Bilemiyorum, İsmet Özel’in “Zor zamanda konuşmak” diye yazdığı vasatta hakikaten konuşmak bugünkü kadar zor muydu? Hadiseler, cepheler, aktörler bu kadar iç içe geçmiş; at izi it izine bu kadar karışmış mıydı? Bunu anlamak oldukça güç olsa da dünyanın gidişatı ve bölgemizde cereyan eden hadiselerin seyri dikkate alındığında, meselelerde vazıh bir görünüm aramak, sarahat kazandıran nazarlar atfedebilmek ve taşları yerli yerine oturtmak sanırım tarihin hiçbir devrinde bu kertesinde olduğu kadar müşkül olmamıştır.
2010 yılı başlarında bir el tarafından, “Arap Baharı” olarak pazarlaması yapılan ve aradan geçen zaman zarfında bölgemizdeki ülkelerin birer birer istikrasızlığın kucağına yuvarlandığı hadiselerin fitili ateşlendi. Tunus’ta, “yolsuzluklara isyan” gibi makul bir gerekçeye istinat ettirilerek tetiklenen hadiseler Libya, Mısır, Yemen, Suriye başta olmak üzere birçok bölge ülkesinde sert dalgalanmalara sebep oldu. Nihayetinde Libya, Suriye, Yemen fiilen parçalanmış durumdadır. Bu süreçle beraber ayrıca Mısır’da yaşananları, Müslüman Kardeşler hareketinin başına gelenleri ve ülkenin bugünkü ahvalini bilmeyen yoktur sanırım.
Aslında, “Arap Baharı” diye tesmiye edilen serüven, ABD eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın 2003 Ağustosunda yazdığı makalede ifham ettirdiği Orta Doğu’daki 22 ülkenin dönüştürülmesi iradesi doğrultusunda yaşanmıştır/yaşanmaktadır.
Merhum Başbakan Erbakan Hoca’nın danışmanlarından Prof. Dr. Mete Gündoğan Hoca o günlerde çeşitli makale ve konferanslarında “Arap Baharı” denilen süreci, “Arap Zembereği” olarak tanımlıyordu. Zemberek boşaltılmış hadiseler bir anda baş döndürücü bir hâl almıştı. Bölgemizdeki diktatörler devrilecek ve halklar kendi kaderini tayin hakkı elde edecekti(!)
Suriye ile aramızda, müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapmaya kadar varan iyi ilişkiler yön değiştirmiş ve akabinde Suriye’nin tarumar olacağı, milyonlarca göçmenin ülkemiz sathına yayılacağı ve yüz binlerce insanın canından, malından yurdundan olmasına sebep olacak hadiseler, domino taşlarının devrilmesi misali, birbiri ardına sökün edecekti.
O günlerde, ülkemizdeki iktidar çevrelerinin takındığı tavır, Özal’ın, 1991’deki ABD ve müttefiklerinin I. körfez harekâtı öncesinde “bir koyup üç almak” ifadesi ile simgeleşen bir hâl alıyordu. Şimdiki motivasyon da, o günün ekonomik motivasyonuna ek olarak gündeme getirilen Musul ve Kerkük’ün iltihakına mukabil, “Emevi Camii’nde cuma namazı kılmak” retoriğinde simgeleşiyordu. İktidarın bizzat değilse bile iktidar çevrelerinin söylemleri hayalde sınır tanımıyordu: Zaten oraları dün bizim vilayetlerimizdi, şimdi neden yeniden bizim olmasındı?
Ekseriyet “çocuklar gibi şen”di, Suriye’ye de bahar geliyordu. Diktatörün devrilmesi an meselesiydi. Halen Cumhurbaşkanı danışmanı olan Yiğit Bulut 2011 yılında TRT ekranında, “Eset” bu gece sabaha ya çıkar ya çıkmaz, kabilinden nutuklar veriyordu.
Fazla teferruata gitmeyeyim. Baharın nasıl bir karakış ve on dört yılda yaşanan acıların nasıl belleğimizde silinmez izler olarak kazındığını hepiniz biliyorsunuz. Tabiri amiyane ile ipini koparan soluğu Suriye’de alıyor, erken kalkan örgüt kurup “devlet” iddia ediyor. Bin parçalı muhalefet yönetimi ele geçirmek, Suriye rejimi ise yıkılmamak için her türlü şenaati irtikâp ediyordu.
Batılıların bölgeye demokrasi ve refah getirecekleri vaadine kanıp bu işlerin fitilini ateşleyenler, bu ateşe odun taşıyanlar yarın indi İlahide, sebep oldukları acıların hesabını nasıl verecekler bilemiyorum? Ülkemizdeki klavye mücahitlerinin, fetih rüyasının pembe sisi içerisinde Cuma namazı kılmayı vehmettikleri Emeviye Cami, yaşanan hercümerçte tarumar olmuştu.
Başından beri ülkemizin Suriye politikasının fevkalade yanlış olduğunu ifade ettim. Suriye’de rejim değiştirme hareketinin altında Suriye’nin parçalanması ve Irak’ın kuzeyinde, vaktiyle ülkemizin himayesinde kurdurulan fiili Kürt devletinin Suriye’nin kuzeyinde de oluşturularak Doğu Akdeniz’e uzanan bir koridora dönüştürüleceğini ve devamında ülkemizin parçalanmasının gündeme alınacağını makul her akıl görmekte idi. Nitekim İktidar geç de olsa bu noktaya geldi. Kuzey Suriye’deki terör yapılanmasına müdahale için çok yerinde olarak operasyonlara girişip oluşturulmak istenen koridoru akamete uğrattı.
Hükümetin meselenin çözümü için Suriye rejimi ile temasa geçmesi ve Esad’a bizzat Cumhurbaşkanımız tarafından görüşme çağrısı yapılması fevkalade doğru bir yaklaşımdı. Zira ülkemizin güvenliği Suriye’nin toprak bütünlüğü ve egemen bir devletin varlığından geçiyordu. Ancak anlaşıldığı kadarıyla Suriye yönetimi bu çağrılar karşısında ayak sürüdü.
Geçtiğimiz ay İsrail ile Lübnan/Hizbullah arasında ateşkese varıldı. Lübnan cephesinin pahalı olduğunu yaşayarak gören İsrail, ABD’yi devreye sokarak ateşkes imzalamaya mecbur kaldı. Ancak hemen ardından Suriye sahası hareketlendi. Suriye muhalefeti harekete geçerek Halep’i, İdlib’in Suriye rejiminin kontrolünde olan bölgesi ile beraber başka bölgeleri de ele geçirerek Hama’ya yöneldiği, hatta Şam’a yöneleceği haberlere konu olmaktadır.
Halep’i ele geçiren örgütün HTŞ (Heyeti Tahrir El Şam) adıyla birleşen ve Türkiye’nin de 2018 yılında Terör örgütü listesine aldığı, örgütler yapılanması olduğu anlaşılıyor. Malum olduğu üzere Suriye sahasında çarpışan örgütler, bölge üzerinde hesabı olan devletler adına çarpışan vekil yapılardır. Aslında orada çeşitli isimler, motivasyonlar ve retoriklerle çarpışanlar kendilerini koruyan, kollayan, finanse edip lojistik sağlayanlar hesabına çarpışıyorlar. Belki bunlardan bazıları kime vekâlet ettiklerini bile bilmiyor.
Burada, ülkemiz idarecilerinin, meselelere derinlemesine vukufiyetle ülkemiz ve bölgemizin selameti neyi gerektiriyorsa kararlılıkla onu yapması ve küresel egemenlerin sinsi planlarına karşı agâh olması gerekmektedir. Ülkemiz ve bölgemizin selameti bu toprakların sakinlerinin kavgasından değil sulhünden ve işbirliğinden geçiyor. O yüzden bu topraklarda, Sünni-Şii ihtilafı başta olmak üzere her türlü etnik ve mezhebi ihtilaflar üzerinden retorik üreterek hadiseleri körükleyenler, hangi taraftan olursa olsun, ya ahmak ya da alçaktırlar.
Biraz evvel bir Whatsap gurubunda Şafak Gazetesi yazarı Aydın Ünal’ın “Halep’in Fethine Üzülenler Tam Liste” başlıklı yazısı paylaşıldı. Dehşete kapıldım doğrusu.
Genelde “Arap Baharı” süreci, özelde ise Suriye meselesi bağlamında, başta zannedilenler/beklenenler ile ülke/bölge olarak başımıza gelenleri düşününce, “İnsan bu toz duman içerisinde, bunca yaşananlara rağmen, nasıl bu kadar rahat hüküm kurar ve yaşanan el değişimini fetih olarak tanımlar?” diye dehşetle karışık bir hayrete kapılmaz da ne yaparsınız?
Kim kimin vekilidir, kime hangi rol biçilmiş ve hangi iş ihale edilmiştir. HTŞ kimdir? PKK’yı hem terör örgütü olarak tanımlayıp hem her türlü desteği vermekten imtina etmeyen batılı devletler, ABD ve İsrail’in bu örgüt ile benzeri bir münasebeti var mıdır? Kimin ipi kimin elindedir? Bu puslu atmosferde bunları bütün sarahatiyle görebilmek ve böylesine iyimser/cesur hükümler kurmak olsa olsa cahillerin mesleği olabilir?
Sorgulayan, “Acaba?” diyen, peşin hükümlerden kaçınan herkesi aynı sepete koyup kuyuya yuvarlamak nedir yahu? Fethullah Gülen’in şer şebekesi konusunda kırk yıllık yanılgılarla malul olan bir kesimin bu kadar kolayca “Halep fetholundu!” diye yana döne sevinmesi olsa olsa bir hezeyan hali olabilir ancak? Meseleler Yahya Kemal’in “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik” dediği devirlerdeki gibi yalın, sade, anlaşılır değil ne yazık ki. Ama birileri hala çocukluğu elden bırakmıyor.
Söylenecek çok şey var. Ancak şu kadarıyla iktifa edeyim. Suriye iç savaşının başladığı yıllarda bir gazeteci ABD’li bir yetkiliye şu suali tevcih ediyordu: Suriye’de kim kazanırsa siz kazanmış olacaksınız? ABD’li yetkilinin verdiği cevap bütün yaşananları özetliyordu: Bütün taraflar kaybettiğinde…
Halep orada ise arşın burada!
Vesselam!
ŞABAN ÇETİN
MİRATHABER.COM -YOUTUBE-
YAZARIN DİĞER YAZILARINA ULAŞMAK İÇİN BURAYA TIKLAYINIZ