islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3674
EURO
34,9625
ALTIN
2.325,24
BIST
9.079,97
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
23°C
İstanbul
23°C
Az Bulutlu
Cumartesi Az Bulutlu
22°C
Pazar Az Bulutlu
22°C
Pazartesi Az Bulutlu
24°C
Salı Az Bulutlu
18°C

İNSANA SÛFÎ BİR BAKIŞ: NECMEDDİN DÂYE ÖRNEĞİ

İNSANA SÛFÎ BİR BAKIŞ: NECMEDDİN DÂYE ÖRNEĞİ

Tarih boyunca düşünürler ve bilim adamları, “insan” ı tanıma ve tanımlama gayreti içinde olmuşlardır. Nitekim kimine göre insan, “hayvan-ı nâtık / konuşan canlı”; kimine göre “düşünen canlı”; kimine göre “eşref-i mahlukat/yaratılmışların en şereflisi”; kimine göre “ “homo ekonomikus/ ekonomik insan”; kimine göre göre de “ yeryüzünde Allah’ın halifesi”dir.  Kimi bilim insanına göre insan, bilen, alet yapan ve kullanan; kimine göre isyan eden ve söz verebilen bir varlıktır Dilbilimcilere göre ise insan, “kaynaşan, alışan, uyum sağlayan ya da unutan” bir canlıdır. Kısaca söyleyecek olursak Alexis Carrel’in dediği gibi  “İnsan bu meçhul” dür.  Neticede insanoğlu kendini böyle anlıyor ve böyle tanımlıyor.  Kur’an’da ise insanın bir  bütün olarak   ele alındığı, olumlu ve olumsuz yönleriyle tanıtıldığı  görülüyor.  Ne var ki  Kur’an’ın bu bütüncül  yaklaşımına rağmen,  bazı  ekollerin  parçacı   bir yaklaşımda insanı anlamaya çalıştıkları da  biliniyor.  Nitekim bunlar arasında Necmeddin Dâye (ö. 654/1256)’nin “Menârâtü’s-Sâʾirîn” adlı eserinde insana  bakış açısını  yansıtan  sûfî düşüncenin  ayrı bir yeri bulunuyor. [1]

Bu  eserinde  Dâye, insanı  ruh ve maddeden müteşekkil bir varlık olarak ele alır ve ruhu yönüyle  onun alem-i kebîr/büyük alem olduğunu söyler.  Ona göre ruh, âlemin menşeidir. İnsan, ise varlığı itibariyle alem-i suğra / küçük âlemdir. Varlık âlemine nispetle kendisi küçüktür,  fakat varlığı ve özü itibariyle gerçek âlemin de bir nüshasıdır. Zira âlemde bulunan her şey, insanda mevcuttur.  Bu anlayışını da o, Hz. Âdem’in yaradılışını anlatan “İnnî  hâlikun beşeran/Bir beşer yaratacağım”[2] âyetine dayandırır. Böylece yaratan-yaratılan ilişkisine (ontolojik ilişkiye) dikkat çekmek ister.

Kâinatın yaradılış amacını ve hikmetini de bu âyete dayandıran Dâye, bunun gerekçesini  “insanın feyz-i ilâhîyi almaya müsait tek varlık” oluşuna bağlar. Ona göre insanın, feyz-i ilâhîyi almaya müsait tek yarlık oluşu demek, cüz’î irâdeye ve buna bağlı olarak da sorumluluğa sahip bir varlık oluşu demektir. Bu sebeple insan, marifet için yaratılmıştır. Dâye’yi bu sonuca götüren şey ise, hadis diye nakledilen “Bilinmeyi sevdim ve bilinmek için varlık âlemini yarattım” sözünün içeriğidir. Dâye’ye göre Hz. Adem, sembol kişidir. Allah insanın /Hz. Adem’in vücudunu yaratıp tesviye ettikten sonra, ona ruhundan nefhetmiştir. Böylece insan/ Hz. Âdem, feyz-i ilâhîyi almaya müsait bir yapıya kavuşmuştur. O’nun feyz-i ilâhîyi almaya müsait oluşu, Yaratıcının kendisine ruhundan  nefhetmesi sebebiyledir. İnsan bu sebeple sorumlu bir varlık olmuştur. Çünkü sorumluluk, çok yüce bir mertebedir ve insan bu yüce mertebeye ancak “hilâfet” sırrıyla erişmiştir. Zira Allah Teâlâ Kurân’da “Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım”[3] buyurarak insanoğlunun yeryüzündeki görevinin halifelik olduğunu açıkça beyan etmiş ve hilâfetin ancak insana özgü bir makam olduğunu açıklamıştır. Hilâfete seçilen varlık/insan, hem göğe/ulvî âleme hem de yeryüzüne ait bir yarlıktır. Buna mukabil melekler, sadece ulvî âleme, hayvanlar ise sadece yeryüzüne ait varlıklardır. Cenab-ı Hak, “Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım’’ diyerek, bu hususu meleklere anlatmak istemiştir.

Daye’ye göre insanın halîfeliği iki yönlüdür: Bunlardan birincisi, insanın bütün varlık âlemini temsil etmiş olmasıdır. Oysa varlıkların bütünü bile, insanı asla temsil edemez. Çünkü Allah, ruhanî ve cismanî âlemlerin tamamında bulunan her şeyi insanda toplamıştır. Bu nedenle insan, bütün varlıkların temsilcisidir. Çünkü Allah, Ona ruhundan nefyetmek suretiyle, onu seçkin kılmış ve onu yüceltmiştir; Buna işaret eden ayette “Onu tesviye edip ruhumdan nefyettiğimde hemen ona secde edin”[4] denilmektedir: Bilindiği gibi bu hitap cin ve meleklere olmuştur. Melekler emre uyup Hz. Adem’e secde ettiği halde İblis secde etmemiştir. Bu emri ile Allah insana iltifat etmiş ve bu âlemde bulunan hiçbir yarlığı böylesine yüceltmemiştir. Bir başka âyette de “And olsun ki biz insanoğlunu şerefli kıldık”[5] denilmektedir. Bundan dolayıdır ki insandan başka hiç bir varlık, Hakkın temsilcisi/ halîfesi olamaz.

Halifeliğin ikinci yönü ise, insanın aynı zamanda hem sûreten, hem de manen Allah’ın halifesi olmasıdır. İnsanın sûreten Allah’ın hâlifesi olmasının anlamı, görünen vücudunun, Cenab-ı Hakk’ın varlığını temsil etmesi demektir. Bir binanın varlığı, nasıl mimarının varlığına işaret ediyorsa, insan vücûdu da, tıpkı onun gibi kendisini var edene delâlet eder. Buna göre, insanın tekliği, Hakk’in birliğine; onun varlığı, Hakk’ın varlığına, onun sıfatları Hakk’ın sıfatlarına işaret eder ve O’nu temsil eder. Nitekim insanın canlılığı, Allah’ın hay oluşunu, onun kudreti, Allah’ın kudretini; onun irâdesi Allah’ın irâdesini; onun konuşması Allah’ın konuşmasını; onun bilmesi Allah’ın bilmesini; ruhunun mekansız oluşu, Allah’ın da lamekân oluşunu ve ruhunun cisim olmayışı Allah’ın cisim olmayışını temsil eder. Her ne kadar bazı varlıklarda bu sıfatların bir kısmı var ise de, insanda olduğu gibi hiçbir varlıkta Allah’ın sıfatları toplanmış değildir. Ayrıca Allah’ın sıfatlarından herhangi biri insanın kâlp aynasına tecellî ettiği gibi, hiç bir varlığa da tecellî etmemiştir.

İnsanın manen Allah’ın temsilcisi olmasının anlamı ise, varlık âleminde Allah’ın ateşiyle ışık saçan ve Allah’ın nur sıfatını açığa çıkartan insan lâmbasından başka bir lâmbanın bulunmaması demektir. Zira Allah’ın nurunun feyzini almaya sâdece insan yeteneklidir. Başka hiçbir varlıkta böyle bir yetenek mevcut değildir.

Bu açıklamalardan anlıyoruz ki insan, iradeli ve buna bağlı olarak sorumlu tek varlıktır. Rum sûresinin 30. âyetinde ifâdesini bulan “fıtrat dini”ne sahip olan tek varlık. Bu varlık, bu yeteneği ile münzel dini de kabul edilecek bir yapıya sahip demektir. Dâye’ye göre bu yapıya melekler bile sahip değildir.

İnsanın, varlık katmanları içinde bizatihi insan olarak bir değer olduğunu, buna da yeteneği ve bilgisi sayesinde ulaştığını düşünen Dâye, insan türünü de kendi arasında derecelendirir. Bu derecelenmeyi de, insanın doğuştan sahip olduğu yetilerini kullanıp kullanmamasına, şayet yetilerini kullanıyorsa, bunu iyiye ya da kötüye kullanıp kullanmamasına göre yapar. Onun bu derecelendirmedeki dini dayanağı “Sizi yeryüzünde halifeler kılan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün yapan O’dur”[6] ayetidir.

Ona göre insanın derecelenmesine etki eden iki fıtrî yapısı mevcuttur. Bunlardan birisi onun varlık alemine, diğeri ise melekut alemine olan aidiyetidir. İnsanın varlık âlemine olan aidiyeti ve bu aidiyetin zahirde görüneni onun organlarıdır. Bunlar ise uzuvlar ve beş duyudur. İnsanın melekût âlemine olan aidiyeti ise, onda var olan akıl, ruh ve ruha ait diğer yetileridir. İnsanlar, bu iki ana yetisini kullanıp-kullanmama veya iyiye kullanıp-kullanmama durumuna göre birbirinden farklı tavırlar ve eylemler içinde olurlar. insanların bu yetilerini kullanması ise üç şekilde tezahür eder. Derecelenme de bu tezahür şekillerine göre oluşur.

Birinci kategoride olan insanlar, sadece vücuduna ait yetilerini kullananlardır. Bunlar da iki gruba ayrılırlar.

Birinci gruptakiler, vücuduna ait yetilerini, kendisini halife tayin edenin emir ve yasaklarına uygun olarak kullananlar; ikinci gruptakiler ise, kendisini halife tayin edenin emir ve yasaklarına göre değil de, iç güdülerine, ve nefsî arzularına göre kullananlardır. Daye, vücuduna ait yetilerini kendisini halife tayin edenin emir ve yasaklarına uygun olarak kullananların halifeliğine ziraat yapıp üretimde ve infakta bulunmayı örnek olarak gösterir. Ona göre bu grupta yer alan insanların, gayretleri ödüllendirilecek ve çabaları karşılık bulacaktır. Vücuduna ait yetilerini kendisini halife tayin edenin emir ve yasaklarına göre değil de, iç güdülerine ve nefsî arzularına göre kullananların nasipleri ise sadece hüsrandır. Bunlar hayvan gibidirler, hatta ondan da aşağıdırlar.

İkinci kategoride yer alan insanlar ise, vücuduna ait yetilerin tamamını ve kısmen de ruhsal yetilerini kullananlardır. Bunlarda iki gruba ayrılırlar:

Bunlardan birinci grupta yer alanlar, tanımı yapılan yetilerini, kendisini halife tayin edenin emir ve yasaklarına uygun olarak kullananlardır. Ancak bunlar, birinci kategoride zikredilen özelliklere ilâve olarak aklını da kullananlar; yeri, göğü düşünenler ve tefekkür edenlerdir. Bu insanlar, inananların seçkinleridir. Allah’ın varlığını ve bunun delillerini, kendi varlığında veya kendisinin dışındaki varlıklarda müşahede edebilenler ve müşâhedeleriyle Hakk’a yaklaşanlardır. Bu insanlardan bir kısmı, kalp tasfiyesi ve nefis tezkiyesinden sonra, kalplerini de kullanırlar ve böylece hakikatleri keşfederek Hakk’a olan yakınlıklarını daha da arttırırlar.

Bunlardan ikinci grupta yer alanlar, tanımı yapılan yetilerini, hayırda değil de şerde kullanarak kendisini halife tayin edenin emir ve yasaklarına aykırı hareket edenlerdir. Bunlar vehimle kuşatılmış akıllarını, hayırda değil de şerde kullananlardır.

Üçüncü kategoride olan insanlar ise, bütün bedensel ve ruhsal yetilerini, kendisini halife tayin edenin emir ve yasaklarına uygun olarak kullananlardır. Bunlar, nebiler ve velilerdir. Bu mertebe, hilafetin en üst mertebesidir. Bu sebeple Allah Hz. Âdem’i, hilâfetle meleklere üstün kılmıştır. Hz. Adem’in meleklere üstünlüğü, isimlerin bilgisini tümüyle öğrenmesine yönelik hizmetinden dolayıdır.

Oysa meleklerin, melekî yetilerinin dışında eşyayı algılayacak başka yetileri yoktur. Allah meleklere, “Şunların ismini söyleyin eğer doğru sözlü iseniz”[7]dediğinde onlar, Allah’ı takdis ederek, acizliklerini itiraf etmişler ve Hz. Âdem’in halifeliğini kabul etmişlerdir. Böylece Allah Teâlâ, Hz. Âdem’in üstünlüğünü bilgiye dayandırmış ve bilenlerin bilmeyenlere olan üstünlüğünü açıkça ortaya koymuştur. Tıpkı, inanmayanların bir benzerini ortaya koyamamalarından ötürü  Kur’ân’ın, Hz. Peygamber’in peygamberliğine kesin bir kanıt oluşu gibi, Hz. Adem’e isimleri öğretmesi ve meleklerin de bu bilgiye eş bir bilgi ortaya koyamaması da Hz. Adem’in halifeliğinin ve meleklerden üstün oluşunun bir kanıtıdır. Bu durum aynı zamanda onun halifeliğe yetenekli oluşunun da bir kanıtıdır.

Hz. Adem’in bu konumu, Allah’ın ona kendi isim ve sıfatlarını öğretmesi ve celâl ve cemal sıfatlarının tecellisine uygun bir ayna kılması sebebiyledir. Böylece Allah, Âdem’e, kendi ahlakıyla ahlaklanmasını, kendi sıfatlarıyla vasıflanmasını da öğretmiştir. İşte gerçek halifeliğin sırrı da budur.

Dâye’ye göre  insan, tıpkı ayna gibidir, dolayısıyla Allah’ın sıfatlarından her biri  kuluna tecellî eder. Meselâ kul, Allah’a yaklaştığında lütfu, uzaklaştığında ise kahrı tecellî eder. Kul, kötü huylarından arınıp da Allah’a yaklaştığında, Allah ona affedicilikle tecellî eder. Böylece bu sıfat kulda da ortaya çıkar ve kul yeryüzünde affedicilikte Allah’ın halifesi olur. Şayet kul, zulüm niteliğinden nefsini arındırarak Allah’a yaklaşırsa, Allah da ona adl sıfatıyla tecellî eder, dolayısıyla o kulda adalet ortaya çıkar ve yeryüzünde adaletle hükmetmede Allah’ın halifesi /temsilcisi olur.   Kısaca insanın bütün sıfatları da bu örneklerde olduğu gibidir.

Bu düşünceye  karşılık Kur’an’da  konumu itibariyle  insanın, Allah karşısında “kul”, görevinin de “kulluk” olduğu;  yer yüzüne karşı  konumunun  “halife”, görevinin ise  “halifelik” olduğu ifade  edilmektedir.  Dolayısıyla insan, Allah’ın  halifesi değil, yeryüzünü  imar etmek,  hizmetinde kullanmak ve yönetmekle  görevlendirdiği  kuludur. Bu da ibadetler gibi  kulluğa  dahildir. Nitekim  şu ayetlerde  bu açıkça  ifade edilmektedir:

“O Allah sizi yeryüzünün halifeleri, ona sahip çıkacak, onu imar edecek mirasçıları kılmış ve bazınıza , diğerlerine göre  bir takım üstünlükler  vermiştir; verdiği bütün nimetler sizi sınamak içindir.”[8]

 “Ve yine hatırlayın, Allah  Âd kavminden sonra onların yerine sizi geçirmiş/ halifeler kılmış ve o bölgeye yerleştirmiştir. Siz o bölgenin ovalarında köşkler inşa ediyor, dağları oyarak evler yapıyorsunuz. Öyleyse Allah’ın verdiği bu nimetleri  düşünün, yeryüzünde  asla  bozgunculuk yapmayın.”[9]

Prof. Dr. Celal Kırca

[1] Ebû Bekr Necmüddîn-i Dâye Abdullah b. Muhammed b. Şâhâver el-Esedî er-Râzî ,Menârâtü’s-Sâʾirîn ve Maḳāmâtü’ṭ-Tâʾirîn. Tahkik, Said Abdülfettah, Kahire 1999, s.231-245.

[2] Hicr, 15/28.

[3] Bakara, 2/30 .

[4] Hicr, 15/29.

[5] İsra, 17/70.

[6] En’am, 6/165.

[7] Bakara, 2/31.

[8] En’am,6/165.

[9] A’Raf,7/74

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar
  1. Ali ekşi dedi ki:

    Kıymetli bilgileriniz ve yorumlarınız için teşekkür ederim hocam.Allah in insana ruhundan uflemesini nasıl anlamalıyız..birde tasavvufçularin bu görüşler ışığında vahdeti vucud görüşüne nasıl bakmalıyız. Hürmet ederim