islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3228
EURO
35,0703
ALTIN
2.306,75
BIST
9.079,97
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
21°C
İstanbul
21°C
Açık
Cuma Az Bulutlu
23°C
Cumartesi Az Bulutlu
21°C
Pazar Parçalı Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
23°C

Teârüf: Hayata yansıtılamayan bir kavram

Teârüf: Hayata yansıtılamayan bir kavram
Prof. Dr. Celal Kırca

Allah Tealâ, “Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık,  teârüf/birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz, takva sahibi olanınızdır”[1]  buyurmaktadır.  Ayette yer alan “teârüf”, birbirini tanıma/tanışma  ve bir şeyi  bilme[2] anlamına gelir. Daha açık bir ifade ile  “Bir şeyin izi üzerinde derinlemesine tefekkür ve tedebbür etmek süreliyle, o şeyin hakikatini idrâk etmek”[3]  anlamını taşır. İlimden daha  özel bir anlam ifade eder. Bunun karşıt anlamı; karşılıklı olarak birbirlerini inkâr etmek, yadırgamak, küçümsemek ve tanımamak anlamına gelen “tenâkür” dür. Dolayısıyla bu kavram bize bir insanı  tanımanın,  ancak kimlik ve kişiliğinin  iyi bilinmesi sayesinde  mümkün olabileceği  mesajını verir.  Zira ayette yer alan erkek, kadın,  kabile ve millet  kavramları, sahip olunan  fıtrî kimlikleri; takva  kavramı ise kişiliği  ifade eder.  Bu nedenle bir  insanı tanımak, onu  kimliği ve kişiliği ile tanımak denektir. Nitekim teârüf kavramı ile kimlikler üzerinden  “takva” ya     yapılan özel vurgu da bu amaca yöneliktir.

İnsanın  sahip olduğu kimlik,  kategorik olarak  biri  irade dışı/fıtrî, diğeri de iradî  olmak üzere ikiye ayrılır.  İrade dışı/fıtrî kimlik, insanın  doğuştan  sahip olduğu kimliktir. Erkek, kadın, kabile ve millet kavramları, insanın  doğuştan sahip olduğu  cinsiyet ve etnik kimlikleridir.  Zira  bu kimlikler, tercihe dayalı  kimlikler değildir. Çünkü hiç kimse,  cinsiyetini ve etnik kimliğini tercih etme  imkanına  ve iradesine  sahip değildir. Çünkü bu kimlikler,  Allah’ın iradesine  bağlıdır  ve  doğuştan insana verilmiş kimliklerdir. Bu nedenle insanın kaderini de ifade  ederler. 

İradî kimlikler ise,  Allah’ın bahşettiği akıl ve irade  sayesinde  insanın tercihlerine  bağlı   elde ettiği kimlikleridir.  İnanç kimliği, meslek kimliği veya  medenî kimlik  bu türden  kimliklerdir.  Bir insan,  inanıp inanmamayı,  mesleğini ve evleneceği eşini seçme iradesine sahiptir. Dolayısıyla bu konularda cüz’î irade sahibidir; tercihlerinden ve yaptıklarından   dolayı da  insanlara ve Allah’a  karşı  da sorumludur.  

İnsan, hemcinsleriyle bir arada birlikte yaşayabilmesi  için  birbirlerini tanımak zorundadır. Zira birbirlerini tanımayan insanların  birlikte ve bir arada  yaşayamadıkları tecrübelerle sabittir. Bu nedenle  insanı sadece kimliği ile tanımak  yeterli olmuyor, onun kişiliğini de  tanımak  gerekiyor. Çünkü insanın  davranışlarını, büyük oranda kimliği değil, kişiliği  belirliyor.  Nitekim  yukarıda mealini verdiğim  ayet,  değerli olmanın erkek, kadın, kavim ve millet  kimliklerinde değil, kişilikte/ takvada olduğuna vurgu yaparak, “Allah katında en değerliniz, takva sahibi olanınızdır” diyor.  Bu da gösteriyor ki kimlik, insanı  her ne kadar önemli  yapsa da, değerli  yapmıyor, onu değerli yapan kişiliği oluyor.  Kişilik sahibi olmak, bir anlamda “ adam olmak” la da aynı anlama geliyor.

“Takva” insanın kim olduğunu değil, nasıl bir insan olduğunu gösteren kavramdır.  Bir diğer ifade ile  takva, insanın  haramlardan  sakınma tavrını,  ilkeli duruşunu ve  söz- davranış uygunluğunu   ifade eder.  Nitekim  Allah Teala, söz ve davranış uygunluğunu[4]  kişiliği yansıtan  önemli  bir davranış   tarzı olarak zikreder. Hz. Peygamber de kendisi için istediğini başkaları için de istemeyi bir kriter  olarak  ortaya koyar ve iyi bir Müslüman olmanın ön şartı olarak zikreder.   Nitekim  onun şu sözleri,  bu kriteri  açıklar:

“Komşuna ihsanda bulun, mü’min ol! Kendin için istediğini başkaları için de iste, Müslüman ol!”[5]

“Hiçbiriniz kendisi için istediğini, mü’min kardeşi için istemedikçe gerçek iman etmiş olamaz.”[6]  

Bu  hadisler, Müslüman  bir kişiliğe sahip  olabilmek için, kişinin insanlığını gösteren bir tavır içinde  olması gerektiğini vurgulaması  açısından önem arz eder. Hz. Ömer’in  komşuluk yapmayı, yolculuk etmeyi ve alış-verişte bulunmayı  bir insanı tanımanın kriterleri  olarak  zikredişi, belki de bu sebeptendir. Günümüzde ise bu kriterlere mesai arkadaşlığını da ilave etmek gerekiyor. Çünkü insanların  karakterleri, özellikle çıkar ilişkilerinde  ve çatışmalarında belli oluyor. İnsanlar, davranışları itibariyle keser, testere ve rendeye benzerler.  Kimi insan, keser gibi  hep  kendine yontar;   kimi insan testerenin  tozu  gibi eşit  dağıttığı gibi  adil  davranır;  kimi insan da rendenin yongasını karşı tarafa  çıkarttığı  gibi başkasını kendisine tercih eder. Dolayısıyla  insanın bu davranışlardan  hangisini sergileyeceğini, ancak komşulukta, yolculukta, alış-verişte, yaptığı işte ve mesai arkadaşlığında  görme imkanı  buluyoruz.

Çağımızda ise bilim adamlarının, insanı tanımak için farklı  yöntemler ve kriterler  önerdikleri  de görülüyor.  Bunlar arasında  Avusturyalı psikiyatr Alferd Adler’in , “İnsanı Tanıma Sanatı” isimli kitabı, haklı bir şöhrete sahiptir.  Kitabının giriş bölümünde Adler,  şunları söylüyor:

“İnsanı tanıma sanatının gereği gibi üstesinden gelemeyişimizin en büyük sakıncalarından biri de, hemcinslerimizle bir- arada yaşamayı pek beceremememizdir. İnsanların birbirlerini görmeden birbirleri önünden geçip gitmeleri, ne söylediklerini anlamadan birbirleriyle konuşmaları, birbirlerinin karşısında yabancı gibi dikildiklerinden aralarında bir türlü ilişki kuramayışları, yalnızca geniş bir toplum içinde değil, pek dar bir aile çevresinde bile bunu başaramayışları sık sık üzerinde durulan önemli bir noktadır. Çocuklarını anlamayan anne ve babaların, beri yandan anne ve babaları tarafından kendilerini anlaşılmamış gören çocukların yakınmalarından daha sık karşılaştığımız bir başka yakınma gösterilemez. Oysa toplumsal yaşamın temel koşulları, insanları birbirlerini anlamaya alabildiğince zorlayıcı nitelik taşır, çünkü yanı başımızdaki hemcinsimize karşı takınacağımız tutum ve davranış buna bağlıdır. İnsanı tanıma konusunda daha çok bilgi edinebilsek, bir arada yaşamanın bazı köstekleyici biçimleri silinip giderdi ortadan; çünkü bunlar günümüzde varlığını sürdürüyorsa, tek nedeni birbirimizi tanıyamamamız, dolayısıyla dış görünüşe aldanıp birbirimizin iki yüzlü ve sinsi oyunlarına gelmemizdir.”[7]

Bir insanın, onlarca kimliği olabilir. Ancak  hiçbir kimlik,  bir insanı yeterince iyi tanımaya kafi gelmez. Zira  riyakarlık, gösteriş ve nifak gibi maskelerle  insan,  çoğu  zaman kendisini gizleyebiliyor ve  bu nedenle  de kimlikten ziyade  kişiliğin bilinmesine ihtiyaç hasıl oluyor.  Nitekim bir insan, iyi  anne veya baba olabiliyor, ama iyi  eş olamıyor. İyi komşu oluyor, ama iyi evlat olamıyor. İyi hoca olabiliyor, ama iyi  idareci olamıyor. İyi  kiracı olabiliyor, ama iyi   ev sahibi olamıyor. Bu nedenle bir insanın  sadece sözlerine  veya belli davranışlarına bakarak, onun hakkında, “iyi insan” veya “kötü insan” gibi bir genellemede bulunmak, çoğu zaman   yanıltıcı ve aldatıcı oluyor.  Bu da o insanı iyi tanıdığımız anlamına gelmiyor. Dolayısıyla bir insanı  tanımak için, onun bir veya birkaç davranışına bakarak değerlendirme yerine, bütün davranışlarını dikkate alarak değerlendirmenin  daha  doğru bir   yaklaşım tarzı olduğu görülüyor.

Kur’an’da yer alan bilgilerden anlıyoruz ki insan; nankör, aceleci, zayıf, kıskanç, azgın, tartışmacı, riyakar, cimri, hasetçi, kibirli olmaya ve bunlardan da korunmaya müsait fıtrî bir yapıya sahiptir”  Dolayısıyla her insan, fıtri  yapısına uygun iş yapmakta[8]  ve  davranışlardaki farklılıklar da  bundan kaynaklanmaktadır.[9]  Bu nedenle İnsan önce kendini, sonra da başkalarını tanımak zorundadır. Bir başka ifade ile insanın  başkalarını tanıyabilmesi için önce kendisini  tanımakla işe koyulması;  kendisinin güçlü ve zayıf yanlarını, artılarını ve eksilerini gözden geçirmesi; fıtri yapısını ve yetilerini iyi bilmesi gerekmektedir. Zira kendisinin kim olduğunu ve nasıl bir kişiliğe  sahip  olduğunu  bilmeyen insan, kah kendini dev aynasında görüp narsis olmakta; kah  aşağılık kompleksine düşüp kendini adam  yerine koymamaktadır.

Kendini bilen  insan, kendini tanıyan, ne olduğunu ve ne olmadığını bilen, bu nedenle de  egoist ve narsis olmayan; aşağılık kompleksine düşmeyen,  haddini bilen ve  ona göre davranan kişidir. Kendini bilen kişi, neyi, nasıl yapabileceğini ve neleri yapmayacağını bilir ve ona göre davranır.  Kaldıramayacağı yüklerin altına girmez, yapamayacağı şeyleri söylemez, söylediklerini  de yapar, dürüst  olur ve  kimseyi kandırmaya çalışmaz.  Bir insanın,  başkalarını ve içinde yaşadığı toplumu tanımak ve anlamak  istiyorsa, tanımaya önce kendinden başlaması  gerekir deyişimiz, bu sebeptendir.  

Anlama, bir şeyin ne demek olduğunu, neye işaret ettiğini kavramak, vâkıf olmak demektir. Bir insanı anlamanın ilk şartı da  önce onu can kulağı ile dinlemek, onunla konuşmak sonra da empati yapmaktır. Bu dinleme ve konuşma diyalog şeklinde olmalı; “çift kişilik monolog” a  dönüştürülmemelidir. Empati, bir insanın kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak, o insanın sözlerini, eylemlerini yargılamadan anlamaya çalışmak, olaylara onun bakış açısıyla bakabilmektir. Empati kurabilmek için mutlaka karşımızdaki insanın karşılaştığı olayları yaşamamız gerekmiyor. Ayrıca o kişiyi anlamak, onun yaptıklarını kabul etmek ve onaylamak anlamına da gelmiyor. Bilakis  onun yaşadığı olaylarda kendimizi görebilmek¸ kendimizi onun yerine koyup¸ onun duygularını anlayıp¸ onun bakış açısıyla bakmak anlamına geliyor. Burada önemli  olan¸ olayları yaşamak değil¸ o kişiyi doğru olarak anlamaktır.  Ne var ki böyle bir anlama, herkeste ve har zaman  mümkün olmamaktadır/ olamamaktadır.  Bunun da  nedeni,  önyargılarımız ve  kalıp yargılarımızdır.   Önyargılarımızdan veya kalıp yargılarımızdan kurtulduğumuz oranda,  insanları daha iyi anlama ve tanıma imkanına kavuşmuş;  böylece onları  oldukları gibi kabul edip, olmaları gerektiği  istikamette  gitmelerini de sağlayacak  ilk adımı atmış oluruz.


[1] Hucurat, 49/13.

[2] Luvis Ma’luf, Müncid, Beyrut Tarihsiz, s.498; Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lügat,Ankara,1970     s.1250

[3]  Ragıp İsfehanî ,Müfredat, A r f  maddesi.

[4] Saff,61/2.

[5] Tirmizi, Zühd, 2.

[6] Buhari, İman, 7.

[7] Alferd Adler , İnsanı Tanıma Sanatı ,  Çeviri, Kâmuran Şipal, İstanbul, 2010, s.13

[8] İsra,17/84

[9] Leyl,92/4

ETİKETLER: Takva
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.