeyesin!”dedi. “Evladım! Nice âlim dostlarım bana ‘vazgeçtim deyiver kurtul’ derken, o aylak bana direnişi ve mücadeleyi nasihat etti. İşkence altında onun sözleri beni dimdik tuttu. Allah ona rahmet etsin, hidayet versin…” (Ebu’l Ferec İbn’l Cevzî, Menâkıbu’l İmam Ahmed, s.450)

Çağına damgasını vurmuş olan hemen hemen bütün âlimler, kaça mal olursa olsun, doğruları söylemekten geri durmamışlardır. Gerekirse o uğurda zindana atılmışlar, kamçılanmışlar ama hakkı söylemekten vaz geçmemişlerdir. “Her doğru her yerde söylenmez” diyerek inzivaya çekilmemişlerdir. Mezhep imamlarının ve toplumun önünde giden âlimlerin hayatına bakın, bedeli ne olursa olsun, hakkı her yerde söylemekten uzak durmamışlardır.

Bu konuda asrımızın meşhur fakihlerinden Abdülkerim Zeydan, Fıkıh usulü ile ilgi olarak kaleme aldığı “el-Veciz” adlı eserinde şunları kaydetmektedir: “Şehitlerin efendisi Abdulmuttalib oğlu Hamza ve zalimce hükümet edene hakkı söyleyip, (bundan do­layı bu zalim tarafından mazlumca) öldürülen kişidir.Buna göre zor ve şiddet kul­lanması muhtemel olan hükümet eden zalime doğruyu yapması, yanlışı yapma­masını söylemek, susmaktan evlâdır. Çünkü Allah Rasûlü bu kişiyi, yüksek şehitlik mertebesinde Abdulmuttalib oğlu Hamza ile bir tutmuştur. Buradan, zarar görüleceğinden korkulduğunda, marufun emrini ve münkerin nehyini terketmenin ruhsat olduğu, hükümet edenin zalim biri olup marufu yapması ve münkerden kaçınması tavsiyesinde bulunanı öldürdüğü takdirde, azîmete göre hareket etmenin evlâ olduğu anlaşılmaktaysa da bu hükmün kısmî olduğu, umûmî ve külli olmadığı, yani bu hükmün ferdi ilgilendirdiği, bütün İslam milletini ilgilendirmediği unutulmamalıdır. Bütün İslâm milletinin zalimce hükümet edenlerden korkarak marufun emri ve münkerin nehyinden geri durup bu vazifeyi yapmaması caiz değildir.Çünkü marufun emri ve münkerin nehyi farz-ı kifayedir. Sonunda ölüm olsa da İslam milletince gerçekleştirilmesi farzdır.Nitekim kan akmasına ve can kaybına sebep olsa da cihad, farz-ı kifaye olup İslam milletinin cihad yapması farz değil midir? Yuka­rıdaki vaziyette de mârufu emr, münkeri nehy, bazı fertlerin ölümüne sebeb olsa da, cihad şekillerinden biridir ve Milletin bundan uzak durması caiz değildir.” (Abdülkerim Zeydan, el-Veciz, Hükmü’r Ruhsat, s.53)

Demek oluyor ki, baskı ve şiddetten korkan bir kısım kişiler, ferdî olarak hakkı söyleme yerine susmayı tercih edebilirler. Çünkü hakkı söyleyerek “iyiliği emretme ve kötülükten menetme” ameliyesi, bir kısım insanların yapmasıyla, diğer Müslümanlardan sorumluluğu düşen bir farzdır. Yani farz-ı kifayedir. Doğruları her yerde söylemenin topluca terk edilmesi, bütün Müslümanları sorumlu kılar. Öyleyse doğruları her yerde söyleyebilecek cesur yüreklerimiz olmalıdır.

Unutmayalım ki; “Medeniyetler, konuşulması zor zamanda, risk alarak doğruları konuşanlar sayesinde gelişir.” Gerisi züğürt tesellisidir.

Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.