islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3374
EURO
34,8108
ALTIN
2.390,60
BIST
10.276,88
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Parçalı Bulutlu
18°C
İstanbul
18°C
Parçalı Bulutlu
Pazar Açık
19°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
21°C
Salı Az Bulutlu
24°C
Çarşamba Az Bulutlu
20°C

“MATURİDİ HADİSÇİ Mİ?”

“MATURİDİ HADİSÇİ Mİ?”
3 Eylül 2023 09:00
A+
A-

Ağustosta Karadeniz bir başkadır. Özellikle Ordu, Giresun ve Trabzon  için bu ay, fındık toplama zamanı demektir.  Bu nedenle her gurbetçi, daha ziyade bu ayda doğduğu topraklara gelip fındık toplamak, yaylalara çıkıp temiz havasını  teneffüs etmek ister. Bu onun için vaz geçilmez bir arzudur, hatta tutku derecesinde bir yaşam tarzıdır. Ben de bundan nasibini alan biriyim. Fakat yaşlılar kategorisine dahil olduğum için, fındık toplamaya fazla iltifat etmedim, ama  boş da durmadım,  okumaya ve yazmaya  devam ettim. Arada sırada bir iki kişiye rastlar da  bir çift laf ederim umuduyla yürüyüşlere  çıktığım zamanlar da oldu. Bu yürüyüşlerimden birinde yol kenarındaki bir evin gölgesinde, tanımadığım, biri oturan diğeri de ayakta duran  iki genç kıza  rastladım.

Kızlardan biri kumral ve uzun boylu; diğeri ise esmer ve kısa  boyluydu.  Selam verdim, güler bir yüzle selamımı aldılar.   “Siz kimsiniz ?”  diye sordum,  Kumral olan kızın verdiği cevaptan yıllar önce gurbete gitmiş bir akrabamın  kızı olduğunu  öğrendim. Diğeri ise Malatyalıymış ve akrabam olan kızın da sınıf arkadaşıymış. Fındık toplamaktan geliyorlarmış, biraz soluklanmak istemişler.  Onlarla  biraz sohbet  etmek istedim,  sorular sormaya  başladım. Verdikleri cevaplardan ilahiyat fakültesi mezunu olduklarını, fakat henüz atanmadıklarını  öğrendim.

İlahiyat mezunları olunca takılmadan da  edemedim.  Adetim olduğu üzere  akrabam olan kıza,  “Şimdi  ben bir, iki, üç …diye sayacağım, sen de hiç duraksamadan  en sevdiğin  hocalarının isimlerini söyleyeceksin” dedim ve saymaya başladım. O da  hocalarının adlarını söyledi. Diğer kızdan da aldığım cevaplar aynıydı. Böyle yapmaktaki amacım,  hangi dersleri daha çok sevdiklerini öğrenmekti. Zira hocasını seven bir öğrenci,  dersini de seviyordu. Kızların verdikleri cevaplar, Temel İslam Bilimlerine ait bazı dersler için hiç de iç açıcı değildi.  Bu dersleri sevmediklerini anlamıştım. Özellikle bazı ders adlarını söyleyerek niçin bu dersleri sevmediklerini sordum. Verdikleri cevaptan, hocalarının davranışlarından ve uyguladıkları yöntemlerden memnun kalmadıkları anlaşılıyordu.

Sorularımı biraz daha özele kaydırarak genel kültürlerini ve bilgi seviyelerini de öğrenmek istedim.  Roman, hikaye ve şiir kitaplarını okuyup okumadıklarını ve okumuşlarsa kimlerin kitaplarını ve hangilerini okuduklarını sordum. Özellikle de Yahya Kemal,  Mehmet Akif, Necip Fazıl, Peyami Safa, Tanpınar, Tolstoy ve Dostoyevski’nin bir eserini okuyup okumadıklarını öğrenmek istedim. Bu ediplerin adlarını duymuşlar, ama eserinden  hiç birini okumamışlar.  Bunun üzerine “ Ders dışı hiç kitap okumuyor musunuz?”  dedim, Akrabam olan kız,  ara sıra okuduğunu söyledi. En son okuduğu kitabın adını sordum,  bilmediğim bir yazardan ve kitabından söz etti.

Konuşmamız diyalog şeklinde devam ederken akrabam olan kız, sohbetimizle bir bağlantısı yok iken birden kendisinin “ehl-i sünnetçi” olduğunu söyledi. Ben ona bunu söyletecek bir soru sormamıştım, ama  o nedense bunu  söyleme ihtiyacı hissetmişti. Bunun üzerine konuşmamızın konusunu değiştirerek “Ne demek ehl-i sünnetçi, anlatır mısın?” dedim, o da anlatmaya başladı. Anlattıkları yüzeysel ve derinlikten yoksun bilgilerdi. “Bu ekolün temsilcileri kim?” diye sordum,   “Maturidî” dedi,  başka bir isim söylemedi.   “Ben de zaman zaman unutuyorum, ama sen unutmaya erken başlamışsın?” dedim. Bir tepki vermedi, sadece tebessüm etmekle yetindi. Bunun üzerine  ona Maturidî kim?” diye sordum. “Her halde hadisçi olacak” dedi.“Maturidî hadisçi mi?” dedim, bu sefer  tam bir öz güvenle  “Evet” dedi.

Bunun üzerine “Matematikte bir işlemin doğruluğunu öğrenmek için sağlaması yapılıyor, biliyorsun. Bu cevabın doğru olup olmadığının bir sağlamasını yap, bakalım. Google’a sor” dedim. O da telefonuna şöyle baktı, “Kelamcıymış” dedi.  Ben de “Öyleyse kelamla ilgili kitabının adı ne?” diye sordum. Bu soruma cevap veremedi.  “Kibâbu’t Tevhîd   kitabının adı” dedim, sonra da  ”Peki  Te’vîlâü’l Kur’an kimin eseri”?  diye  bir soru daha sordum. “Maturidî’nin  mi?” diyerek,  soruma, soruyla karşılık verdi.  Bunun üzerine  “Soruyu ben sordum,   cevabını da  sen vereceksin” deyince  sustu. “Öyleyse  sorumun cevabını  yine ben vereyim” dedim.  “ Evet bu eser, Maturidî’nin, zira o,   hem  bir tefsir,   hem kelam, hem de fıkıh  alimidir, ama hadis alimi değil.  Ebette ki hadis de biliyordu, ama bizim  anladığımız  anlamda  bir hadis alimi değildi ” deme ihtiyacı hissettim.  Maturidî’nin bu iki kitabını görmesini ve en azından bazı bölümlerini de okumasını tavsiye ettim. Bir de belki ilgisini çeker ümidiyle biyografi türünde onun bir romanının da yazıldığını  söyledim.

Ona ehl-i sünnetle ilgili bir kaç soru daha soracaktım, ama soramadım. Bu sorularım, sanıyorum onu ziyadesiyle bunaltmış olacak ki, memnun olmayan bir yüz ifadesi ile hiç  bir şey söylemeden  yanımdan  ayrıldı. Uzun bir süre bu diyaloğa iştirak etmeden bizi dinleyen arkadaşı da onu takip etti.

Elbette ki her ilahiyat mezunu böyle değildi, olması da düşünülemezdi. Zira kendini iyi yetiştiren ilahiyat mezunları da vardı. Ancak bu konuşmamızdan edindiğim intiba,  beni rahatsız etmeye yetmişti. Zira bu konuşma, din eğitimimizdeki kalite sorunu hakkında, az  veya çok bir fikir veriyordu. Bir ilahiyat mezunu, hem ehl-i sünneti benimsediğini söyleyecek -hatta “cı” ekiyle onu bir ideoloji gibi algıladığını da ifade etmek isteyecek- hem de ait olduğunu söylediği bu düşünce sistemine dair yeterli bir bilgiye ve donanıma sahip olmayacak! Yanlış olan  buydu ve beni rahatsız eden de bu oldu.   Bana göre bir düşünceyi, bir sistemi veya bir ideolojiyi benimseyen insan, derinlemesine onun bilgisine de sahip olmalıydı. Bir insan, ayrıntılı bilgiye sahip olmadan bir düşünceyi veya bir anlayışı nasıl savunabilirdi?  Bunları düşünürken birden aklıma, yaklaşık yarım asır önce yaşadığım bir anım geldi ve ikisi arasında bir mukayese yapma ihtiyacı hissettim.

Kısa dönem yaptığım askerlik esnasında, solcu olduğu için mahkum olmuş, 1974 affından yararlanarak tahliye edilmiş ve askere gelmiş biriyle tanışmış ve bu tanışma  zamanla  sohbet  arkadaşlığına  dönüşmüştü.  O, her sohbetimizde sol düşünceyi anlatıyor, öve öve bitiremiyordu, fakat anlattıkları ile benim o yıllarda okuduğum bazı sol kitaplardaki  görüşlerle tam olarak da  örtüşmüyordu. Bu nedenle bir sohbetimiz esnasında  ona Georges Politzer ve Karl Marx’ın eserlerini  okuyup okumadığını sormuş, o da okumadığını söylemişti. Bunun üzerine “Senin bu durumun, Kur’an okumadığı ve muhtevasını da bilmediği halde, kulaktan dolma bilgilerle İslâm adına konuşan ve ahkam kesen bir  Müslümana benziyor. Aranızda ne fark var? O İslâm’ı bilmeden savunuyor, sen de  Komünizmi bilmeden savunuyorsun!” demiştim. Bana “Haklısın”  demekle yetinmişti.   Şayet bu kızlarımızı tekrar görebilseydim, ona da “ Ehl-i sünnet temsilcilerinden  birinin  bir  eserini  dahi okumamış  veya  bunların görüşleri hakkında  yeterli  ve derinlikli bir bilgiye   sahip olmamış/olamamış bir ilahiyat mezunu, nasıl oluyor da kendini ehl-i sünnetçi olarak tanımlayabiliyor?” Anlayamadım”  diyecektim, ama diyemedim.

M.C.Bâki

 

ETİKETLER: Manşet
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.