islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3535
EURO
35,1812
ALTIN
2.324,98
BIST
9.079,97
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
21°C
İstanbul
21°C
Açık
Cuma Parçalı Bulutlu
22°C
Cumartesi Az Bulutlu
21°C
Pazar Az Bulutlu
22°C
Pazartesi Az Bulutlu
24°C

GECE SENDROMU

GECE SENDROMU
23 Aralık 2022 09:00
A+
A-

Çok Şükür Yatma Vakti Geldi

Acılarımdan uyuyarak kurtulmak ve ruhumu dinlendirmek istiyorum.

Ünlü Alman filozofu Kant’ın “Hayatın çeşitli güçlüklerine karşı üç şey hediye edilmiştir; ümit, uyku ve gülmek.” sözü mahpuslukta ne kadar da anlamlı…

Vaktin epeyce ilerlemiş olmalı. Yatmak için hazırlanıyorum. Lambaları kapatmak istedim ama bir türlü düğmeleri bulamadım. Aşağıya inip demir kapıyı bir müddet dövdükten sonra gardiyan kapı dışından seslendi:

-Ne var?

-Elektrik düğmelerini bulamıyorum, ışığı kapatıp yatacağım.

-Cezaevinde ışıklar kapanmaz, düğmeler dışarıda.

-Saat kaç acaba?

-9.15

Yine saat tahminimde yanıldım. Saatsizliğin saati ne kadar zormuş!   Oysa saatin 11.00-12.00 gibi olabileceğini öngörmüştüm! Evde çoluk çocukla veya dost sohbetlerinde yemekli, çaylı, meyveli bitiveren kış geceleri meğer ne kadar da uzunmuş!

Acı Veren Güzel Hatıralar!

O güzel geceleri hatırlamanın verdiği derin hüznü yaşıyorum. Yerli yersiz vesilelerle aklıma üşüşüveren anılardan kurtulmak için burada ayrıca mücadele ediyorum. Fakat kolay mı?  Matruşka gibi, her sıyrıldığım hatıranın ardından bir başka hatıraya yakalanıyorum. Güzel anılar cezaevinde ayrıca derin acıların kaynağıymış bir tecrübe öğrendim.

Ne oluyor sana diye kendime soruyorum. Hani taş gibiydin? Hani diri diri derimi yüzseler gıkım çıkmaz diyordun? Arka arkaya ekliyorum… İçimden bir ses de; “Ama bu başka, bu kalleş bir tertip, bu ahlaksız bir kumpas, servet biriktirme peşine düşmüş maskeli müptezel sürüsü, her türlü entrika ile dışarıda aleyhimde çalışırken elim, dilim bağlı, ben buna nasıl tahammül ederim.” diyor.

Bu kalleş komploya inanamıyor, ne kadar metanetli olmaya gayret etsem de içimdeki acıyı bir türlü atamıyorum.  Bu acıların sebebi güzel anılarım mı? Yoksa maruz kaldığım ihanet ve iftiralar karşısındaki çaresizliğim mi?

En iyisi hasbinallah çekerek uyumak. Saat daha erken olsa da uyuyarak ıstıraplarımdan bir süreliğine kurtulmak istiyorum. Ranzaya çıkıp floresan lambaları gevşeterek ışığı kapatıp yatıyorum.

Sesler ve Öyküler

Cezaevinin her tarafından sesler geliyor ve her bir ses zihnimde bir öyküye dönüşüyor. Koridordaki iki gardiyanın konuşmaları çok net duyuyorum. Onlardan birisi çocuğunun okuldaki veli toplantısında yaşadıklarından bahsediyor.

İçinde eş, çocuk ve okul gibi bolca kelimelerin geçtiği bu sohbet beni fena halde çarpıyor. Bu kelimeleri duyunca zihnim anında seçerek eski mutlu günlerime ait bir yığın hatıranın hücumuna vesile oluyor.  Bu sohbet içimi öyle acıtıyor ki Fransız oyun yazarı ve şairi Alfred de Musset’un  “Acıların en acısı mutlulukları hatırlamaktır.” sözlerine ancak şapka çıkartıyorum.

Diğer koğuşlardan gelen seslere dikkat kesilerek gardiyanların konuşmasını duymamaya çalışıyorum. Çok bitkinim, uyuyarak güç toplamalıyım. İhanetin ve üşüşen anıların verdiği kederden kurtulmak için Allah’ı anarak ve Ona yakararak uyumaya çalışıyorum. Delirmemek için uyumalıyım…

Keşkelerim

Kuranı Kerimden bildiğim bütün sureleri ve duaları tekrar tekrar okuyorum. İyi günlerde niye daha fazla ezber yapmadığımın pişmanlığını duyarken İmam Gazali’nin başından geçen o meşhur olayı hatırladım.

İmam Gazalinin ilim tahsili için gittiği Bağdat şehrinde yıllarca kaldıktan sonra memleketine dönerken içinde bulunduğu kervan, haramilerin baskınına uğrar ve altın, gümüş, halı gibi değerli eşyalarla birlikte Gazali’nin ilim tahsili sırasında tuttuğu notlardan oluşan defterlerinin bulunduğu torbası da çalınır. O sıralarda böyle şeyler çok olduğu için herkes kaderine razıdır. Bir tek Gazali torbasının peşine düşmüş, aylarca aramış, sonunda haramileri bir dağda bulmuş ve çete üyelerine onların reisleri ile görüşmek istediğini söylemiş. Eşkıyanın birisi “Ya çocuk canına mı susadın çek git.” dediği sırada reisleri konuşmaları duymuş ve

-Gel bakalım evladım, sen ne istiyorsun?

-Benim torbam vardı.

-Torbanda ne var?

-Hocalarımdan öğrendiğim bilgileri not ettiğim defterlerim vardı.

-Millet altınını gümüşünü bıraktı, sen defterlerin peşindesin ha…

-Onlar benim için dünyadaki en kıymetli şeylerdir. Yıllarca uğraşarak elde ettiğim bilgiler defterimin içindeydi. Onları vermezseniz ilim tahsilim ve emeğim heba olup gider.

Reis “Getirin verin çocuğun torbasını.” dedikten sonra “Oğlum git yoluna ama benim bu dediğimi de unutma: Senden çalınabilen bilgi senin bilgin değildir.” der.

Burada okuyacak ne kitap var, ne de bakacak akıllı telefon veya bilgisayar.

Kravatlı haramiler sadece kitaplarımı çalmakla kalmadılar. Kırk yılda maddi manevi ne biriktirdiysem sanki hepsini ve her şeyimi çalmış gibiler. Kendimi ruhum boşalmış ve moralsiz hissediyorum.

Demek ki benden çalınabilen bilgi benim bilgim değilmiş!

Oysa çocukluğumdan beri iyi bir kitap okuru sayılırdım. Özellikle 1980 sonrası Rahmetli Özal’ın oluşturmaya çalıştığı özgürlük ortamını yoğun kitap ve dergi okumalarıyla, vatan millet ve ümmet tartışmalarıyla geçirmiştim.

Hayatın anlamına dair tereddütsüz inançlara sahiptim. Sözde iddialı ve gümbür gümbür bir hayat yaşıyordum.

Bütün bu bilgiler ve inançlar iyi günlerin sosu, tuzu biberi miydi yoksa?

Diğer taraftan Profesörlüğe kadar yüzlerce defa sınavlardan geçerek iyi derecelerle başarılı olmuş birisi olarak acaba eğitim sistemimiz bize soru çözmeyi öğretmenin yanında sorun çözmeyi ve zorluklara katlanmayı yani gerçek hayatı öğretecek hangi müfredatı içeriyor? Öğrenilen bir yığın bilginin bu zor şartlarda bir karşılığı var mı?

İşte belki de eğitim sistemimize sorulacak en temel sorulardan biri bu olmalı…

Benim için şimdi gerçek bir sınav zamanı. Ölüm kalım mücadelesi vermek için geçmişten terekemde hangi azıklar kalmış? Bu azıklar yani hayata dair müktesebatım, şimdi bana yetecek mi?

Artık geçmişte edindiğim bazı yargılarımı ve iyice özümsemediğim hemen her şeyi sorguluyorum. Yoğun iş temposu ve gündelik hayatın heyulası içinde ne çok şey atlamışım. Sanki hazırlıksız yakalanmışım gibi… Şimdi teker teker kapımı çalıyor.

Acaba ölüm anı da böyle ani ve hesaplaşmalı mı olacak diye düşünüyor ve ürperiyorum.

Kendimce çeşitli sorgulamalar içinde bir müddet sonra uyumuşum.

Gece Namazı Saati!

Gece uyandığımda sürekli bağırıp çağırarak küfür eden mahkûmun sesi hele şükür kesilmişti. Sesi öyle rahatsız ediciydi ki rüyama da girmiş, çömelmiş bana saldıracak vahşi bir hayvan gibi görünmüştü.

Acaba sabah namazı olmuş mudur diye dışarıya bakıyorum, hiçbir belirti göremiyorum. Saatin olmayışı ne büyük eksiklikmiş meğer!

Koridorda gardiyanlar hâlâ konuşuyorlar. Demir kapıyı döverek bekledim. Çok geçmeden gardiyan geldi:

-Söyle

-Saat kaç?

-3.05

İmsak’ın çıkmasına daha 4 saat kadar var. Üşüye üşüye abdest alıp battaniyelere sarılarak uzun uzun gece namazı kıldım. Bir ölçüde rahatlamış bir halde uzanarak ezberimde olan ayetleri okurken tekrar uyudum.

Sabah Namazı

Sabah ezanı okunurken uyanıp sabah namazını eda ettim.  Namazın verdiği sekineden olacak ki yatar yatmaz tekrar uyumuşum. Sayım sayım diye bağıran gardiyan sesiyle uyandım. Alt kata aceleyle inerken demir kapı gürültüyle açıldı.

Koridora koydukları karavanayı işaret ederek almamı söylediler. Sabah kahvaltısı gelmişti. Koca karavananın içinde bir haşlanmış yumurta, bir küçük paket reçel konulmuş. Yiyemiyorum desem de elime bir somun ekmek tutuşturdular. Onlar demir kapıyı kilitlemekle meşgulken ben yeniden yattım ve uyudum.

Bir müddet sonra iyice uykum kanmış olacak ki uyandım. Demek ki ruh sağlığım yerinde ki birkaç günlük uykusuzluğun ve yorgunluğun acısını uzun uyuyarak çıkarttım diye düşündüm ve şükrettim.

Ancak dinç bir şekilde uyandım uyanmasına da sanki bir kâbusa uyandım. Yaşayan ölü gibi beton mezarda uyanıp çığlıklar atan, öfkeden deliye dönüp tabutu yumruklayan birisi gibi hissettim kendimi. Ama beni işiten hiç kimse yok. Sanki defnedip gitmişler…

Ne diye uyandım ki? İçimde derin bir acı ve bir sürü vesvese… Hâlbuki çeşitli tesellilerle kendimi zor toparlamıştım, yahu…  Bu ne şimdi?

İnanılır gibi değil ama hapisteyim. Kalkacağım ama kalkıp da ne yapacağım? Kalkmamı cazip kılacak hiçbir şey yok. Fakat yatmak da artık vücuduma ağrılar veriyor.

Cezaevi Sabahları Depresyon Kaynağım!

Cezaevi günlerimde günün en sıkıcı, bunaltıcı ve acılı devresi sabah saatleri oldu.    Uyanır uyanmaz hapiste olduğum gerçeğiyle yüzleşmenin ve günü yeniden dünün bire bir aynısı ile yaşayacak olmanın verdiği ruhsal sıkıntı bu hissettiklerim!

Hâlbuki uyku halinde ha zindandasın ha sarayda, fark etmiyor. Uyku, acı tatlı her şeyi unutturuyor ve insanlar arasındaki uçurum düzeyindeki farkları, bir süreliğine de olsa, kaldırıyor.

Uyku ve rüya ayrı bir âlem… Bütün insanları eşitleyen ve tüm sıkıntıları unutturan bir âlem. Yeryüzünde dış dünya ile iletişimsizliğin en yüksek düzeyde olduğu bir yer olan zindanda güzel ve müjdeli rüyalar görme ihtimali de içinde saklı…

Lübnan kökenli şair ve yazar Halil Cibran: “Soğuk mermerde uyuyanların gördüğü rüyalar da kuş tüyü yastıklarda uyuyanlarınki kadar güzelken adalete olan inancımı nasıl kaybedebilirim” diyerek bir hakikat üzerinden umuda işaret ediyor.

Uyanınca hapis gerçeğiyle karşılaşmanın verdiği acıları zaman içinde mümkün olduğunca tedavi etmeye gayret ettim.  Fakat 907 gün boyunca vesveseler de peşimi tam olarak bırakmadı. Vesvesesiz insan olunamadığını da öğrendim!

Her sabahtan sonra Allah Teâlâ ile yeniden bağ kurup, güç ve kuvvetin tamamen Allah’a ait olduğunu ve burada sınandığımı idrak etmenin bilinciyle cezaevi günlerimi anlamlı kılmaya uğraştım. Acılarım zamanla rahmet ve şifaya dönüştü…  Elhamdülillah…

 

 

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar
  1. Feride Kılıç Ateş dedi ki:

    Bizler hiç ölmeyecek gibi dünya için çalışma işini mükemmel bir şekilde yapıyoruz. Ama yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışmayı da canımız ne zaman isterse yapıyoruz.Halbuki ağa da ölmüş aynı toprak altında azapta. Sanki ağanın toprağı kaliteli de azabınki kalitesiz. Kalitemiz ” Bugün Allah için ne yaptın? ” sorusuna vereceğimiz cevapta. Allah rızasını kazanmış, kendinin sevdiği Salih kullarından olmayı nasip etsin.

  2. Mehmet GÖÇ dedi ki:

    Muhterem kardeşim. Allah çekmiş olduğun acılarını günahlarına keffaret eylesin. Biz peygamber olmadığımız için elbette günahlarımız da vardır. Kaldı ki Allah sevdiği kuluna da belalılar verir derecesi yükselsin diye. Yalnız suçsuz yere tutuklnandğinla ilgili şikayetine bir anlam veremedim.
    Yusuf aleyhisselamın suçu ne idi ki önce kuyuya sonra zindana atıldı.
    Hem de kardeşleri tarafından.
    Asıl isnat edilen suçları işlemiş olsaydın o zaman hayıflanmam gerekir. Diye düşünüyorum. Suçsuz olduğun halde cezalandırılmış olman ve buna sabretmiş olman iftihar tablosudur. Allah’a emanet ol.