islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3373
EURO
34,7963
ALTIN
2.389,24
BIST
10.227,49
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Hafif Yağmurlu
16°C
İstanbul
16°C
Hafif Yağmurlu
Cumartesi Parçalı Bulutlu
18°C
Pazar Açık
20°C
Pazartesi Açık
21°C
Salı Parçalı Bulutlu
24°C

SOSYAL MUHAYYİLENİN BESLEYİCİSİ EDEBİYATTIR!

SOSYAL MUHAYYİLENİN BESLEYİCİSİ EDEBİYATTIR!

Edebiyat, insanlığın dili keşfetmesi ve onu yazıyla ifade etmesiyle başlar. Bunun tarihi konusunda söz söyleme mevkiinde değiliz. Ancak, kullanılan dilin insanlığın mesafe almasında birinci etken olduğunda kuşku yoktur. Onun sözden yazıya geçişi belki ayrı bir macera ve ayrı bir merhaledir. Biz, bunların da üzerinde durmayacağız.

Bugün dilin kullanım imkânlarının hayatımıza nasıl yansıyor, buna bakılması gerektiğini düşünüyorum.

Söze bir siyasi iradenin dilin gücüne sadakatini gösteren örneğiyle gireceğim:

İngiliz Devlet Adamı Churchill (Cörçil), kendi dönemindeki İngilizcenin yabancı kelimelerden arındırılarak sadeleştirilmesini düşünür ve bilim adamlarından bir komisyon oluşturur. Bu komisyon bir süre çalıştıktan sonra, bunlardan vardıkları sonucu öğrenmek ister. Aldığı cevap ürkütücüdür; ‘kullanılan İngilizce kelimelerin önemli bir kısmı diğer Batı dillerinden alınmış gözüküyor.” Bunun üzerine sorar: “Bunları ayıkladığımız zaman, mesela Shakespeare (Şekspir)’in eserlerinin durumu nasıl olur?” Aldığı cevap; ‘Bu eserlerin önemli bir kısmı mevcut niteliğini kaybeder’, şeklindedir. Bu tespit, onu kararlığa götürür ve şunları söyler: “Bu çalışmaları bırakınız, Britanya adalarının yarısından vazgeçebiliriz, ama Şekspir’in eserlerini feda edemeyiz”

Bu olay, toplumda edebiyatın etkin gücünü göstermesi bakımından ders alacağımız bir anekdottur!

‘Edebiyat ve Toplum’ ilişkisinden söz ederken, çok yeni bir itirafın bizi böyle bir başlangıca yönlendirdiğini itiraf etmeliyim:

Sayın Cumhurbaşkanı, bir konuşmasında, bana göre devletin çok önemli bir zaafını dillendirdi:

“Hayata geçirilen projeler, elde edilen neticeler gurur vericidir. Sadece 2 alanda arzu ettiğimiz seviyeye ulaşamamış olmaktan dolayı üzgünüm. Bunlardan biri eğitim, diğeri ise kültür-sanattır. Önümüzdeki dönem, bu iki alanı önceliklerimizin en başına çıkartmak mecburiyetinde olduğumuza inanıyorum. Eğitim ile kalıcı hale getirilmemiş, kültür-sanatla tahkim edilmemiş bir kalkınmanın bizi götüreceği yer zevksizliktir, karanlıktır.”

Biz, ‘Milli Eğitim’i bu meselede işin dışında tutarak, kültür politikalarımız üzerinde düşünmek istiyoruz.

Öncelikle şunu belirtelim: Bu ifadeleri ekip ruhunu yakalayamamış bir iktidarın zaafı olarak görmemeliyiz. Bu, aslında Cumhuriyet döneminin en önemli baş ağrılarından birisidir. Bugüne kadar, bize has, bizim dilimizle bizim kültür kumaşımızı dokumaya çalışan edebiyat ve kültür adamları dikkate alınmamıştır.

Cumhurbaşkanı’nın bu ifadelerinde Çörçil’in dikkatinin ipuçlarını bulabilir miyiz? Buluruz elbette! O adamlar, dünyadaki siyasi ve ekonomik hâkimiyetlerini kalıcı kılabilmek için edebiyat ve kültürü kullanmışlardır.

Biz ne yapmışız? Bakınız hamakata: “(Ve)  sözcüğü Arapça kökenli olduğu için hiçbir eserimde kullanmadım”, diyebilen bir adamı, uzun yıllar Devletin zirve kadrolarında Kültür Danışmanı olarak tuttuk. Bunun tabii sonucu olarak bizim dışımızdaki İslam Ülkeleri’nde, Marksizm’in Türk kültür ve edebiyatındaki uzantıları sayılan Nazım Hikmet ve Aziz Nesin’le temsil edildi.

Bu anlayış, Türk kültür ve edebiyatının en az yarım asrına mal olmuştur. Anlaşılan o ki, Sayın Cumhurbaşkanı, bu çöküşün geç de olsa farkına varabilmiştir. ‘Geç de olsa’, diyorum, çünkü 15 yıllık bir hizmet devamlılığı içerisinde, bu mesele bugünlere kalmamalıydı. Evet, güzel yollarımız oldu, sağlıkta büyük gelişmeler sağlandı, üretim arttı, yatırımlar hızlandı. Ancak kültür ve edebiyat adamlarının elinden bu süre içerisinde tutan olmadı. Daha felaketi, devletin kütüphanelerinden kamyonlar dolusu kitaplar geri dönüşüm fabrikalarına gönderildi.

Geçmişte biz böyle miydik? Hayır! Bakınız, bizim dışımızdakiler, kültür mirasımızın zenginliğini bize nasıl anlatıyorlar:

“Bağdat’ta ilk kağıt fabrikası 800 yılında kuruldu. Batı, kağıdı Araplardan dört yüz yıl sonra öğrenecekti. O sırada kütüphaneler bütün Arap dünyasına yayılmış bulunuyordu. Halife el Me’mun’un 815’te Bağdat’ta “Dar-ül Hikme” adı ile kurduğu kültür yuvasının kütüphanesinde bir milyon kitap vardı. 10. yüzyılda Necef gibi küçük bir şehir, 40. bin kitaba sahipti. Meraga Observatuvarının direktörü Nasreddin Tusî’, 400 bin ciltlik bir kütüphaneyi meydana getirmişti. Halbuki aynı tarihten  400 yıl sonra Fransa kralı Charles le Sage, yani bilgili Şarl sadece 900 kitap toplayabilmişti. Ancak tarihte hiç kimse bu konuda Kahire Halifesi El Aziz’le boy ölçüşemeyecektir. Zira bu insan, 6 bini matematik ve 18 bini felsefe kitabı olmak üzere 1 milyon 600 bin ciltlik bir kütüphane kurmuştu.

Müslümanlar evrensel kültüre en zengin malzemeyi kendi imanları ile getirdiler. Hıristiyanlar Avrupa’da bilimsel duraklamanın başlıca sebebi tabiatı Tanrı’dan ayrı düşünmek ve ona sırt çevirmektir. Aziz Thomas d’Aquin ‘Yüksek şeyler üzerinde elde edilecek en ufak bilgi parçası, alçak şeyler üzerinde elde edilecek en yüksek bilgiden çok daha hayırlıdır. İnsan, tabiat ve Tanrı arasında böylesine şaşı ilişki Kur’an Hıristiyanlığın çoktan ilimlere karşı gizli savaş verdiğini görmek şaşırtıcı olmasa gerektir. Hıristiyanlığın bu katı görüşleri her türlü araştırma ve incelemeyi reddeder ve hatta kilisenin iktidar sahibi olduğu günlerde her şeyi yakıp yıkarken Hıristiyan din adamları bilim adına en ufak bir kıpırdanışı dahi “putperestlik” ve “kâfirlik”le suçluyorlardı. 391’de patrik Theophile imparator Theodos’tan en son büyük akademi olan Serapeion’u kapatmasını ve muazzam kütüphanesini yakmasını istemişti. 600’de Roma’da Auguste tarafından kurulmuş olan saray kütüphanesi yakıldı. Klasiklerin okunması ve matematik ilminin incelenmesi yasaklandı. Büyük İskenderiye kütüphanesine gelince, Arap fetihlerinden beş asır sonra Haçlıların yobazlığını beslemek amacı ile, bu kütüphanenin vaktiyle  Ömer tarafından yakılmış olduğunu Hıristiyanlar ortalığa yaymışlardı. Halbuki Araplar 640’da şehre girdiklerinde İskenderiye umumi kütüphanesi çoktan dağılmış bulunuyordu. Batı’da kitaplara karşı saldırı 16. yüzyılda Arapların İspanya’dan çıkarılmaları ile en yüksek noktasına ulaşmış ve denizlerin ötesine  aşara Amerika’ya varmıştı. Meksika’da piskopos Diege de Landa, Maya’lar tarafından yazılmış bütün kitapları yaktırmış, böylece insanlığın çok eski ve çok zengin bir uygarlığına ait bütün kaynaklar yok olmuştu. Batı geleneği içinde Leonardo de Vinci gibi pek az evrensel deha vardır. Hâlbuki İslâm’da El Kindi’den Râzi’ye, el Birunî’den İbni Sina’ya ve daha pek çoklarına kadar uzanan bir deha “bölüğü” vardır. Bu kişiler, tıp, matematik, din bilimi, coğrafya dallarında büyük yaratıcı zeka sahipleri olduğu gibi aynı zamanda matematikçi Ömer Hayam, filozof İbni Arabî veya müzik çalışmaları ile de tanınan büyük Râzî gibi çoğu zaman şiirleri ile de ün kazanmış insanlardı. Paris ve Oxford gibi Avrupa üniversiteleri bir veya iki yüz yıl ara ile hepsi Müslüman modeli üzerine kurulmuş eğitim merkezleriydi.” (Roger Garaudy, İslâm’ın Va’dettikleri; s.102. Pınar Yayınları, İstanbul-1983)

Aynı görüşü Garaudyle birlikte paylaşan bilim adamı oldukça fazladır. Edward Said, Dr. Sigrid Hunke, Voltaıre, Barthold, Arnold ve daha birçokları bunu anlatırlar. Biz burada ilginç olması bakımından Hunke’den kısa bir alıntı yapmak istiyoruz:

“Bugünkü gibi rotatiflerde basılmayan kitapların, el ile yazılması aylar veya yıllar sürüyordu. Şimdi gibi ucuz da değildi. Buna rağmen; Vezir El Muhallebi, ölünce arkasında 117 bin cilt kitap bıraktı. Genç meslektaşı İbni Abbad’ın 206 bin cilt kitabı vardı. Kurtuba Halifesi’nin 6 bin 500 cildi matematik, 18 bin cildi felsefe olmak üzere toplam 1 milyon 600 bin ciltlik kütüphanesi vardı. Onlarda (Müslümanlarda) kitap sevgisi âlimlere has değildi. Büyük devlet adamından kömürcüye, şehrin kadısından müezzinine varıncaya kadar, tahsil gören her şahın kitapçıların devamlı müşterisiydi. 10. yüzyılda, özel bir kişinin kitaplığında ortalama olarak bulunan kitap sayısı, o zamanki Batı’nın bütün kütüphanelerinde bulunanların toplamından fazlaydı. Nadir ve değerli kitaplardan oluşan bir koleksiyona sahip bulunmayan bir kimseyi zengin saymak yakışık almamaktaydı.” (Sigrid Hunke,  Batı Üzerine Doğan İslâm Güneşi, Bedir Yayınları, İstanbul-1991; s. 276.)

Bugün, böylesi bir zenginliğin gölgesine bile giremediğimiz için, asırlardır sadece bunlarla övünme yolunu seçmişiz. Bunun böyle oluşunun ana sebebi, devletlerin yaşayan kültür ve edebiyata önem vermemesinin payı vardır. Bakınız, Mevlana’yı fark eden, dönemin Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat, ona mektup yazarak Konya’ya davet ediyor ve kendisine özel bir medrese vererek derslerini burada sürdürmesini sağlıyor. Mevlana’yı bugüne taşıyan o siyasi iradenin aklı ile o büyük adamın yeteneğidir.

Siyasi erk, duyarsız toplumu sever. Çünkü düşünme yeteneğini kaybetmiş bu tür toplumlar, sloganla çok rahat yönetilebilir. Onlar için temel ihtiyaç yemek-içmekle günü tamamlamaktır. Hâlbuki sorgulayan bir cemiyet kendisini ileri taşıyacak altyapı kültür malzemelerinden besleneceği için iç ve dış tesirlere karşı da dirençli olur. Şiiri, hikâyesi, romanı, denemesi, eleştirisi, makalesi, fıkrası ve diğer türleriyle edebiyat işte bu sosyal profili besleyen en önemli etkendir. Böyle bir cemiyet yapısı, karşısındakine karşı net bir duruş ve sorgulama gücünü kullanırken, içte kendisini de hesaba çekme kalitesine ulaşır. İç güveni sağlayarak iktidarlara yön verecek çapa ulaşır. Batı’ya bakınız; onları özellikle siyasete duyarsız gibi algılasak da, politikacıyı denetleme konusunda büyük hassasiyete sahip olduklarını görürsünüz. Bir bakanın, başkasının yazısından aldığı bir metni kendisinin gibi okumasının üzerine gösterilen sosyal reaksiyon ve onun istifa etmesi neyin ifadesidir?

Halkımızın genlerinde var olan irfanî dikkatini bilgiyle besleyerek yarınlara daha sağlıklı bir halde taşıyarak bugün büyük sancısını çektiğimiz içte ve dıştaki kuşatmaları kırmak istiyorsak, edebiyatın halkın kültürel donanımında tek çare olduğunu gözden uzak tutmamalıyız.

Sayın Cumhurbaşkanının uyarısını bu yönüyle çok ciddi şekilde önemsemek gerekiyor. Ancak, ülkenin yönetim kadrolarında bunu anlayacak ve bu donanım için projeler üretip uygulayacak kadrolarımız var mı?

Çörçil’le Erdoğan’ın dikkati örtüşse bile, İngiliz entelektüeli ile Türk entelektüelinin keyfiyet farkı, bizim bu kaygımızın ana sebebidir.

İtiraf edeyim, bu yönüyle umutlu değilim. Çünkü kültürel zenginliğe ulaşmayı aşk edinmiş bir bürokrasi idrakine maalesef sahip değiliz!

MUHSİN İLYAS SUBAŞI

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.