islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,2736
EURO
34,7948
ALTIN
2.402,66
BIST
10.276,88
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
22°C
İstanbul
22°C
Açık
Salı Açık
25°C
Çarşamba Az Bulutlu
19°C
Perşembe Çok Bulutlu
17°C
Cuma Hafif Yağmurlu
17°C

MÜSLÜMAN ONURUNU NASIL KORUR?

MÜSLÜMAN ONURUNU NASIL KORUR?

“Başkalarının gösterdiği saygının dayandığı kişisel değerlere, şeref ve itibar”a onur, deniliyor. Kişisel değerler ise, “insanın kendine karşı duyduğu saygı, şeref, öz saygı, haysiyet ve izzetinefis” [1] olarak açıklanıyor. Diğer bir ifade ile kişisel değerler, insanın kendine olan saygısını, haysiyetini ve izzetinefsini ifade ederken; onur  da  başkalarının  bu kişisel değerler sebebiyle insana gösterdiği saygıyı ifade ediyor. İoanna  Kuçuradi ise onuru, kişinin kendi imgesine uygun davranması, kendi imgesine uygun yaşaması bilinci ve böyle yaşamaktan dolayı kendine layık gördüğü belirli bir muamele beklentisine uygun biçtiği değer,[2]  olarak tanımlıyor. Bu tanımlara göre Müslüman için onur, Allah’a inanma, bütün samimiyeti ve  benliği ile O’nun buyruklarına teslim olma anlamına geliyor. Bu teslimiyet de  Kur’an’da “iman ve amel-i salih” kavramları ile ifade ediliyor. Dolayısıyla kendisiyle, ailesiyle, insanlarla, daha da önemlisi inandığı değerlerle barışık olmaya  ve  bir  ahenk içinde  yaşamaya onur,  buna sahip olan insana onurlu, sahip olmayana da onursuz deniliyor.  Daha açık bir  ifade ile Müslüman için onur, iman etmeyi ve imanının gerektirdiği kulluk, insanlık ve halifelik görevlerini lâyıkı ile yerine getirmeyi ifade ediyor. Zira imandan yoksun bir onur, insanlar nezdinde  bir değer ifade etse de, Allah katında bir değer ifade etmiyor.

Bu nedenle gerçek onur, Allah katında onurlu olmanın  şartlarına ve kurallarına riayet etmekten geçiyor. Ancak  böyle bir onur, hem Allah katında hem de insanlar  nezdinde bir değer ifade ediyor. Dolayısıyla Müslümanın Allah katındaki değeri de kulluk görevlerini yerine getirmesi, insanî değerlere sahip olması ve  doğru işi doğru biçimde  yapmasına bağlı bulunuyor.

Nitekim  “Kim izzet ve şeref istiyorsa bilsin ki, şan ve şeref tamamıyla Allah’a aittir (İzzet ve şeref yalnızca O’na inanmakla kazanılır). Unutmayın, Allah katına yükselen; O’nun katında değerli olan şey güzel söz; tevhid inancıdır. İyi ve yararlı işler de tevhid inancıyla yücelir, anlam kazanır. (İzzet ve şerefe, ancak tevhid inancıyla, iyi ve yararlı işler yapmakla ulaşılır). Sinsice tuzaklar kuranlar (seni ve getirdiğin dini yok etme hesapları yaparak izzet ve şeref kazanmak isteyenler) içinse şiddetli bir azab vardır. Kurdukları tuzaklar da boşa çıkacaktır”[3]  ayeti, bu değeri açıklıyor.

Şüphesiz her Müslüman, mensubu olduğu İslâm ile onur duyar. Ancak  bu mensubiyet, onuru korumak için yeterli olmuyor, ayrıca ilimde, kültürde, sanatta, edebiyatta, felsefede, sanayide, tarımda  ve askerî alanda güçlü olmayı da gerektiriyor. Nitekim Müslümanların,  güçlü oldukları dönemlerde onurlarını  korudukları ve bu uğurda canlarını ve mallarını  feda  ettikleri; fakat güçlerini  kaybettikleri dönemlerde ise  saygınlıklarını yitirdikleri  biliniyor. Endülüs Emevî Devleti’nin yıkılışı; Moğol istilası; Haçlı seferleri, Yunan mezalimi ve Gazze’de yaşananalar da ise itibar  kaybı görülüyor. Nitekim   Endülüs Emevî Devletinin son Sultanı Ebu Abdullah’ın, 1492 yılında  Gırnata’yı İspanyollara teslim edip ayrılırken hıçkırıklarla ağladığı, bunun üzerine annesinin, “Ağla oğlum! Zamanında savunamadığın vatanın için şimdi kadınlar gibi ağla!..”  dediği de unutulmuyor.

1920 yılının Temmuz ayında Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali üzerine  Mehmet  Akif, hissettiği derin acıyı ve utancı  “Bülbül” adlı  şiiri ile dile getirir. Eşref  Edib de “Üstad, Taceddin Dergâhı’nda bu şiiri yazarken (9 Mayıs 1337) Yunan ordusu Yalova Gemlik civarında Müslüman köylerini yakıyor, İzmit’te çoluk çocuğu bir haneye doldurarak ateş ediyor, birçok Müslümanların burun ve kulaklarını kesiyordu. Gonaris, İngiliz gazetelerine vuku bulan beyanlarında: ‘Biz ehli salib harbi yapıyoruz!’ diyordu” [4]  bilgisini vererek  tarihe  bir not düşer.  Akif,  bu şiirinde,

“Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda;
Bugün bir hânmansız serseriyim öz diyârımda!
Ne husrandır ki: Şark’ın ben vefâsız, kansız evlâdı,
Serâpâ Garba çiğnettim de çıktım hâk-i ecdâdı!
Hayâlimden geçerken şimdi, fikrim herc ü merc oldu,
Selahaddin-i Eyyubil’lerin, Fatih’lerin yurdu.
Ne zillettir ki: nâkûs inlesin beyninde Osman’ın;
Ezan sussun, fezâlardan silinsin yâdı Mevlâ’nın!
Ne hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâp olsun;
O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!”

Çökük bir kubbe kalsın ma’bedinden Yıldırım Hân’ın;
Şenâatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın!
Ne haybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,
Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş!
Yıkılmış hânmânlar yerde işkenceyle kıvransın;
Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!
Dolaşsın, sonra, İslâm’ın harem-gâhında nâ-mahrem…
Benim hakkım, sus ey bülbül, senin hakkın değil mâtem!” diyerek  feryat  eder.

Ne var ki böyle bir mateme ve çaresizliğe düşmemeleri için Allah Teâlâ, mümin kullarını  asırlar önce   uyarmış ve   şöyle demişti:

“Allah’a ve Elçisine itaat edin, aranızda çekişip birbirinize düşmeyin. Yoksa gücünüzü devletinizi kaybedersiniz. Zorluklara karşı sabredin. Bilin ki, Allah sabredenlerle beraberdir. Siz sakın, gurur kibir ve halka gösteriş için yurtlarından çıkan ve insanları Allah yolundan alıkoyan (inançsız) kimseler gibi olmayın. Bilin ki, Allah onların bütün yaptıklarını hakkıyla bilmektedir”.[5]

“Ey iman edenler! Aranızda dininden dönmek isteyenler varsa bilsinler ki, Allah onların yerine başka bir millet getirecektir. Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; bunlar müminlere karşı alçak gönüllü ve merhametli, düşmanlara karşı ise başları dik ve güçlüdürler. Onlar Allah yolunda savaşırlar, kendilerini kınayanların kınamalarına aldırmazlar. Bu Allah’ın bir lutfudur, onu dilediğine verir. Bilin ki, Allah Vâsi’dir; nimet ve ihsanı boldur, Alîm’dir; nimetini kime ihsan edeceğini iyi bilir”[6].

“O halde ey müminler! Allah’ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı ve sizin bilmeyip de Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutup caydırabilmeniz için elinizden geldiğince güç kuvvet, savaş atları hazırlayın. Sizin Allah yolunda harcadığınız her şeyin karşılığı tam olarak verilir ve siz aslâ haksızlığa uğramazsınız.” [7]

Bu ayetler, Müslümanlardan birlik ve  beraberliklerini korumalarını, gurur ve kibre kapılmamalarını, Allah’ı sevmelerini, müminlere karşı alçak gönüllü, düşmanlarına karşı güçlü olmalarını ve bunun için de kuvvet hazırlamalarını istemektedir.

Ayette zikredilen  “Kuvvet hazırlayın” emri, geneldir ve bütün çağları kapsamaktadır.   Zira her çağın kendine göre savaş araç ve gereçleri vardır ve Allah Teâlâ da Müslümanlardan bunu talep etmektedir. Zira askeri ve ekonomik gücü olmayan bir milletin caydırıcı olması, mümkün değildir. Nitekim “Hazır ol cenge, istersen sulhu salâh” sözü, bu gerçeğin bir ifadesidir. Bu nedenle savaşları önlemenin en etkili yolu, düşmana karşı daima hazırlıklı olmak ve caydırıcı tedbirler almaktır.

Son ayette savaş atlarından da söz edilmesi,  atın o dönemin en iyi savaş aracı olması sebebiyledir. Yoksa ayet, atlarla yetinilerek başka savaş araç ve gereçleri üretmemek   ve elde etmemek anlamında değildir. Bu nedenle bu ifadenin günümüze yansıyan anlamı, “maksadı gerçekleştirmede en etkili silahlar ile diğer araç ve gereçler, askerî eğitim, savunma ve savaş stratejisi gibi savunma ve zafer için gerekli olan her türlü  askerî güç  ve imkanlar” [8] demektir. Zira böyle bir anlam, “kuvvet hazırlayın” emriyle  de  tam  bir uyum içindedir.   Ne var ki Müslümanların, çağın gerektirdiği savaş araç ve gereçlerine  yeteri oranda  sahip olamadıkları da  bir gerçektir. Bu nedenle Müslümanlar, sen ben kavgalarını ve tefrikayı bırakıp Allah katında onurlu olmanın ve onurlu kalmanın yollarını aramak, onurlarını zillete dönüştürecek  davranışlardan kaçınmak, her türlü saldırıya karşı hazırlıklı ve güçlü olmak zorundadır. Dolayısıyla Müslümanların şu ilahî mesaja kulak vermeleri ve gereğini yapmaları, büyük önem arz etmektedir.

“Koyduğumuz kural gereği) bir topluluk kendi durumunu değiştirmedikçe; Allah o toplumun durumunu değiştirmez. (Fakat hak ettiği için) bir topluluğun başına bir azab getirmeyi dilerse de artık onu geri çevirebilecek hiçbir güç yoktur. O zaman onların Allah’tan başka hiçbir dost ve yardımcıları olmayacaktır.” [9]   Çünkü  sünnetullah  böyle işlemektedir.

Prof. Dr. Celal Kırca

Yazarın diğer yazılarını okumak için buraya tıklayınız

[1] TDK Türkçe  Sözlük, Onur maddesi.

[2] İoanna  Kucuradi,  Etik, Ankara 1988, s.162

[3] Fatır,35/10.

[4] Eşref Edib, Mehmed Âkif: Hayatı-Eserleri. İstanbul 1960, s.170.

[5] Enfal 8/46-47

[6] Maide, 5/54

[7] Enfal  8/60.

[8] Hayrettin Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, Ankara 2003,  2 / 553.

[9] Rad 13/11

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar