islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3294
EURO
35,1232
ALTIN
2.302,47
BIST
9.079,97
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
21°C
İstanbul
21°C
Açık
Cuma Az Bulutlu
23°C
Cumartesi Az Bulutlu
21°C
Pazar Az Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
23°C

Sessizlik ve Bağış

Sessizlik ve Bağış
20 Ekim 2022 12:48
A+
A-

Yazar Ümit Akaş’ın kaleme aldığı  “Sessizlik ve bağış”  yazısını siz değerli okuyucularımıza sunuyoruz….

“Sessizlik”, yıkımlar içinde yaşamak ve sıranın kendisine gelmesini beklemektir. Unutulmuşluğu sarsacak olan ise tıpkı birinin ardından omuzuna dokunması gibi, ölümün o soğuk ve beklenmedik dokunuşu ve göğü yaran çığlıklardır.

Daha da sarsıcı olan ise o politik gülümseyişlerin aşılamayan mesafesidir. Yeni bir hayat bırakılmıştır omuzlarınıza ve böylece uyanırsınız o çaresiz yalnızlığa.

Sormaz hiç kimse: “Ölümün inkâr edildiği ve özrün beyan edilmediği bir yerde unutulanın bağışlaması nasıl mümkün olur?” diye.

Bunca olup bitene, kötülüğe, düş kırıklığına karşı nasıl ayakta kalır insan, yaşama sevincini nasıl yitirmez?

Kuşkusuz biliriz ki Tanrı’dan ve insandan umut kesilmez. İşte bu yüzden, yaşadığımız onca acılara karşı kötülüğe boyun eğmez, iyilikten yüz çevirmeyiz ve her şeye karşın mazlumlarla, madunlarla dayanışmamızı sürdürürüz.

Şaşırsak da ihanetlere, vefasızlıklara, bunu da yine eksik kalmış insanlığımıza, o ham kalmış yanlarımıza veririz.

Kara sürmelere aldırmaksızın, ısrarla hakka ve adalete doğru bükeriz yolumuzu. İnsanın içini ısıtan sözcüklere, henüz eminliğini yitirmemiş olan bir yüze sarılarak koruruz geleceğe dair umudumuzu.

“Bir sesin tükendiği yerde / Yankılanır bir başka ses” demiştim bir şiirimde. Öyle mi oluyor? Sesler yitirmiyor mu özgürlüğünü, masumiyetini, içtenliğini?..

Giderek kaybolan düşlere, umutlara sarılmaktan yorulmuyor mu insan(lık)? Yarım kalan rüyalardan çığlıklarla uyanmalardan sonra korkmuyor mu bir daha düşlere dalmaktan?

Güya yaraları sağaltmak için geldiği yas yerinde, onca ölümün ardından para muhabbetlerine girişen politikacıların yüzünü görmekten, sesini duymaktan kahrolmuyor mu?..

Ah! Ne kadar aşınmamış hassamız kaldı ki yüreklerimizde? Ne kadar kağşamamış yüz kaldı ki? Meğerse “Yürek değil, çarıkmış bu, manda gönünden…”

Unutulmaz mı bu da? Geçip gitmez mi? Yanan kendi yürek yangınıyla baş başa kaldığında yüzüne bakabileceği kimi bulabilir ki? Soma unutulmadı mı? Ya delik deşik edilmiş Kaz Dağları.

Yeryüzünü yararak yüreğine ulaşmaya, onu söküp almaya çalışanların hırsları, gözyaşlarıyla bastırılabilir mi?

Masumiyetini yitiren yürek bir daha hangi yüzle sevdiklerinin, yurdunun kapısını çalabilir? Ki orada anılar delik deşik edilmiş, dostluklar ihanete uğramıştır.

Verilen sözler tutulmamış, en temel ilkeler bile insafsızca çiğnenmiş ve bu, çağımıza özgü bir siyasal gerçekliğe verilmiştir.

Daha yenilerde geçtim İliç’in yanından. İlçe adeta bir maden ocağı şantiyesine dönüşmüş.

Bir yanında Fırat (Karasu) aheste aheste akarken, öbür yanında delik deşik edilmeye başlanmış, siyanürle zehirlenmekte olan yamaçlarına baktım hayıfla.

Fırat zehirlenirken, muslukların öte yanından altın cevheri Anagold firmasının kasasına doğru akmaktaydı.

İşbirlikçileri düşündüm, suskunları ve çaresizleri. Destekçiler vardı bir de ve nemalananlar. En çok elli, bilemedin yüz yıl sonra hiçbiri kalmayacak bunların yeryüzünde.

Ama delik deşik edilmiş dağlar kalacak ve zehirlenmiş ırmaklar; ta ki sökülünceye dek yeryüzünün yüreği yerinden ve ta ki “beyaz adam” altınla doyulamayacağını öğreninceye değin.

Bir de kömür karası var alnımıza çalınmış bir ekmek parası olan. Çocuğunun biri yerin yüzlerce metre altında boğulan, diğeri ise nedenlerini çoktan yitirmiş cephelerde savaşan ananın umurunda olan nedir, umutlarını gömerken toprağa?

Çocuklar cephelerde savaşırken cephenin gerisinde kirli pazarlıklarını sürdüren siyasilere mi sormalı bunları yoksa yüzünü sadece “şehit” cenazelerinde gördüğü yetkililere mi?

“Neden soframızdaki ekmeğimizi çalan bu savaş sürmekte ve neden ocak onarıma vaktinde alınmadı?” diye. Hem ölüm nedir ki, başkasının ölümü?

Sıradanlaştırılmış bir “kader” sözcüğüyle bastırılabilir mi yaralar? Salt teolojik muhabbetlerle geçiştirilebilir mi? Komisyonlar, toplantılar, kararlar, fetvalar, trollerle?..

Yaralarımı depreştiren değerli dostum Hüseyin Sevim’in hertaraf.com’daki yazısı oldu. Kısaydı sözleri ama kalpleri kararmışların bile duyacağı kadar ağırdı:

Her yer ambulans ve sağlıkçı kaynıyordu. Daha ilk dakikalardan itibaren hummalı bir koşturmaca vardı… Süleyman Soylu, Derya Yanık, Amasra Belediye Başkanı, Bartın Belediye Başkanı, Kaymakam, Vali… Hepsi oradaydılar… Bütün televizyon kanalları son derece üzüntülü ve ciddi bir atmosfer içinde çok önemli bilim adamlarını konuk edip, kazanın nasıl meydana gelmiş olabileceğine, % kaç oranında metan gazı havaya karışırsa ve hangi koşullarda patlayabileceğine dair çok aydınlatıcı bilgiler verdiler… Can kaybı haberleri gelmeye başlayınca hiç gecikmeden devletin en üst düzey yetkilileri hemen taziyelerini ve üzüntülerini ilettiler… Cumhurbaşkanı ‘Rabb’ime hamd ediyorum. Dün akşamdan bu yana 24 saati bulmadan neticeye varmış olmamız bizleri bu noktada rahatlattı. Çünkü Soma’da biliyorsunuz çok uzun sürdü. Ama burada 24 saati bile bulmadan 41 şehidimize hamd olsun ulaştık,’ dedi…

Şimdi… bu olay… devletin en tepesinden başlayan bir umursamazlık ve ihmal zincirinin sonucu olamayacağına göre; zavallı insanların hayatları, ucuz maliyet ve kâr-zarar hesaplarına kurban edilmiş olamayacağına göre; işletmenin veya bağlı bulunduğu karar/denetleme süreçlerinin sorumluluğuna sahip daha üst düzey kurumların yetkililerinin, bulundukları kadrolara, ilçe başkanı, il başkanı, milletvekili, bakan… vs.’nin torpiliyle doldurulmuş liyakatsiz kişiler olamayacaklarına göre; Soma’da hayatlarını kaybeden ve aileleri perişan olan 301 madencinin vebali hukuk eliyle gayet hassas bir şekilde sorulup, bu ve benzeri hususlarda hata ya da ihanet edebilecekler için gayet caydırıcı tablolar ortaya çıktığına göre; madende 100 ‘civarında’ işçi bulunuyorken can kaybı sayısı sadece 40 ‘civarında’ kaldığına göre; dünyanın en gelişmiş İHA ve SİHA’larını yapan, en gelişmiş doğal gaz arama gemilerine sahip, binlerce km otoyolu en modern ve en hızlı şekilde inşa eden T.C. Devleti ve hükümetinin bu konuda üzerine düşeni hakkıyla yaptığını ve asla suçlanamayacağını da kolayca söyleyebiliriz… Öyleyse geriye iki ihtimal kalıyor: Bu kaza ya mukadderat ya da dış güçlerin oyunu!

Orhan Veli, yıllarca önce, “Yüz karası değil, kömür karası / Böyle kazanılır ekmek parası…” demişti bir şiirinde. Ama insanın yüzü, birer istatistik rakamına dönüşen ve zamanla unutulan bu hoyratça ölümleri andıkça, bir daha olmaz denileni her yaşadıkça, troller ordusunun yalanlarına tanık oldukça, bir kere daha kararmakta, umutları bir kere daha gömülmekte toprağa.

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 2019-2021 döneminde maden kazalarında yaşamını yitiren işçi sayısı raporuna göre, Türkiye 189 işçi ölümüyle zirvede yer alıyor. Türkiye’yi 57 işçi ölümüyle Ukrayna, onu ise 37 ölümle Moğolistan izliyor…

Türkiye, Avrupa’daki ölümlü iş kazalarında da birinci. Dünyada da Çin’den ve Meksika’dan sonra üçüncü.

Belki de bu türlü önlen(e)meyen aksamalar nedeniyle Avrupa Birliği uyum yasaları tavsatılarak, Birliğe üyelikten giderek uzaklaşılmakta.

Bu ise çalışma hayatındaki denetimsizlikleri adeta teşvik etmekte. Ve hatta denetimler bile giderek doğrudan işletmelerin inisiyatifine bırakılmakta.

Böyle olmasa madencilikte grizu sorununun aşıldığı bir dönemde hâlâ grizu kaynaklı kazalar yaşanmaya devam eder miydi?

Amasra Taşkömürü İşletmesini denetleyen Sayıştay’ın 2020 yılı raporu, daha bu yılın Mayıs ayında Mecliste görüşüldü ve bu rapora göre kaza adeta göz göre göre geldi.

Öte yandan çıkarılan “sansür yasası”yla da bu konuların eleştirisi ve hatta konuşulması bile imkânsızlaştırılmak istenmekte.

Fıtrat gibi, kader gibi terimlere yapılan atıflarla bu vahşice ölümler meşrulaştırılmaya, bağışlatılmaya çalışılmakta.

Kızarması gereken yüzlerle insan içine çıkılmakta, cenaze merasimlerinde, yas evlerinde boy gösterilmekte.

Oysa “fıtrat” insanın doğasıdır ki bu da onurlu, saygın ve erdemli olması demektir. Bu nitelikler ise ancak özgürlük şartları içerisinde gerçekleşir.

Özgürlüğü kısıtlayanlar gerçekte fıtratı baskılamakta ve insanın fıtratını kölelik şartlarına indirgemektedirler.

“Bırakınız yapsınlar…”ın takipçileri, özgürlükle serbestliği birbirine karıştırarak, ellerini kollarını serbestleştirmek için, özgürlükleri çiğnemekte ve insanlığı haysiyetsizleştirmeye çalışmaktadırlar.

Çaresiz bırakılan insanlar bazı iş kollarında sürdürülen acımasız çalışma şartlarına boyun eğdirilmekte, ölümlere sürüklenmekte; bu ve benzeri yollarla insanın olmazsa olmaz özellikleri, “kader”i diye geçiştirilen özgür ve onurlu varoluşsal nitelikleri çiğnenmektedir.

Talep bu mudur peki, ölümler midir? Yapılanlara, izlenen süreçlere bakılırsa evet, talep budur: Acımasız yollarla da olsa daha fazla kazanmak.

Fazlalığıyla övünülen nüfusun “fazla”sını hoyrat çalışma koşullarıyla harcamak, asgari ücrete ve “vahşi kapitalizm”e teslim etmek.

Avrupa Birliği Yasalarının denetiminden uzak durmak, yargı(lama) denetimlerini mümkün olduğunca azaltmak, Meclisi ve sendikaları işlevsizleştirmek, olası kazaları ise geriye kalanlara verilen rüşvetlerle geçiştirmek…

Yeraltındaki kömürü, altını kullanıma sokabilmek için her türlü kirli işbirliğine koşulmak…

Ortaya çıkan ölümler karşısında ise acımasızca “güzel ölüm”lerden, kaderden, fıtrattan söz etmek.

Oysa “kader” ölçüdür; kâinattaki her şeyin belli bir ölçü(t), gerçeklik ve yasa ile yaratılmış olması ve bunlara riayettir.

O yüzden Hz. Ömer, gitmek için yola çıktığı bir bölgede bulaşıcı hastalık çıktığını duyunca geriye döner ve kendisini bu yanlış kader anlayışıyla kınayarak, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diyenlere ise “Allah’ın kaderinden Allah’ın kaderine kaçıyorum” der.

Buradan yola çıkarak günümüzde yapılması gereken ise tüm Ortadoğu’yu sulayan Fırat’ın yakınlarında siyanürlü maden tesisleri kurmamak, emniyet tedbirleri alınmamış bir ocaktan maden çıkarmamaktır.

Aksini söyleyenler apaçık yalan söylemekte, hakikati bile bile inkâr etmektedir. Ama asıl sorun bunlar da değil, “kuzuların sessizliği” dir.

 

ETİKETLER: Manşet
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.