Bütün din ve ideolojilerde dikkat kesilmemiz gereken nokta, onların mutlak ve hakikate nasıl baktıklarıdır. Günümüzde hakikat iddiasından vazgeçtiğini iddia ederek, hakikati parçalayan bir perspektif varsa bu da herhalde postmodernizm olsa gerektir. Bütüncül bir mutlaklık ve hakikatten bu vazgeçiş, daha özgür ve bağımsız bireyler ile dünya oluşturma amacıma matufmuş gibi görünmektedir. Zaten modernizme de bu sebeple itirazlarda bulunmuştu. Fakat postmodernizmin bilhassa pratikte bu kadar da tutarlı olmadığını, hele hegemonyadan mesafeli olduğunu söylemek çok güçtür.
Her şeyden önce, ideolojiler çağının bittiğini önererek, bize yeni ufuklar açmaya çalışanların ve bu bağlamda postmodernliği sunanların, onun ideolojisiz bir ideoloji olduğunu iyi bilmeleri gerekir. İkinci önemli nokta da Fredric Jameson’un tespitleriyle postmodernizmin geç kapitalizmin kültürel mantığı olarak işlediğini, dolayısıyla bir özgürlük alanı önermekten çok insanlığı tüketim kültürünün önünde edilgenleştirdiğini görmeliyiz. Burada postmodernlik bütün direnç gösteren ortodoksilerin delinmesi işlevini görmektedir açıkçası. Hasılı böyle bir girişle başlamam, postmodernliğin bize özgürlük sunduğu şeklinde bugün en kuvvetli görünen seçeneği elemektir.
Burada asıl meselem ise, günümüz Türkiye’sinde ve hatta tüm dünya ölçeğinde herkesin bir diğerine özgürlük ve seçim alanı bırakmaksızın “hakikat”ini dikte etmesidir. Farklı ideoloji, düşünce ve dinlerin hakikat iddiaları olması tabi ki normaldir ve hatta bunların tartışılması bir zorunluluktur. Fakat her bir kimsenin dinin herhangi bir yorumunu, ideolojisini hakikat olarak dikte etmesi ve fırsat bulduğunda güç uygulaması asla tasvip edilemez. Hatta bu daha küçük toplumsa davranışlarda, kendi yaptıklarını bir hakikat olarak başkasına dayatmayı da içermektedir.
Bir kere insan fiillerinin bir değer ve anlam kazanabilmesi, özgürlük ve o fillerin bir seçimin konusu olmasıyla mümkündür. Baskı sonucu oluşan imanın hiçbir anlam ve değeri yoktur; tıpkı baskı sonucu küfr lafızlarını söylemenin anlam ve değeri olmadığı gibi. Bu konular aslında İslam kelamında enine boyuna tartışılmıştır. Kısaca şunu söylemek lazımdır ki, farklı baskılarla insana kabul etmesi için tek bir seçeneğin sunulduğu yerde bir özgürlükten ve iradeden bahsetmek imkansızdır. Buradan çıkacak imanın da bir anlam ve değeri olmayacaktır.
Kant’ın meşhur mottosunu söyleyerek devam edelim: “Özgürlük iyiden önce gelir.” Yani her perspektifin kendisine göre bir iyisi ve hakikati vardır. Hatta uzun vadede cenneti ve cehennemi vardır. Bu iyiler serbestçe konuşulmalı ve tartışılmalıdır. İnsanlar da, bunlar arasında istediği “iyi” yi seçebilmelidir. Herkesin bir diğerine bu anlamda iyilik yapmak amacıyla ve cennetten mahrum olmasın diye “iyi”sini dayatmaya kalkması bir baskı örneği olacaktır ve İslam’ın asla kabul etmediği bir şeydir. Kur’an, “onlar sözleri dinlerler ve en güzeline uyarlar” (39/Zümer, 18) derken bu durumu metodolojik olarak da temellendirmektedir.
Herkesin bildiği Çağrı filminde bir enstantane vardır. Hz. Peygamber (SAV) ve bir avuç mümin Kabe’de “La İlahe İllallah” sözleriyle özgürlüğe çağrı yaparlarken, bu arada Mekke’nin liderlerinden birisi sürekli “Muhammed bir sahtekardır” sözünü tekrarlamaktadır. Bu arada uzaktan Hz. Hamza görünür ve oraya kadar gelir. Ne oluyor diyerek meseleyi anlamaya çalışırken, Mekke’nin lideri hala aynı sözleri tekrar etmektedir. Hz. Hamza ona döner ve der ki; “Konuşturmadınız ki, konuşmadan doğru ve yanlış nasıl anlaşılacak?”
Bundan dolayı diyoruz ki, ancak kendi dinine ve ideolojisine güvenen ve saygısı olan başka düşüncelerin de kendisini ifade etmesine engel olmaz ve hatta Kur’an’ın dediği gibi “delilinizi getirin” (mesela bkz. 2/Bakara, 111) diyerek teşvik eder. Ancak kendisine güvenmeyenler karşısındakini susturur.
Herkes hakikat iddiasını gerekçeleriyle ortaya koysun ama bana dayatmasın. Kendi irademle seçim yapmak istiyorum.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi