Akıl ve nakil arasındaki ilişki ve denge, aslında yüzyıllardan beri devam eden bir tartışmadır. Bu konuyu daha çok gündelik hayattaki bazı problemlere değinmek bağlamında tartışmak gerekmektedir.
Öncelikle İslam anlayışımızda önemli problemlerin olduğunu bilmekteyiz. Bu problemlerin başında şekilcilik gelmektedir. Şekilcilik dini sembol ve görünürlüklerin artması ve bir noktadan sonra dinin anlaşılması ve pratize edilmesinde yegane unsur olarak öne çıkmasıdır. Aslında şekilciliğin hayatta arz-ı endam etmesi büyük oranda nakle verilen aşırı önemden kaynaklanmaktadır. Nakilcilik en nihayetinde bir tarihte anlamlandırılmış olan kelime ve metnin bir anlam ve şekle kilitlenerek bugüne transferini de sağlamaktadır.
Yine günümüzde Müslümanların önemli sorunlarından birisi de, bilgi ve bilim üretememektir. Bilgi ve bilim evrensel karakterde üretilmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, Müslümanların kendi kapalı evrenlerinde ürettikleri bilgilerin, farklı kültürlerle karşılaşarak tartışması yapılmadığı sürece bu bilgi de evrensel olamaz. Belki tam da bu sebeple tarihte Müslümanlar ilmi tedvin dönemi ile farklı kültürlerle karşılaşmış; hem farklı bilim alanlarında bilgi üretmiş ve dünyanın itici gücü olmuş, hem de kendi dinlerini evrensel bilim (=felsefe) diliyle anlatabilmişlerdir. Bugün bilgi ve bilim üretilememesinin sebeplerinden birisini de nakilcilik olarak söyleyebiliriz.
Akıl-nakil ilişkisinin geçmişteki tartışma bağlamlarından birisi ve bugün de bana göre hala en önemlisi dini bilgi, kitap ve akıl arasındaki ilişkilerdir. Zira bugün de Müslümanlar, maalesef her türlü bilgi ve teknoloji üretimi için önce nakle bakarak orada olup olmadığını denetliyorlar. Açıkçası bu Kitaba (Kur’an’a) kendi özgül ağırlığının ötesinde bir işlev yüklemek demektir. Belki de modern zamanlarda, müslüman söylemlerinde “şu bilimsel gelişme Kur’an’da geçiyor” şeklindeki ifadeleri bundan dolayı sıklıkla duymaktayız.
Bir kere Allah’ın âyetlerinden olan akla öncelikle güven duymamız gerekmektedir. Bu bağlamda makalemizin başlığındaki soruya bizim cevabımız aklın önceliği şeklindedir. Hiç şüphesiz bunun gerekçelerini sunmak zorundayız. Birincisi; geçmişte ulemanın da çokça tartıştığı üzere nakil ancak akılla anlaşılabilir. Akıl olmaksızın nakillerden anlam üretmek, onları kategorize etmek mümkün olmayacaktır. Zaten akıl olmayan insan için bir mükellefiyet de yoktur.
İkincisi, tarihler, durumlar ve formlar durmadan hızlı bir şekilde değişmektedir. Kur’an-ı Kerim bize evrensel tümel ilkeleri söylemekle birlikte, içinde barındırdığı ve değişimleri karşılayabilecek anlam stoklarını da ancak akılla üretmek mümkün olacaktır. Günümüzde yaşadığımız sorun, insanların yaşadığı sorunlar karşısında çağın dili ve bilgi birikimlerini karşılayacak akli üretimler yapamamaktır.
Üçüncüsü; Yine geçmişte üstatlarımızın tartıştığı, maruf ve münkerin akılla bilinip bilinemeyeceği meselesi üzerinden konuşacak olursak, burada aklın önce olduğunu belirtmeliyiz. Yüzyıllar boyunca insanlar maruf ve münkerin ne olduğunu bilmekte ve nesilden nesile de bu aktarılmaktadır. İslam, Hz. Adem’den (AS) bu yana devam eden dinin genel ismidir. Allah (CC) insanlara kitap göndererek, insanlara maruf ve münkeri tekrar hatırlatmaktadır. Bilindiği klasik Fıkıh usulü kitaplarında örflere önemli yer ayrılır ve örfler toplumda yerleşmiş maruf ve münkerler üzerine kuruludur aslı itibarıyla.
Hiç şüphesiz Kur’an bize varlık ve bilgi konusunda tümel hakikatlerden bahsetmektedir ve dünyayı anlamlandırmak için önemlidir. Fakat Müslüman dünyanın akıl-nakil dengesizliği içerisinde patinaj yapmaya devam etmesi sorunlarımızın başında gelmektedir.
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi