islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,5994
EURO
34,8008
ALTIN
2.504,12
BIST
9.483,83
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Hafif Yağmurlu
14°C
İstanbul
14°C
Hafif Yağmurlu
Cumartesi Açık
20°C
Pazar Az Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
23°C
Salı Az Bulutlu
22°C

Aile kurumunun temel değerleri

Aile kurumunun temel değerleri

Prof. Dr. Celal Kırca                                                                                               

Aile, cinsiyet farkı olan iki kişinin, hayatlarını bir  ömür boyu birleştirmek üzere kurdukları kurumun adıdır. Her kurum gibi ailenin de dayandığı bir takım temel değerler mevcuttur. Bu  değerler arasında kültürel, hukuki, ekonomik, sosyal ve psikolojik olanları hiç şüphesiz en etkin olanlarıdır. Toplumlara göre niceliği ve niteliği değişse de, bu temellerin etkinliği, asla değişmemektedir. Çünkü insanın fıtrî/genetik yapısında mevcut olan fizyolojik/psikolojik ihtiyaçlar yok olmadığı gibi, kültürel, sosyal ve ekonomik ihtiyaçlar da yok olmamaktadır. Bununla birlikte ailenin temelini oluşturan en önemli etken, hiç şüphesiz fizyolojik/psikolojik nitelikli olanlarıdır. Nitekim ünlü bilim adamı Abraham  Harold  Maslow yemek, içmek, uyumak, solumak, cinsellik gibi temel içgüdüsel ihtiyaçları; can ve mal varlıklarının korunması gibi güvenlik ihtiyacını; sevme, sevilme, bir gruba mensup olma, yardımseverlik ve şefkat gibi sevgi ihtiyacını; tanınma, sosyal statü sahibi olma, başarı elde etme, takdir edilme gibi saygı ihtiyacını; kendini geliştirme, zorlu hedefleri başarma gibi kendini gerçekleştirme ihtiyacını, insanın en temel ihtiyaçları arasında sayar. Alexis Carrel ise cinsi arzuyu, susuzluk ve açlıktan sonra en şiddetli olan bir içgüdü olarak tanımlar. Watson’a göre ise cinsellik, insan davranışlarını etkileyen dördüncü bir güçtür. Bu ihtiyaçlar hiyerarşisi içinde yer alan cinsel ihtiyaç, sevgi, saygı ve şefkatin aynı zamanda ailenin kuruluşunda ve devamında da etkin bir rol oynayan ihtiyaçlardandır.

 Kur’an’da, “Kadınlara, oğullara, kantarlarca altın ve gümüşe, otlağa salınmış atlara, davarlara ve ekinlere karşı hissedilen aşırı sevgi, insanlar için süslü gösterilmiştir” ayetinde, hem cinsî duyguya temas edildiği, hem de sayılan bu şeyler arasında cinsî duygunun ilk sıraya konulduğu görülmektedir. Bundan şunu anlıyoruz ki, Kur’an cinsel arzuyu ve bu arzunun tatminini yok saymıyor bilakis tatmin edilmesini istiyor. Ancak Kur’an, her duygunun tatmininde olduğu gibi, bu duygunun tatmininde de belli kurallara ve ilkelere uyulmasını öngörüyor. Nitekim Kur’an’ın ön gördüğü bu ilkeler ve kurallar arasında helal, temiz, doğru, güzel ve denge kuralları en önde ve başta olan kurallar arasında yer alır. Kur’an’a göre cinsî arzu tatmin edilecektir ama bu tatmin etme işi, helal yoldan yapacaktır. Bunun adı da “nikah”a dayalı evliliktir. Bir başka ifade ile Kur’an, cinsî arzunun tatminine meşruluk kazandıracak bir hukukî sözleşmeyi (nikahı) şart koşmaktadır. Dolayısıyla hukukî meşruluğa ve ahlakî değerlere uymayan ve kişiyi sorumluluk duygusundan soyutlayan zinaya da kapıyı kapatmış bulunmaktadır.

 Ailenin psikolojik temelini oluşturan diğer bir psikolojik etken de, nesli devam ettirme arzusudur. Nesli devam ettirme, türün korunması için gerekli olan bir duygudur ve bütün canlılar, çoğalmak için mukavemet edilmesi imkansız bir arzu duyarlar. Çocuk, aileyi koruyan ve  eşleri birbirine daha da yaklaştıran önemli bir araçtır. Çocuk sayısının artmasının boşanmayı güçleştirdiği de bilinen bir gerçektir. Kadın sevgisinden bahseden ayette, hemen çocuk sevgisinden söz edilmesi, evlilik amaçları içinde çocuğun bir ihtiyaç olarak görüldüğünü de ifade etmektedir. Çocuklu ailelerdeki boşanma oranlarıyla, çocuksuz ailelerdeki boşanma oranlarının farklılığı nesli devam ettirme duygusunun, aileyi korumadaki rolünü de açığa çıkarmaktadır.

 Ailenin psikolojik temelini oluşturan kurucu ve devam ettirici ana   etken ise hiç şüphesiz sevgidir. Sevgi, insanlar arasındaki ilişkiyi düzenleyen önemli etkenlerden biri olduğu gibi, eşler arasındaki ilişkiyi de düzenleyen en önemli etkenlerden biridir. Sevgi, kişiliğe yöneliktir ve duygusal bir ihtiyaçtır. Cinsellik ise, vücuda yöneliktir ve fizyolojik bir ihtiyaçtır. Bu sebeple doğumundan ölümüne kadar insan, sevgiye muhtaçtır.

 Sevgi konuşulmaz ama sevgiye dair konuşulabilir. Sevgi, ilgidir, alakadır. Sevgi, duyulur, hissedilir, yaşanır. Sevgi, satın alınmaz, kazanılır. Sevgi, paylaşılır. Sevgi, yakınlıktır. Sevgi özgürlüktür. Sevgi yumuşaktır, Sevgi bağrına basar. Sevgi, anneliktir, babalıktır. Sevgi, doktorluktur. Sevgi, evrenseldir. Sevgi, para gibi kasaya kilitlenemez. Sevginin yeri kalptir. Bir annenin, babanın, bir eşin veya bir çocuğun kalbidir. Bu nedenle sevgide yargı yoktur, yargı varsa orada sevgi yoktur.

 Sevenler, birbirlerini yargılamazlar, başkalarından onaylama da beklemezler. Siz hiçbir annenin yavrusunu yargıladığını gördünüz mü? Onun sevgisi “eğer” sevgisi değildir. Onun sevgisi “çünkü” sevgisi de değildir. Onun sevgisi, “rağmen” sevgisidir. Bu bir Japon yazarına Masumi Toyotome’ye ait bir ayırımdır. O, eğer şunu yaparsan seni severim veya seni seviyorum çünkü sana ihtiyacım var türü sevgi çeşitlerinin gerçekte sevgi olmadığını, bunların bir çıkar ilişkisine dayandığını söyler. Gerçek sevgiyi, “rağmen” türü sevginin temsil ettiğini anlatır. Bir annenin veya babanın sevgisi, ancak “rağmen” sevgisinden başka ne olabilir? Her şeye rağmen anne ve baba evladını sever. Evladı onu sevmese de sever.

Ailenin hem kuruluşunu hem de devamlılığını sağlayan etkenler arasında yer alan sevgiden sonra ailenin devamlılığını sağlayan en önemli etkenler arasında saygı en önde gelenidir. Saygı “Değeri, üstünlüğü, yaşlılığı, yararlılığı, kutsallığı dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram, başkalarını rahatsız etmekten çekinme duygusu” olarak tanımlanır. Saygı duymak, aynı zamanda birine değer vermeyi de ifade eder. Bu nedenle insanlar arası ilişkilerde, özellikle de aile içi ilişkilerde saygının önemi ve değeri asla küçümsenmemelidir. Bir ailede sevgi olsa da şayet karşılıklı saygı kalmamış ise, o ailenin uzun ömürlü olması düşünülemez. Zira saygının olmadığı bir yerde, aşağılanma, horlanma ve alay etme gibi olumsuz duyguların öne çıktığı görülür. Bunlar da saygıyı yok eden etkenler arasında yer alır. Saygı yoksa orada huzur da yoktur, birliktelik de yoktur.

 Dostluk, vefa, bağlılık, doğruluk, gönül doğruluğu anlamlarına gelen sadakat, ailenin devamı ve mutluluğu için gerekli ilkelerden bir diğeridir. Eşlerin birbirlerine karşı, gösterecekleri sadakat, aynı zamanda dostluktur, vefadır, bağlılıktır, doğruluktur. Dostluk ve vefa, özellikle günümüzde kendisine çok az rastlanan iki değer haline gelmiştir. Özellikle eşlerin birbirine gösterecekleri sadakat, hiçbir şeyle mukayese edilemeyecek kadar değerlidir. Sadakatin yani sahiplenme duygusunun ve bağlılığın, evliliğin devamı için çok önemli bir role sahip olduğu bugün çok daha iyi anlaşılmaktadır. Zira artan boşanma sebepleri arasında, sadakatsizliğin, aldatma ve ihanetin yüksek oranda oluşu, sadakatin ne denli önemli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır Eşler arasında kıyılan nikahta söylenen “evet” sözcüğünün, aslında eşlerin birbirlerine olan sadakatlerini simgeleyen bir sözcük olduğu asla unutulmamalıdır. Çünkü bu sözcük, bir sadakat sözüdür. Sadık kalınacağına dair verilen bir ahittir Ne pahasına olursa olsun, eşler verdiği bu sözü tutmak ve ahdine sadık kalmak zorundadır. Zira sözünde durmak, insan olmanın ve insan kalmanın da bir gereğidir.

 “Acı, yoksulluk, haksızlık vb. üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan, onların geçmesini bekleme erdemi” diye tanımlanan sabrın, İslam dinindeki yerini ve önemini hepimiz, çok biliyoruz. Özellikle aile içi ilişkilerde sabrın yeri ve varlığı çok daha önemlidir. Sabırlı eşler, sabırsız eşlerden daha çok ailenin korunmasına yardımcı olurlar. “Acele işe şeytan karışır” atasözünü, hepimiz yeri gelince söyleriz, ama birçok işimizde acele etmekten de geri durmayız. İyi düşünülmeden, acele ile söylenecek bir sözün, neticede nelere sebep olduğunu hepimiz biliriz, ama yine de söylemekten çekinmeyiz. Bir Arap atasözünde. “Söz senin esirindir, konuştuğunda ise sen onun esiri olursun” denilmektedir Yunus da, “Söz ola kese savaşı, söz ola ağulu aşı yağ ile bal ede” der. Sabır bunun için gereklidir. “Taş ve sopa kemikleri kırar, ama söz, kalbi kırar.” Acele ile söylenen bir sözün kalpleri nasıl kırdığını hepimiz, yaşayarak öğrenmişizdir Bu nedenle “Sabreden zafere erer”, “Sabreden derviş muradına ermiş” sözleri herhalde boşuna söylenmiş sözler değildir. Sabır, her şeyde ve her işimizde gereklidir, ama aile içi ilişkilerde çok daha gereklidir. Bu nedenle ailenin sürekliliğini sağlayacak önemli etkenlerden biri olma özelliğini daima korumuş ve korumaya da devam edecektir. Sabır insana direnme gücü verir, insanı olgunlaştırır, huzurlu ve mutlu bir aile hayatının yolunu gösterir.

Aile içi ilişkilerde sorumluluk duygusu ve sorumluluk bilinci, en az saygı ve sadakat kadar gerekli olan bir ilkedir. Eşlerden biri veya her ikisi, sorumluluk bilinci içinde hareket etmiyorsa, sevgi de saygı da o aileyi korumaya yetmemektedir. Günümüzde genellikle boşanma ve şiddetin sebepleri arasında sorumsuz davranışların önemli bir yeri olduğu görülüyor. Kur’an’ın ahitlere sadık kalınmasını emretmesi ve bunun bir sorumluluk olduğunu belirtmesi, aile kurulurken verilen “evet” sözüne sadık kalınmasını da içermektedir. Geleneksel ifade ile “ahde vefa” da, ahlaki bir sorumluluktur. Şayet ahde vefa göstermiyor isek, kendimizi hesaba çekip insanlığımızı ve ahlakımızı sorgulamamız gerekiyor.

 Müşahede ettiğim kadarıyla bugünkü toplum yapımız, maalesef Kur’an’ın kaynaklık ettiği psikolojik temellerle yeterince irtibat halinde görülmüyor. Evlilikler, genelde aşk evliliği diye tanımlanan ve duygusal boyutu etkin olan bir evlilik türüne odaklanmakta, mantık evliliği denilen bir diğer evlilik türüne ise çok da rağbet edilmemektedir. Aşk zamanla etkinliğini yitiren bir duygudur. Özellikle “vuslat” tan sonra daha da hızlı kaybolma potansiyeline sahiptir. Bu nedenle aşkın yerini, sevginin alması gerekir. Böylece ailenin sürekliliği ve huzuru için en azından asgari şartlardan biri yerine gelmiş olur. Sevgi, saygı, sorumluluk bilinci, sabır sadakat ve sebat gibi ailenin psikolojik temellerine dayalı bir sosyal yapıda ise şikayet konusu olan aile içi şiddetten söz edilmesi, sık görülen bir durum değildir. Zira karşılıklı sevgi, saygı ve sorumluluk bilinci içinde olan, sabreden ve sadakat gösteren eşlerden, şiddete varacak ölçüde davranış bozukluklarının meydana gelmesi, çok nadir bir durumdur.

Ailede şiddet ise,  insan onuru ve kişiliği ile asla bağdaşmayan bir durumdur. Şiddete maruz kalmış, insanlık onuru kırılmış, kişiliği saldırıya uğramış bir kadına, ne söylenebilir? Böyle bir durumla karşılaşan kadına, elbette ki ilk aşamada “sabır” tavsiyesinde bulunmak, doğru olan bir yöntem olacaktır. Zira boşanmak için mahkemeye müracaat etmeden önce sorunları konuşularak çözmeye çalışmak, gerekirse aile içi hakeme gitmek, ailenin devamı için bir çıkış yolu olabilir. Elbette ki mecbur kalındığında “boşanma” bir çözüm yoludur, ama boşanmadan önce yapılması gereken şeylerin de yapılması gerekmektedir.

       Toplumun sürüklendiği bu şiddet-cinayet dalgasının temelinde kimlik ve kişilikle ilgili zihniyet sorunu ve eğitim noksanlığı bulunmaktadır.  Zira kişiliğin göz ardı edilip kimliğin öne çıkartıldığı ve bir değer ölçütü olarak ele alındığı toplumlarda bu ve buna benzer şiddet örneklerine rastlamak, üzücü olsa da yaygın bir davranış türü olarak görülmektedir. Bilindiği gibi kim sorusu kimliğimizi, nasıl sorusu ise kişiliğimizi tanımlamaktadır. Erkek olma veya kadın olma cinsiyet kimliğimizi tanımlarken, nasıl bir erkek veya nasıl bir kadın olduğumuz ise kişiliğimizi tanımlamaktadır. Bilindiği gibi insanı olumlu ya da olumsuz eylemlere sevk eden asıl etken kimlikten ziyade kişiliktir. Bu nedenle erkeği de kadını da suç işlemekten veya şiddete başvurmaktan alıkoyan onların erkek ya da kadın oluşları değil, nasıl bir erkek veya nasıl bir kadın oluşlarıdır.

          Önce insan olduğumuzun bilincinde olarak bu kimliğimizi, cinsiyet kimliğimize öncelememiz ve bunun eğitimini de yaptırmamız gerekmektedir. Böylece bu zihniyete sahip olan bireylerden oluşan bir toplumda şiddet yok olmasa da en azından azalacak ve asgari düzeye inecektir. Nitekim tarih boyunca kötülük de, şiddet de yok olmamıştır, ama etkinliği azaltılarak asgari düzeylere çekilmiştir. Zaten yok olması da ilahî düzene uygun değildir. Kötülük olacak ki iyiliğin kıymeti anlaşılabilsin. Nefis de Şeytan da bunun için var edilmişlerdir. Ama kötülüğün iyiliğe, şiddetin de rahmete galip gelmesine izin verilmemesi gerekmektedir. Bugün şiddet artmış ise bunun nedeni, kimliklerinin gerekli kıldığı kişilik özelliklerini önemsemeyen ve terk eden bireylerin, kimlik öncelikli bir tutum ve davranışı benimsemeleri; bireyselci değil, bireyci yetişmeleri ve neticede benmerkezci ve egoist bir zihniyete sahip olmalarıdır. Bu da neticede dinî ve sosyal kuralların terk edilerek, bireylerin oluşturduğu  kişisel ve öznel kuralların etkinliğini sağlamaktadır. Her birey, kendi doğrularını oluşturmakta ve kendi doğrularını ölçüt alarak başkalarının doğrularını ön yargı ile reddedebilmekte ya da şiddete yönelebilmektedir.

Hiçbir insan, her yönüyle dört dörtlük değildir. Yine hiçbir insan, mutlak iyi ve mutlak kötü de değildir. Her insanın iyi ve güzel yanları olduğu gibi, eksik yanları da bulunur. Bu nedenle insanları olmaları gerektiği gibi değil de, oldukları gibi kabul etmek gerekmektedir. Bu kurala hiç şüphesiz,  eşler de dahildir. Dolayısıyla eşlerden her biri, diğerini olduğu gibi kabul etmek ve anlaştıkları konuları öne çıkartarak sorunlu konuları geri plana itmek veya gündeme getirmemek, aile içi huzurun en önemli ilkeleri arasında yer alır.

Genelde insanlar, özelde  eşler arasındaki ilişkilerde  sadece  yapılan hataları eleştirme yerine, kişiliğe yönelik eleştirilerin yapılması, bu vesile ile kişiliğe saldırıda bulunulması, dolayısıyla eleştirilerde olabildiğince cömert, ama yapılan iyiliklere karşı teşekkür etmede  cimri olunması, affedici olma yerine intikam duygularıyla hareket edilmesi,  aile içinde cereyan eden olumsuz tavırlardan sadece bir kaçıdır.

 Bu nedenle eşlerden her biri, diğerini suçlamaya başlamadan önce kendi röntgenini çekmeli, empati yaparak kendi kusurlarını ve eksiklerini tespit etmeli ve bunları düzeltme çabası içinde olmalıdır. Kendisinin iyi ve güzel huyları ile eşinin olumsuz huylarını ve eksik yanlarını mukayese ederek kendisini yüceltici, eşini ise küçültücü bir tavır içine girmemeli ve ona karşı asla saygısızlık yapmamalıdır. Eşler, cinsiyet kimliklerini değil, insan  kimliklerini  öne çıkartarak birbirlerinin kusurlarını müsamaha ile karşılamalı, sorumluluk bilinci içinde hareket etmeli, sabırlı ve sadakatli olmalıdır. Sorunları çözmede diyaloğa önem vermeli, özellikle de çift kişilik monologlardan kaçınmalıdır.

 Bunları gerçekleştirebilmenin yegane yolunun yeterli bilgi birikimine, bilinç ve iradeye sahip olmakla mümkün olduğu  ve  ailenin kurumsal değerlerine  sahip çıkmaktan  geçtiği gerçeği  de asla  unutulmamalıdır.  


*  Celal Kırca, Kur’an ve Sosyal Hayatımız, Ankara 2018, s. 155-185’den bazı düzeltmelerle iktibas edilmiştir.

Yorumlar
  1. Recep dedi ki:

    Çok güzel, kapsamlı, doyurucu bilgiler içeren bir yazı olmuş. Yüreğinize, kaleminize sağlık. Kur’an-ı Kerim esas alınmış ve birçok edebi, psikolojik , bilimsel araştırmalar ile desteklenmiş, çok faydalı olacağına inandığım bir yazı olarak değerlendiriyorum.