islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,5813
EURO
34,7803
ALTIN
2.507,96
BIST
9.693,46
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Yağmurlu
14°C
İstanbul
14°C
Yağmurlu
Cumartesi Parçalı Bulutlu
20°C
Pazar Az Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
23°C
Salı Az Bulutlu
22°C

“İNCİNMİŞSİN DEDİ”

“İNCİNMİŞSİN DEDİ”

Giderek yaygınlaşan bir söylem olarak arabaların arkasında ve popüler medyanın farklı araçlarında kullanılan başlıktaki ifade, aynı zamanda yükselen psikolojinin de bir göstergesi olarak okunabilir. Aslında farklı bileşenler etrafında anlam kazanmakla birlikte, aynı zamanda süjeyi de merkeze almasıyla post/modern zamana göndermede bulunmaktadır.

Pre-modern klasik dönemde insan, evren ve dünyanın Tanrı merkezli olarak tanımlanıp adlandırıldığı bir durum söz konusu idi. Tanrı kutsal kitapta eşyaya dair hakikatleri bildirmekte, insan ise tüm kendisini bu hakikatler çerçevesinde değiştirerek bir olgunlaşma sağlamakta idi. Burada insanın duyguları elbette önemli olmakla birlikte, hakikate yönelik bir gönderge niteliğinde değildi.

Modern dönemde bu anlayış ciddi olarak kırıldı. Descartes “Cogito” ile merkeze insanı alırken, Tanrı’yı kendi sisteminde tutmaya devam etmiştir. Fakat Descartes’ın yaklaşımı Tanrı merkezli bir insan ve evren düşüncesinden insan merkezliliğe geçişi ifade etmektedir. Kant nihayetinde insandaki kategorileri fenomenler dünyasını anlama konusunda merkeze alırken, Descartes’ın yaklaşımını kurumsallaştırmaktaydı. Böylece insandan bağımsız bir gerçeklik değil, insanla bağımlı bir gerçeklik önplana çıkmaktaydı. Neticede insan dışa dünyadaki gerçekliğe göre değişmeyecek, dış dünyayı kendi algıladığı biçimde değiştirecekti. Bu bağlamda modern zamanların en önemli niteliği, insanın dış dünyayı değiştirebilme gücünü kendisinde görmesidir.

Postmodern dönem “modern” olana kimi itirazlarla gündeme gelmiş olsa bile, son kertede modernlikle aynı paradigma üzerinden yürümeye devam etmiştir. Bu niteliklerin başında insanın bu merkezi konumu gelmektedir. Hatta postmodernlik birey olarak insanı daha da rafineleştirip derinleştirerek “öznel”liği zirvelerde vurgulamıştır.

Modernleşme sürecindeki bir değişimi daha bileşenimizdeki önemli yeri dolayımıyla belirtmeliyiz. Tabiri caizse erken modernleşme döneminde yükselen bilim sosyoloji olmuştu. Sosyoloji modern toplumları anlama ve okuma faaliyeti olarak kendi işlevini görmeye başlamıştı. Günümüzde ise sosyoloji önemini korumakla birlikte, öznellik vurgusunun tamamlayıcı ögesi olarak psikoloji bilimi yükselen bir eğilim haline gelmiştir. Özellikle ülkemizde 2000’lerden itibaren psikolojinin yükselişine şahitlik edilebilir. Psikoloğa başvurmanın gerekliliği ve hatta bir hayat danışmanı olarak devreye girmesi belki bu yükselen eğilimin birkaç göstergesidir.

Bu bileşenler çerçevesinde insanın algıları, hissettikleri, duyguları bir gerçeklik olarak merkezi önem kazanmıştır. Buradaki en önemli mesele, artık gerçekliğin insandan bağımsız bir objektiviteye sahip olmasının beklenmemesidir. Aslında her bir insanın hisleri, duyguları düşünceleri kendi sübjektif yargılarını ifade etmesi açısından bir objektivite olarak nitelendirilemez.

Öyle ki, bir öğrenci “öğretmenim bana baktı ve psikolojimi bozdu” dediğinde bunu bir şikayetin konusu yapabilmektedir. Burada sonuçlar tamamen algılayan öznenin merkeze alınmasıyla kurulmaktadır. Bu durum aynı zamanda insanın alınma ve incinme eşiklerinin de değiştiğini bize göstermektedir. Fakat uzun vadede gerçekliğin nasıl sübjektiviteden kurtarılarak kurulacağı ciddi bir sorun haline gelmektedir.

Elbette insandaki duyarlılıkların dikkate alınması önemlidir. Giderek insanı narinleştirdiğini ve daha rafine hale getirdiğini düşündüğüm bu durum, acaba hayatla başa çıkabilme ve gerçeklikle temasta kalma anlamında bir direnç ve imkan üretebilmekte midir? Kriz ve kaosların yaygınlaştığı böyle bir dünya ile başa çıkabilmek, insanın iç dinamiklerinin ve dayanma gücünün daha da artırılmasını gerektiriyor görünmektedir. Bu ise çocukları geleceğe hazırlamak adına farklı frekansları dikkate almayı gerektirmektedir.

Prof. Dr. Mustafa TEKİN

Yorumlar
  1. Nuhi dedi ki:

    Teşekkürler hocam…. Güzel tesbitler