islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3119
EURO
35,0621
ALTIN
2.278,19
BIST
8.994,47
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
20°C
İstanbul
20°C
Açık
Cuma Az Bulutlu
23°C
Cumartesi Az Bulutlu
21°C
Pazar Az Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
23°C

SOSYAL BÜTÜNLEŞME VE DİN

SOSYAL BÜTÜNLEŞME VE DİN

Sosyal bütünleşme, toplumdaki farklı grup, cemaat ve kurum gibi unsurlardan her birinin kendi özgünlüğünü koruyarak karşılıklı anlayış ve ahenk içerisinde bir bütünlük oluşturacak tarzda birleşip kaynaşmasıdır. Bir diğer ifadeyle sosyal bütünleşme, kişinin toplum kurallarını öğrenerek bir arada yaşadığı insanlarla uyumlu bir şekilde iletişim kurabilmesidir.

İnsan, doğal olarak bir toplum içerisinde yaşama ihtiyacındadır. Onun sahip olduğu kimliğini koruyarak toplumun değerlerine saygılı bir hayat sürmesi sosyal bütünleşme sayesinde daha kolay olur.

Sosyal bütünleşmenin sağlanamadığı toplumlarda yurttaşlık bilinci gelişemediği için insan grupları arasında çözülme, kutuplaşma, ayrımcılık, şiddet ve bölünüp parçalanma kaçınılmaz hale gelebilir. Çünkü sorunlar yumağıyla dağılan bir toplumu yeniden toparlamak çok zordur. İnsanlık tarihinde bunun pek çok örneğini görmek mümkündür. Bir zamanlar din ve mezhep savaşlarının yoğun olarak yaşandığı Avrupa, Faşizmin yönetim şekline dönüştüğü İtalya, Nazizm’in egemen olduğu Almanya, inanç özgürlüğünün yok sayıldığı Sovyetler Birliği ve Yugoslavya, belli bir grubun imtiyazına dayalı Krallık rejimiyle yönetilen Irak ve Suriye, toplumdaki farklılıklara saygı duymayan yönetim anlayışının sergilendiği ülkelerden sadece bazılarıdır. Bu ülkelerin kısa sürede bölünüp parçalanmasında şüphesiz etnik, ekonomik, sosyal ve siyasal nitelikli sorunların etkili olduğu söylenebilir. Ancak her şeye rağmen devleti oluşturan farklı unsurların vatandaşlık paydasında kenetlenmesi sayesinde iç sorunların bölünmeye dönüşmeden çözülmesi mümkün olabilirdi. Bu yönde bir başarı sağlanamadığı için söz konusu ülkelerin parçalanması kaçınılmaz olmuştur.

Ülkemiz nüfusu, değişik ırklardan ve birbirinden farklı bazı özelliklere sahip kültürel gruplardan oluşmaktadır. Söz konusu grupların hepsini ilgilendiren ve geçmişten günümüze süregelen tarih birliği, ortak kültürel değerler, amaçlar ve idealler de yok değildir. İşte sosyal bütünleşmeyi, her türlü farklılığımızı zenginlik olarak algılamaya ve bir arada yaşadığımız insanlarla uyumlu bir bütünlük oluşturmaya katkı sağlayan bir kazanım olarak değerlendirebiliriz.

Türkiye gibi çok kültürlü toplumlarda sosyal bütünleşme genellikle devlet otoritesiyle, anayasal ve hukukî vatandaşlıkla sağlanmaktadır. Ancak sadece yasaların gücüyle sağlanan sosyal bütünleşmenin uzun ömürlü olması zordur. O nedenle Yaratan’a saygı duymayı, yaratılanlara da sevgi ve şefkat göstermeyi vicdani bir değere dönüştüren formüller üzerinde durmak gerekir.

Homojen toplumlarda sosyal bütünleşmenin sağlanmasında etkili unsurlardan birisi dindir. Din toplumda yayılıp yerleştiği andan itibaren kaynağını inanç ve bu inanca bağlı olarak gelişen değerlerden alan bazı davranış modelleri gelişmeye başlar. Toplumda birlik ve beraberliğin temelini oluşturan bu değerlerin etkinliği, temel akidesi birlik (tevhit) ilkesine dayalı İslâm dininde daha da belirgindir. Nitekim İslâm kültürüne bağlı olarak gelişen ahlâk, edebiyat, sanat, inanç ve sembollerin adeta toplumun mayasını oluşturduğu görülmektedir. Öyleyse bu mayayı çürütmeye yönelik söz ve davranışlardan uzak durmak sadece vatandaşlık görevi değil, aynı zamanda dini ve ahlaki bir sorumluluktur.

Dinin kendisi birlik, beraberlik ve huzur içerisinde devam etmesi gereken bir toplumsal yaşam önerse de, dini yanlış anlaşılması yüzünden sosyal bütünleşmenin zaafa uğradığı da bir gerçektir. Bu durumun nedenleri arasında ideolojik saplantılar, ekonomik kaygılar, siyasî çıkarlar ve bilgisizlik sayılabilir. Çünkü din, aslından uzaklaştırılıp hurafeye büründürüldüğünde, sosyal bütünleşmeyi tehdit edebilir. Nitekim dinde adalet, özgürlük, insan haklarına saygı, sevgi, barış ve hoşgörü gibi değerlerin teşvik edilmesine rağmen, bizzat dinin kendisi dayanak gösterilerek bu esasların ihlâl edildiği dönemler olmuştur. Nitekim günümüzde de dinin toplum hayatındaki yeri ve konumuyla ilgili ciddi boyutlara varan tartışmalar yapılmaktadır. Dinin sosyal bütünleşme açısından konumunun da sorgulandığı bu tür tartışmalar, daha ziyade din kavramına yüklenen anlam farklılığından kaynaklanmaktadır.

Toplumda dinsel hoşgörüyü sağlamak, bireylerin dinle ilgili anlayış farklılıkları karşısında saygı ve hoşgörü bilincini geliştirmekle mümkündür. Yorum farklılığından kaynaklanan dinî gruplaşmalar, giderek İslâm’ın birlik ve bütünlüğünü zedeleyici boyutlara ulaşmaktadır. Böylesi bir ortamda dinin doğru olarak anlaşılması güçleştiği için dinde yozlaşma ve gruplar arasında nefret kaçınılmaz hale gelmektedir.

Din bireysel yargılardan ve taraflı yorumlardan arındırıldığı ölçüde kendisinden beklenen birlik, beraberlik ve sosyal bütünleşmeyi sağlama fonksiyonunu yerine getirebilir. Aksi halde, şahsî tanımlamalarla kendi öz niteliğini kaybeden din, yorumcuların ve bu yorumları mutlak doğru olarak dayatanların elinde diğerlerine karşı bir baskı aracı haline dönüşebilir.

Sosyal bütünleşmeyi tehdit eden dini nitelikli bir diğer sorun da dini taassuptur. Çarpık din anlayışının sonuçlarından biri olan dini taassup, aşırı taraftarlık, yanlışta ısrar etme, bir inanca, bir fikre körü körüne bağlanma şeklinde tanımlanabilir. Hoşgörü anlayışının gelişmediği toplumlarda daha da azgınlaşan dinî taassup, kişinin kendi din anlayışını diğerlerine dayatma isteği ve ötekini düşman görme eğilimi şeklinde topluma yansımaktadır.

Bir inancı zorla kabul ettirme girişimi şeklinde beliren dini taassup, İslâmiyet’te ‘dinde zorlama yoktur’[1] emri ile reddedilmektedir. “Eğer Rabbin dileseydi yeryüzünde bulunanların hepsi elbette iman ederdi. Durum böyle iken insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?”[2] “Sen bir uyarıcısın; onlar üzerinde zorlayıcı değilsin.”[3] “Sana sadece tebliğ etmek düşer.”[4] “Biz insana doğru yolu gösterdik, isterse şükreder, isterse nankör olur.”[5] “De ki, Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”[6] “Sözleri dinleyip en güzeline uyanlar, Allah’ın kendilerini hidayet nasip ettiği kimselerdir.”[7] gibi ayetler, taassup eğilimi karşısında dengeli bir kişilik sergilemeyi öğütlemektedir.

Taassup ile dindarlık bazen birbirine karıştırılmaktadır. Herhangi bir inanca sıkı sıkıya bağlanma veya o inancın bütün gereklerini yerine getirme anlamına gelen dindarlığı taassup olarak nitelendirmek doğru değildir. Çünkü taassupta diğer düşünce mensuplarını ötekileştirme, hakaret ve saldırganlık söz konusu iken, dindarlığın amacı Allah’ın buyruklarına titizlikle uyarak O’nun rızasını kazanmaya çalışmaktır. Örneğin kendisiyle aynı mezhepten, aynı tarikattan, aynı cemaatten hatta aynı partiden olmayanı sapıklıkla nitelendiren, din kardeşine karşı aynı inancın mensubu olmanın gerektirdiği şekilde sevgi ve hoşgörü göstermeyen kişinin hali taassup olarak nitelendirilebilir. Ancak dindar kişi, dinî yaşama konusunda gösterdiği samimiyeti başkalarına karşı bir üstünlük nedeni görmediği gibi, insanlarla ilişkilerini de daha medeni bir şekilde sürdürmeye çalışır. Dolayısıyla taassup ile dindarlık birbirine zıt iki farklı anlayıştır.

Sosyal bütünleşme konusunda Müslümanlar olarak tarihsel tecrübeye sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Mekke’den Medine’ye hicretten hemen sonra Hz. Peygamber ile Medine’deki Yahudi, Hıristiyan ve Müşrik kabileler arasında imzalanan 49 maddelik vatandaşlık sözleşmesi buna güzel bir örnektir. Medine Vesikası olarak bilinen bu sözleşmenin ana gayesi, bir arada yaşayan değişik inanç ve kültürlere sahip insanların vatandaşlık temelinde hak ve özgürlüklerini korumaya çalışmak olmuştur. Öyleyse eğitim kurumları başta olmak üzere, toplumun her kesiminde insan sevgisi, ötekine saygı, hoşgörü, düşünce özgürlüğü, empati, uzlaşı ve barış kültürü geliştirilmelidir.

Sosyal bütünleşme ile ilgili sorunların çözümünde hukuk, siyaset, ekonomi, din, medya ve eğitim ile ilgili kuruluşlar kendine düşeni yapmalıdır. Belediyeler, milli eğitim müdürlükleri, müftülükler, halk eğitim merkezleri ve sivil toplum kuruluşları aile seminerleri düzenlemeli, bu konuda herkes kendisine düşen sorumluluğu yerine getirmelidir.

Sosyal bütünleşmenin sağlanmasında en büyük sorumluluk eğitimcilere ve siyasetçilere düşmektedir. Öyleyse eğitimciler, siyasetçiler ve bürokratlar topluma örnek olmaya çalışmalı, görüşler paylaşılırken sert ve kırıcı olmak yerine yumuşak üslup tercih edilmelidir.

Prof. Dr. Hüseyin YILMAZ*

* Doç. Dr., Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Eğitimi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. hyilmaz@cumhuriyet.edu.tr

[1] Bakara 2/256.

[2] Yunus 10/99.

[3] Kaf 50/45.

[4] Rad 13/40.

[5] İnsan 76/3.

[6] Kafirun 109/6.

[7] Zğmer 39/18.

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar
  1. Keramettin Aydın dedi ki:

    Sosyal münasebetlerin sulh ve Salah içinde yürümesi için gerekli müeyyideleri ilim süzgecinden geçirerek bize sunan bu veciz akademik makaleyi toplumun faydasına takdim
    eden değerli hocamız Prof Dr Hüseyin Yılmaz beyi tebrik ederim.