Allah Tealâ, “Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık, teârüf/birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz, takva sahibi olanınızdır”[1] buyurmaktadır. Ayette yer alan “teârüf”, birbirini tanıma/tanışma ve bir şeyi bilme[2] anlamına gelir. Daha açık bir ifade ile “Bir şeyin izi üzerinde derinlemesine tefekkür ve tedebbür etmek süreliyle, o şeyin hakikatini idrâk etmek”[3] anlamını taşır. İlimden daha özel bir anlam ifade eder. Bunun karşıt anlamı; karşılıklı olarak birbirlerini inkâr etmek, yadırgamak, küçümsemek ve tanımamak anlamına gelen “tenâkür” dür. Dolayısıyla bu kavram bize bir insanı tanımanın, ancak kimlik ve kişiliğinin iyi bilinmesi sayesinde mümkün olabileceği mesajını verir. Zira ayette yer alan erkek, kadın, kabile ve millet kavramları, sahip olunan fıtrî kimlikleri; takva kavramı ise kişiliği ifade eder. Bu nedenle bir insanı tanımak, onu kimliği ve kişiliği ile tanımak denektir. Nitekim teârüf kavramı ile kimlikler üzerinden “takva” ya yapılan özel vurgu da bu amaca yöneliktir.
İnsanın sahip olduğu kimlik, kategorik olarak biri irade dışı/fıtrî, diğeri de iradî olmak üzere ikiye ayrılır. İrade dışı/fıtrî kimlik, insanın doğuştan sahip olduğu kimliktir. Erkek, kadın, kabile ve millet kavramları, insanın doğuştan sahip olduğu cinsiyet ve etnik kimlikleridir. Zira bu kimlikler, tercihe dayalı kimlikler değildir. Çünkü hiç kimse, cinsiyetini ve etnik kimliğini tercih etme imkanına ve iradesine sahip değildir. Çünkü bu kimlikler, Allah’ın iradesine bağlıdır ve doğuştan insana verilmiş kimliklerdir. Bu nedenle insanın kaderini de ifade ederler.
İradî kimlikler ise, Allah’ın bahşettiği akıl ve irade sayesinde insanın tercihlerine bağlı elde ettiği kimlikleridir. İnanç kimliği, meslek kimliği veya medenî kimlik bu türden kimliklerdir. Bir insan, inanıp inanmamayı, mesleğini ve evleneceği eşini seçme iradesine sahiptir. Dolayısıyla bu konularda cüz’î irade sahibidir; tercihlerinden ve yaptıklarından dolayı da insanlara ve Allah’a karşı da sorumludur.
İnsan, hemcinsleriyle bir arada birlikte yaşayabilmesi için birbirlerini tanımak zorundadır. Zira birbirlerini tanımayan insanların birlikte ve bir arada yaşayamadıkları tecrübelerle sabittir. Bu nedenle insanı sadece kimliği ile tanımak yeterli olmuyor, onun kişiliğini de tanımak gerekiyor. Çünkü insanın davranışlarını, büyük oranda kimliği değil, kişiliği belirliyor. Nitekim yukarıda mealini verdiğim ayet, değerli olmanın erkek, kadın, kavim ve millet kimliklerinde değil, kişilikte/ takvada olduğuna vurgu yaparak, “Allah katında en değerliniz, takva sahibi olanınızdır” diyor. Bu da gösteriyor ki kimlik, insanı her ne kadar önemli yapsa da, değerli yapmıyor, onu değerli yapan kişiliği oluyor. Kişilik sahibi olmak, bir anlamda “ adam olmak” la da aynı anlama geliyor.
“Takva” insanın kim olduğunu değil, nasıl bir insan olduğunu gösteren kavramdır. Bir diğer ifade ile takva, insanın haramlardan sakınma tavrını, ilkeli duruşunu ve söz- davranış uygunluğunu ifade eder. Nitekim Allah Teala, söz ve davranış uygunluğunu[4] kişiliği yansıtan önemli bir davranış tarzı olarak zikreder. Hz. Peygamber de kendisi için istediğini başkaları için de istemeyi bir kriter olarak ortaya koyar ve iyi bir Müslüman olmanın ön şartı olarak zikreder. Nitekim onun şu sözleri, bu kriteri açıklar:
“Komşuna ihsanda bulun, mü’min ol! Kendin için istediğini başkaları için de iste, Müslüman ol!”[5]
“Hiçbiriniz kendisi için istediğini, mü’min kardeşi için istemedikçe gerçek iman etmiş olamaz.”[6]
Bu hadisler, Müslüman bir kişiliğe sahip olabilmek için, kişinin insanlığını gösteren bir tavır içinde olması gerektiğini vurgulaması açısından önem arz eder. Hz. Ömer’in komşuluk yapmayı, yolculuk etmeyi ve alış-verişte bulunmayı bir insanı tanımanın kriterleri olarak zikredişi, belki de bu sebeptendir. Günümüzde ise bu kriterlere mesai arkadaşlığını da ilave etmek gerekiyor. Çünkü insanların karakterleri, özellikle çıkar ilişkilerinde ve çatışmalarında belli oluyor. İnsanlar, davranışları itibariyle keser, testere ve rendeye benzerler. Kimi insan, keser gibi hep kendine yontar; kimi insan testerenin tozu gibi eşit dağıttığı gibi adil davranır; kimi insan da rendenin yongasını karşı tarafa çıkarttığı gibi başkasını kendisine tercih eder. Dolayısıyla insanın bu davranışlardan hangisini sergileyeceğini, ancak komşulukta, yolculukta, alış-verişte, yaptığı işte ve mesai arkadaşlığında görme imkanı buluyoruz.
Çağımızda ise bilim adamlarının, insanı tanımak için farklı yöntemler ve kriterler önerdikleri de görülüyor. Bunlar arasında Avusturyalı psikiyatr Alferd Adler’in , “İnsanı Tanıma Sanatı” isimli kitabı, haklı bir şöhrete sahiptir. Kitabının giriş bölümünde Adler, şunları söylüyor:
“İnsanı tanıma sanatının gereği gibi üstesinden gelemeyişimizin en büyük sakıncalarından biri de, hemcinslerimizle bir- arada yaşamayı pek beceremememizdir. İnsanların birbirlerini görmeden birbirleri önünden geçip gitmeleri, ne söylediklerini anlamadan birbirleriyle konuşmaları, birbirlerinin karşısında yabancı gibi dikildiklerinden aralarında bir türlü ilişki kuramayışları, yalnızca geniş bir toplum içinde değil, pek dar bir aile çevresinde bile bunu başaramayışları sık sık üzerinde durulan önemli bir noktadır. Çocuklarını anlamayan anne ve babaların, beri yandan anne ve babaları tarafından kendilerini anlaşılmamış gören çocukların yakınmalarından daha sık karşılaştığımız bir başka yakınma gösterilemez. Oysa toplumsal yaşamın temel koşulları, insanları birbirlerini anlamaya alabildiğince zorlayıcı nitelik taşır, çünkü yanı başımızdaki hemcinsimize karşı takınacağımız tutum ve davranış buna bağlıdır. İnsanı tanıma konusunda daha çok bilgi edinebilsek, bir arada yaşamanın bazı köstekleyici biçimleri silinip giderdi ortadan; çünkü bunlar günümüzde varlığını sürdürüyorsa, tek nedeni birbirimizi tanıyamamamız, dolayısıyla dış görünüşe aldanıp birbirimizin iki yüzlü ve sinsi oyunlarına gelmemizdir.”[7]
Bir insanın, onlarca kimliği olabilir. Ancak hiçbir kimlik, bir insanı yeterince iyi tanımaya kafi gelmez. Zira riyakarlık, gösteriş ve nifak gibi maskelerle insan, çoğu zaman kendisini gizleyebiliyor ve bu nedenle de kimlikten ziyade kişiliğin bilinmesine ihtiyaç hasıl oluyor. Nitekim bir insan, iyi anne veya baba olabiliyor, ama iyi eş olamıyor. İyi komşu oluyor, ama iyi evlat olamıyor. İyi hoca olabiliyor, ama iyi idareci olamıyor. İyi kiracı olabiliyor, ama iyi ev sahibi olamıyor. Bu nedenle bir insanın sadece sözlerine veya belli davranışlarına bakarak, onun hakkında, “iyi insan” veya “kötü insan” gibi bir genellemede bulunmak, çoğu zaman yanıltıcı ve aldatıcı oluyor. Bu da o insanı iyi tanıdığımız anlamına gelmiyor. Dolayısıyla bir insanı tanımak için, onun bir veya birkaç davranışına bakarak değerlendirme yerine, bütün davranışlarını dikkate alarak değerlendirmenin daha doğru bir yaklaşım tarzı olduğu görülüyor.
Kur’an’da yer alan bilgilerden anlıyoruz ki insan; nankör, aceleci, zayıf, kıskanç, azgın, tartışmacı, riyakar, cimri, hasetçi, kibirli olmaya ve bunlardan da korunmaya müsait fıtrî bir yapıya sahiptir” Dolayısıyla her insan, fıtri yapısına uygun iş yapmakta[8] ve davranışlardaki farklılıklar da bundan kaynaklanmaktadır.[9] Bu nedenle İnsan önce kendini, sonra da başkalarını tanımak zorundadır. Bir başka ifade ile insanın başkalarını tanıyabilmesi için önce kendisini tanımakla işe koyulması; kendisinin güçlü ve zayıf yanlarını, artılarını ve eksilerini gözden geçirmesi; fıtri yapısını ve yetilerini iyi bilmesi gerekmektedir. Zira kendisinin kim olduğunu ve nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu bilmeyen insan, kah kendini dev aynasında görüp narsis olmakta; kah aşağılık kompleksine düşüp kendini adam yerine koymamaktadır.
Kendini bilen insan, kendini tanıyan, ne olduğunu ve ne olmadığını bilen, bu nedenle de egoist ve narsis olmayan; aşağılık kompleksine düşmeyen, haddini bilen ve ona göre davranan kişidir. Kendini bilen kişi, neyi, nasıl yapabileceğini ve neleri yapmayacağını bilir ve ona göre davranır. Kaldıramayacağı yüklerin altına girmez, yapamayacağı şeyleri söylemez, söylediklerini de yapar, dürüst olur ve kimseyi kandırmaya çalışmaz. Bir insanın, başkalarını ve içinde yaşadığı toplumu tanımak ve anlamak istiyorsa, tanımaya önce kendinden başlaması gerekir deyişimiz, bu sebeptendir.
Anlama, bir şeyin ne demek olduğunu, neye işaret ettiğini kavramak, vâkıf olmak demektir. Bir insanı anlamanın ilk şartı da önce onu can kulağı ile dinlemek, onunla konuşmak sonra da empati yapmaktır. Bu dinleme ve konuşma diyalog şeklinde olmalı; “çift kişilik monolog” a dönüştürülmemelidir. Empati, bir insanın kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak, o insanın sözlerini, eylemlerini yargılamadan anlamaya çalışmak, olaylara onun bakış açısıyla bakabilmektir. Empati kurabilmek için mutlaka karşımızdaki insanın karşılaştığı olayları yaşamamız gerekmiyor. Ayrıca o kişiyi anlamak, onun yaptıklarını kabul etmek ve onaylamak anlamına da gelmiyor. Bilakis onun yaşadığı olaylarda kendimizi görebilmek¸ kendimizi onun yerine koyup¸ onun duygularını anlayıp¸ onun bakış açısıyla bakmak anlamına geliyor. Burada önemli olan¸ olayları yaşamak değil¸ o kişiyi doğru olarak anlamaktır. Ne var ki böyle bir anlama, herkeste ve har zaman mümkün olmamaktadır/ olamamaktadır. Bunun da nedeni, önyargılarımız ve kalıp yargılarımızdır. Önyargılarımızdan veya kalıp yargılarımızdan kurtulduğumuz oranda, insanları daha iyi anlama ve tanıma imkanına kavuşmuş; böylece onları oldukları gibi kabul edip, olmaları gerektiği istikamette gitmelerini de sağlayacak ilk adımı atmış oluruz.
[1] Hucurat, 49/13.
[2] Luvis Ma’luf, Müncid, Beyrut Tarihsiz, s.498; Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Lügat,Ankara,1970 s.1250
[3] Ragıp İsfehanî ,Müfredat, A r f maddesi.
[4] Saff,61/2.
[5] Tirmizi, Zühd, 2.
[6] Buhari, İman, 7.
[7] Alferd Adler , İnsanı Tanıma Sanatı , Çeviri, Kâmuran Şipal, İstanbul, 2010, s.13
[8] İsra,17/84
[9] Leyl,92/4