islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
34,2327
EURO
37,5418
ALTIN
2.882,55
BIST
8.928,22
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
25°C
İstanbul
25°C
Az Bulutlu
Perşembe Az Bulutlu
27°C
Cuma Yağmurlu
22°C
Cumartesi Az Bulutlu
21°C
Pazar Parçalı Bulutlu
22°C

ŞİRK’İ TANIMAK

ŞİRK’İ TANIMAK
13 Eylül 2024 09:56
A+
A-

Fiilleriyle birlikte Kur’ân’da yaklaşık 150 yerde geçen şirk, Allah’a yani tek olan Yaratıcı Kudret’e zâtında[1] ve tasarrufunda[2] ortak tanımaktır. Başka bir deyimle şirk; Ulûhiyyet’in özelliklerinden birini bir başkasına vermektir. Şirkin Kur’ân’da “fiil” hâlinde yer alması bu sapmanın süreklilik taşıyan bir faaliyet olmasından ötürüdür. Şirke bulaşmış olana da “müşrik” denir. Kur’ân’da bağışlanmayacak en büyük günah şirktir. Onun dışında kalan tüm günahları “Allah dilediği takdirde” affedecektir: “Allah, Kendisinden başka birine ilâhlık yakıştırılmasını asla bağışlamaz, [ama] dilediği kimsenin daha hafif günahlarını bağışlar. Çünkü Allah’ın yanısıra başkasına ilâhlık yakıştıranlar şiddetli bir sapıklığa düşmüş kimselerdir.[3]

Şirk dışında kalan tüm günahların, Allah istediği takdirde affedilebileceğinin bildirilmesi, şirkten ve onun sonuçlarından kurtulmanın sadece tevhidi kabul ve ikrar ile mümkün olacağı anlamına gelmektedir. Şirk içinde bu âlemden ayrılanlar, Allah’ın affını bekleyemezler. Çünkü ilâhî af, varlık ve oluştaki Yaratıcı ilkenin bir eylemidir. O ilkeye inanmayanın, o eylemden bir şey beklememesi gerekir. Nitekim şirk içinde öbür âleme geçenlere orada, rahmet ve bağış dilediklerinde şöyle denilecektir: “Bir gün onların hepsini bir araya toplayacağız ve o zaman, Allah’tan başka şeylere ilâhlık yakıştıranlara: ‘Allah’ın ulûhiyyetine ortak olduklarını tahayyül ettiğiniz o varlıklar[4] neredeler şimdi?’ diye soracağız.”

Bundan doğal ve âdil bir sistem düşünülemez. Varlığını tek ve erişilmez saymadığı bir kudretten bir şey beklemek kimsenin hakkı değildir. Şirk, Yaratıcı’nın teklik ve eşsizliğini kabul etmemek veya kendini Yaratıcı’nın dengi/benzeri saymaktır. İşte Allah bunu bağışlamamaktadır. Allah’ı kabul edip yanlışlar/isyanlar sergileyenler ise varlığını kabul ettikleri rahmet kaynağına sığınabilirler. O, dilerse onları bağışlar, dilerse cezalandırır. Ama ebedî kurtuluşlarını engellemez.[5]

Kur’ân, şirkin çok büyük bir zulüm olduğunu söylemektedir.[6] Arap dilcileri zulmü, “bir şeyi kendine ait olan yerin dışına koyma; gerek eksiklik, gerek fazlalık, gerekse zaman ve yer bakımından saptırma” olarak tanımlamışlardır. Demek ki zulüm “yerli yerine koymamak, yer zaman, nicelik ve nitelik olarak yanlışlık ve sapkınlıkta bulunmak, akıntısındaki hakkı saptırmak, az olsun çok olsun o hakka tecâvüzde bulunmak” anlamlarına gelmektedir. İşte şirk de, Yaratıcı Kudret’in niteliklerini yaratılmışa vererek oluşun yolunu tıkamakta ve en büyük zulme neden olmaktadır. Görülüyor ki; Allah’ın bizden istediği kendisine şirksiz bir imanla teslim olmamızdır. Başka bir âyetin ifadesiyle “imanlarımıza zulmü bulaştırmamaktır”. Allah, bu inanç içerisinde olanları korkudan emin ve hidâyet üzere olanlar şeklinde tanıtmaktadır: “İmana ermiş olan ve zulüm işleyerek[7] imanlarını karartmayanlar, işte onlardır güven içinde olacak olanlar, çünkü doğru yolu bulanlar onlardır![8]

İman, Kur’ân penceresinden bakıldığında temel ve terminolojik anlamıyla Allah’a inanmaktır. Kur’ân, ebedî kurtuluşu getiren ve insanı varlığın esasıyla birleştiren erdirici kuvvetten, temel çerçeve olarak bunu anlar. İman başlığı altında toplanan diğer kabuller yeterlilik şartından çok mükemmellik şartı diyebileceğimiz ayrıntılardır. Bu anlamda bir iman; insanı kopmaz, çürümez bir bağa kavuşturur ve boşluklara yuvarlanmasını önler. Ama klasik tebliğ dilinde imanın bu yeterlilik ve mükemmellik şartlarını göz önünde tutan bir yöntem uygulanmamıştır. Kur’ân’da iman konuları Allah’a iman, âhirete iman, resûllere, meleklere, kitaplara iman olarak belirlenmiştir.[9] Bazı hadislere dayanılarak iman şartları içine konmuş bulunan “kadere iman” Kur’ân’da yer almaz. Kur’ân’da kader kavramı, açık ve net bir biçimde varlık kanunları anlamına kullanılmıştır. Bu kavramın insanın fiilleri, irâdesi, özgürlüğü ve sorumluluğu ile doğrudan ilgisi yoktur.

Anlaşılıyor ki, iman sırrının ebedî kurtuluşla ilgisi yeni tebliğ dilinin önemli bir konusudur. Kur’ân, ebedî kurtuluş için yeterlilik şartı olarak aradığı imanın Allah’a ve âhirete iman olduğunu açıkça söylemekte ve kurtuluşun üçüncü şartı olarak da sâlih amel sergilemeyi öngörmektedir. Bu gerçeklik Bakara/62 ve Mâide/69. âyette şöyle ifade edilir: “Kuşkusuz, [bu ilâhî kelâma] iman edenler ile yahudi inancının takipçilerinden, hıristiyanlardan ve sâbiîlerden[10] Allah’a ve âhiret gününe inanmış, doğru ve yararlı işler yapmış olanların tümü Rablerinden hak ettikleri mükâfatları alacaklardır; ve onlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir.[11]  “Çünkü, [bu ilâhî kelâma] iman edenler ve yahudi itikadına uyanlar ile sâbiîler ve hıristiyanlardan Allah’a ve âhiret gününe inanıp, doğru ve yararlı fiillerde bulunanlar ne korkacak, ne de üzüleceklerdir.[12]

Âyetler bize açıkça gösteriyor ki; dış kimlikleri bakımından farklı olan insanlar üç şartı taşımaları hâlinde ebedî kurtuluşu yakalamış olacaklardır. Bunu, “bu insanların Müslümanlığa geçenleri” şeklinde sınırlandırmak, şarta bağlamak ve cenneti yalnızca müslümanlara tanınmış bir imtiyaz/hak olarak görmek dar bir bakış açısıdır. Müslüman ünvanı almış olanların zaten durumu bellidir. Bu nedenle ismi sayılanlardan sadece müslüman olanların kurtulacağını söylemenin bu noktada ne anlamı olabilir?

Kur’ân’da imanda yeterlilik şartlarıyla mükemmellik şartları birbirinden ayrılmıştır. Yeterlilik şartları yukarıdaki âyetlerde belirtilmiştir. Mükemmellik ise ancak Hz. Peygamber’in tarz ve tavrında kristalleşmiş ideal imana ulaşmakla mümkündür. Ama şunu da unutmamak gerekir ki, bu kurtuluş Ehl-i Kitap’ın tümünü kapsamamaktadır. Dış patentine bakarak ne tüm müslüman kimliği taşıyanları ebediyyen kurtulmuş, ne de tüm Ehl-i Kitap kimliği taşıyanları tamamen batmış gösterme yönüne gidebiliriz. Çünkü Kur’ân’ın başka âyetlerinde dilleriyle iman ettiklerini söyleyenlerin küfür içinde koşup durdukları bize bildirilmektedir.

Örnek olarak Mâide/41. âyeti şöyledir: “Ey Peygamber! Hakîkati inkârda birbirleriyle yarışanlardan dolayı üzülme; şu, ağızlarıyla ‘Biz inanıyoruz!’ diyen, halbuki kalben inanmayanlardan ve her türlü yalanı can kulağıyla dinleyen ve [aydınlanmak için] sana gelmek yerine başka insanlara kulak veren yahudilerden. Onlar, [vahyedilen] sözleri asıl bağlamlarından kopararak anlamlarını çarpıtırlar ve ‘Eğer size şöyle şöyle [bir öğreti] verilirse onu kabul edin; ama verilmezse uzak durun!’ derler.[Onlara bakıp üzülme,] çünkü Allah, bir kişinin kötülüğe meyletmesini dilemişse Allah’ın onun hakkındaki irâdesine hiçbir şekilde mânî olamazsın.[13]

Bir başka âyet grubunda ise Ehl-i Kitap’tan şöyle söz edilir: “[Ama] onların hepsi aynı değil. Geçmiş vahyin izleyicileri arasında, gece boyunca Allah’ın âyetlerini okuyan ve [O’nun huzurunda] secdeye kapanan dosdoğru insanlar da vardır. Onlar, Allah’a ve âhiret gününe inanırlar; doğru olanı emreder, eğri olandan alıkoyarlar ve hayırlı işlerde birbirleriyle yarışırlar. İşte bunlar dürüst ve erdemli kimselerdendir. Onların yaptığı hiçbir iyilik karşılıksız bırakılmayacaktır: Çünkü Allah, Kendisine karşı sorumluluklarının bilincinde olanları iyi bilir.[14]

Buraya kadar yazılanları özetlersek; Kur’ân, iman konusunda iki daire tespit etmektedir. Bunlardan biri geniş daire, diğeri ise özel dairedir. Geniş daire, yeterlilik şartlarını taşıyanların yer aldığı kuşatıcı çerçevedir. Özel veya dar anlamda iman dairesi ise Hz. Peygamber’in tavır ve tarzını benimseyenlerin oluşturduğu dairedir. Kur’ân tüm insanlığı bu ikinci ve özel daireye çağırmakla birlikte, yeterlilik şartlarını taşıyanların bulunduğu çerçeveyi de kucaklama büyüklüğünü gösterir. Bir başka önemli nokta ise şudur: Geniş dairenin kabul edilmiş olması, Ehl-i Kitap kimlikli olanların tümünün cennete gidecekleri anlamında da değerlendirilmemelidir. Kur’ân böyle bir kolaylığa/ucuzluğa onay vermez. Burada söz konusu olan “sâlih” ünvanı almış bulunan Ehl-i Kitap’tan bir gruptur.

Kurtuluşa erenlerin “sâlih” diye adlandırılmaları da üzerinde durulacak konulardan biridir. Bu sıfat “sulh/barış” kökünden gelir. Kur’ân, sulh/barış severliği/hizmeti, ebedî kurtuluşu sağlayan imanın bir parçası olarak ele almakta ve şu ilkeyi koymaktadır: “Biz, elçileri[mizi] yalnızca müjdeci ve uyarıcı olarak göndeririz. Bu nedenle, iman edip doğru ve yararlı işler yapanlar ne korkacak ne de üzüleceklerdir.[15] Bu Kur’ânî yaklaşımın bizi ulaştıracağı tespitlerden biri de şudur: “Bütün mü’minler kardeştirler[16] ilkesinin biri genel diğeri dar/özel iki çerçevesi olacaktır. Genel çerçevede, Allah’a inananların –yani ortak kelimede buluşanların– tümünün kardeşliği yer alır. Bu tevhidin en geniş dairedeki evrensel çağrı ve kaynaşma alanıdır. Bu genel çerçevedeki tevhidde kardeşlik, özel çerçevedeki Muhammedî kardeşliğin sergilediği daha içten ilişkilerle çelişmez. Fakat yeterlilik şartlarına sahip olmanın getireceği kaynaşmadan daha derin ve içten kaynaşma, mükemmellik şartlarına sahip bulunanlar arasında yaşanacaktır.

Kur’ân, imanı bir samimiyet ve sevgi olayı olarak almaktadır: “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah dışında bazılarını eş tutarlar da onları Allah’ı sevmiş gibi severler. İman sahipleri ise Allah’a sevgide çok kararlı ve taşkındırlar.[17] Böyle olunca, imanı öncelikle bir kalp olayı şeklinde düşünmek kaçınılmazdır. Nitekim bütün İslâm bilginleri, imanı kalp ile tasdik olarak tanımlamışlardır. Tartışılan konu, dil ile ifadeye koymanın zorunlu olup olmadığıdır.

Görülüyor ki; yeni din dilinin tebliği önce, özel çerçeveyi ihmal etmeden tüm insanlığı şirke bulaşmamış genel bir tevhid imanına çağrıyla başlamalıdır. Bir insanın hayatında “Allah birdir ve ortağı yoktur” demesini sağlamak rahmetin en geniş şeklidir. Hiçbir şeyi Allah’a ortak saymamak/koşmamak ve Allah’ın dışında hiçbir makam, kişi veya gücü rab kabul etmemek kurtuluş için bir yeterlilik şartıdır. Cennet, bu imana eklenecek olan “âhirete iman” ve “sâlih amel”in ödülü olacaktır.

NECMETTİN ŞAHİNLER

MİRATHABER.COM -YOUTUBE- 

YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ 

[1] Sayı olarak.

[2] Yapıp etmelerinde.

[3] Nisâ/116: “İnnallâhe lâ yağfiru en yüşrake bihî ve yağfiru mâ dûne zâlike li men yeşâü ve men yüşrik billâhi fe kad dâlle dalâlen baîden.

[4] Şürekâ’ terimi (şerîk’in çoğulu), Kur’ân’da inançlar ile bağlantılı olarak kullanıldığı yerlerde, her zaman, ulûhiyyete ortak oldukları varsayılan gerçek veya hayalî varlıkları veya güçleri gösterir. Bu kavram -ve onun İslâm’da kesin bir dille kınanması- yalnızca sahte ilâhlara tapınmayı değil, aynı zamanda hem azîzlere yarı-ilâhî vasıfların veya güçlerin izafesini, hem de servet, sosyal statü, iktidar, milliyet, vb. gibi, insanların çoğunlukla insanlığın kaderi üzerinde objektif bir belirleyicilik izafe ettiği soyut kavramları kapsar.

[5] Nisâ/48.

[6] Lokmân/13: “Ve iz kâle lukmânu li-bnihî ve hüve yaızuhû yâ büneyye lâ tüşrik billâhi, inne’ş-şirke le zulmün azîmün.”

[7] Buradaki zulüm, Hz. Peygamber’in açıklamasıyla şirktir.

[8] En’âm/82: “Ellezîne âmenû ve lem yelbisû îmânehüm bi zulmin ülâike lehümü’l-emnü ve hüm mühtedûne.”

[9] Bakara/285: “Elçi ve onunla birlikte olan mü’minler, Rabbi tarafından ona indirilene inanırlar. Hepsi, Allah’a, meleklerine, vahiylerine ve elçilerine inanırlar; O’nun elçilerinden hiçbiri arasında ayrım yapmazlar ve ‘İşittik ve itaat ettik. Bize mağfiret et ey Rabbimiz, zira bütün yolculukların varış yeri Sensin!’ derler.

[10] Sâbiîler, Yahudilik ile Hıristiyanlık arasındaki tek-tanrılı bir dinî grup olarak bilinmektedir. İsimleri (bu isim, “kendini (suya) daldırdı” anlamındaki Ârâmîce tsebha‘ fiilinden türetilmiştir), onların Hz. Yahyâ’nın takipçileri olduklarına işaret etmektedir -ki bu durumda, bugün hâlâ Irak’ta yaşayan ve Mandeliler diye tanınan bir topluluğa mensup olabilirler. Ancak onları, İslâm’ın ilk çağlarında mevcut olan ve müslümanlarca bütün tek tanrılı din sâliklerine tanınan avantajları elde etmek için gerçek sâbiîlerin ismini bilinçli olarak kabullenmiş olmaları muhtemel bir ‘bilinemezci’ (gnostic) mezhep olan “Harran Sâbiîleri” ile karıştırmamalıyız.

[11] Bakara/62.

[12] Mâide/69.

[13] Mâide/41.

[14] Âl-i İmrân/113-115.

[15] En’âm/48.

[16] Hucurât/10.

[17] Bakara/165.

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.