islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3654
EURO
34,9610
ALTIN
2.325,42
BIST
9.079,97
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
23°C
İstanbul
23°C
Az Bulutlu
Cumartesi Az Bulutlu
22°C
Pazar Az Bulutlu
22°C
Pazartesi Az Bulutlu
24°C
Salı Az Bulutlu
18°C

    NERELERE SAVRULUYORUZ?

    NERELERE SAVRULUYORUZ?

Sosyal hayatımızı bir aysberge benzetecek olursak,  bu buz dağının  görünen kısmında,  kadın ve  töre cinayetleri, aldatmalar, hileli satışlar, adam kayırmalar, gençler arasında da gittikçe yaygınlaşmakta olan madde bağımlılığı vs. gibi daha pek çok  olumsuz örneklerin bulunduğunu;  içki, kumar, zina gibi maddî;   kibir, iftira,  israf, yalan, gıybet gibi psikolojik  haramların işlendiğini ve  gittikçe de yaygınlaştığını görürüz. Fakat aysbergin görünmeyen kısmındaki ahlakî çöküşün ve çürümenin   toplumun kılcal damarlarına kadar   girdiğini ve  yaşanan  bu tür olumsuzluklara da zemin  hazırladığını  nedense  pek fazla   önemsemeyiz. Bu durumun,   alenen yaşanan  ve  görülen kötülüklere ve olumsuzluklara bakarak  çok da önemli olmadığı  söylenebilir; ancak şunu unutmamak gerekir ki  her  ciddî sorun, ilk adımla başlar ve gittikçe de büyür.   Ne var ki sorunların büyümeden önlenesi gerektiğini çoğu kişi bilir, fakat bu bilgiyi  bilinç haline  dönüştüremediği  için  de uygulamaya bir türlü koyamaz.

Bu tür  uygulamaya tıp dilinde “koruyucu hekimlik” deniliyor ve insanın hasta olmamasını amaçlıyor. Tıpkı  sağlıktaki  koruyucu hekimlik gibi,  sosyal hayatta da  insanın  ahlaken yozlaşmasını ve çürümesini önleyecek koruyucu ilkelere ve kurallara  ihtiyaç  bulunuyor. Bu koruyucu ilkeler, Kur’an’da   “takva” olarak açıklıyor; Mecelle’de ise “Def’i mefâsid,  celb-i menâfiden evlâdır”  sözüyle  ifade ediliyor.  Dolayısıyla su yüzüne çıkmadığı için küçük  görülen, bu nedenle de  üzerinde fazla durulmayan toplumdaki bu ahlakî çürümeyi,  yansıtan  birkaç örnekle açıklamak gerekiyor.

Bir  adam, komşusundan  bir miktar ödünç para alır. Parayı alırken de ödeyeceği zamanı söyler. Söylediği zaman gelir ve geçer, ama o adam  aldığı parayı ödemez.  Ödünç veren kimse de “ Galiba  tedarik edemedi” diye düşünür,  ona kendince   bir süre tanır ve verdiği parayı hemen istemez.   Düşündüğü sürenin üzerinden aylar değil,  yıllar geçer, fakat adamdan  hala ses seda yoktur. Ödünç veren adam, bir gün ödünç verdiği parayı ister, fakat o adam  hiç oralı olmaz.   Gayet pişkin  bir  eda ile  “ Buna mı kaldın?!”  der.

Annesi vefat etmiş olan  biri,  eşi ile birlikte evinde  yalnız yaşayan babasını ziyarete gelir.  Baba, oğlu ve gelininin  ani gelişinden  memnun olsa da, bir tedirginlik hisseder.  Zira  evin içi karışıktır ve  tozludur.  Bu nedenle  eve çeki düzen vermek ister ve elektrik süpürgesiyle  toz almaya da  oturma odasından  başlar.  O sırada komşusu, kapının  zilini  çalar.  Adamın oğlu   kapıyı açar ve  gelen komşuyu içeri alır. İçeri giren komşu, temizlik yapıldığı için  açık olan   kapılardan gelinin misafir odasında  oturduğunu, kayınpederinin ise  elektrik süpürgesiyle toz aldığını görür.

Yaşlı bir adam, bankaya gider ve sıranın kendine gelmesini bekler. Sıra kendine geldiğinde, banka memuresinin sol eliyle  işlem yaptığını görür.  Bundan hoşlanmaz,  bu nedenle o memureye, “ Kızım,  sol elini niye  kullanıyorsun?  Sağ elini kullansana!”  der. Oda “Hacı amca! Biraz sonra sağ elimle senin faiz paranı vereceğim” der.

Henüz  bir aylık evli doktor, eşinden boşanarak baba evine gelir. Babası lojmanda kalmaktadır.  Lojman sakinlerinden biri, ona neden boşandığını sorar. O da  “Doğacak çocuğumuz erkek olursa babamın, kız olursa annemin adını vereceğimi eşime söyledim, o da itiraz etti ve bana  kendi anne-basının adının  verilmesi  gerektiğini  söyledi. Anlaşamadık, boşandık” diye cevap verir.  Bunu duyan bir başka komşu,  diğer  komşusuna  bu konuşmayı anlatır ve “  Bu nasıl olur, böyle şey olur mu? “ deme ihtiyacı hisseder.  O komşu da “ İnan! inan! benim torun doğduğunda, gelinim  babasının adını, oğlum da  benim adımı vermek istedi. Bir türlü anlaşamadılar. Ben de onlara  ‘Ben adımın verilmesini istemiyorum, istediğiniz adı verin’ dedim, böylece kavganın büyümesini , daha da açıkçası boşanmalarını önledim”  der.

İlahiyatta okuyan evli  ve  Diyanette görevli bir öğrenci, hocasına gelerek “ Hocam ! benim babam bize gelemez mi? Eşimle bir evde  bulunamaz mı?  diye sorar. Hocası da “ Niye soruyorsun?”  der.  Öğrenci, “Ben  okulda iken babam eve telefon etmiş, “Kızım sizi özledim, yanınıza geleceğim ve birkaç gün kalacağım” demiş. Eşim de bunun üzerine  “Baban bize gelecekmiş, babanla benim aynı evde olmam doğru olmadığı için annemlere gidiyorum” yazılı  bir  not bırakmış. “Bu doğru mu, babam  bizde kalmaz mı?  “der. Hocası da ona “ Sen o yazıyı  doğru okumamışsın. O kağıtta, ben babanla birlikte  olmak istemiyorum,  baban bize gelmesin, şayet gelirse  ben  bu evden giderim, ya baban ya ben yazıyor” diye cevap vermiş.  Öğrencisi “ Öyle yazmıyor hocam” dese de, hocası “ Evet öyle yazıyor” diyerek sözünde  ısrar etmiş.  Yaklaşık  bir ay sonra o öğrenci hocasına gelerek “ Hocam  eşimin sizin söylediğiniz gibi   düşündüğünü  nasıl  anlasınız? Eşimin baba evine gittiğimde bana aynen sizin söylediklerinizi söyledi” der.

Bir  hoca, öğrencisini kopya çekerken yakalar ve gereken işlemleri de yapar.  İmtihandan sonra o öğrenci, bir arkadaşıyla   hocasının yanına  gelir.   Yaptığı işin suç olduğunu  söyleyip  özür dileyeceği yerde “ Hocam biz  kopya çekmedik, yardımlaştık. Allah Kur’an’da  yardımlaşınız  demiyor mu? “ dediğinde  hoca  adeta şoke olur. Kendini toplar ve öğrencisine, “ Dini ne kadar da yanlış anlamışsın! ‘ Allah iyilikte yardımlaşın, kötülükte yardımlaşmayın’ buyuruyor.  Sen iyilikte değil, kötülükte yardımlaşıyorsun. Zira kopya iyilik değil, kötülük.  Emek vermeden, hak etmeden kazanmak istiyorsun” der.

Pandemi döneminde yaşananlar ise daha da kötüdür. Şu itiraflar da bunu gözler önüne seriyor.  Fizik Öğretmeni A.Ö: “Sınavlar, salgında online yapıldı. Mahalle, eş dost ve akraba baskısı oldu. Sınavdan önce İngilizce, matematik, edebiyat, fizik, kimya gibi temel derslerin branş öğretmenleri önceden ayarlandı. Farklı bilgisayarlardan, öğrencilerin yerine sınava girip, soruları çözdük. Bedavadan diploma aldılar. Çok utanıyorum.”

İngilizce Öğretmeni B.C: “En çok talep İngilizce’ye geldi. Öğrencilerin yerine sınava girdim. Sınav için 1 hafta süre verilip, online yapılması etkiledi. Çözülen sorular ve cevaplar internetten yayıldı. Çok sayıda öğretmen sınava girdi. Tek kelime İngilizce bilmeyenler, sınıf geçti. Vicdan azabı çekiyorum. ”

Matematik Öğretmeni A.K: “Öğrenciler, açık öğretim sınavların artık hep çevrimiçi yapılmasını bekliyor. Benim gibi birçok öğretmen, bu sahtekarlığa karıştı. Alın teriyle sınavı geçen öğrencilere, bu haksızlığı yapmamalıydık. Soru bile görmeden, okul bitirdiler. MEB, çevrimiçi sınav yapmasın.”

Bu olumsuz örnekler, toplumun  genelini kapsamıyor olsa da gittikçe yaygınlaşma istidadı gösteriyor.  Bu ve benzeri davranışların, dinî anlayışımız, geleneğimiz ve kültürümüzle uzaktan ve yakından bir  ilişkisinin  bulunmadığı biliniyor. Nasıl oldu da böyle bir duruma düştük veya düşürüldük?  Gelenekten kopuk bu tür   davranışların sorumlusu kim?   Diye  sormaya gerek yok. Zira  bunun tek  sorumlusu yok, nitekim  başta aile olmak üzere yetersiz eğitim ve kapitalist sistem, söz konusu  sorumlular arasında en dikkat çekenleri olarak görülüyor.

Sanayi devrimi ile birlikte oluşan ve gelişen bilim ve teknoloji medeniyetinin, zamanla endüstriyel ve finansal kapitalizme dönüşmesi ve dünyada yeni güç odağı haline gelmesi, sadece İslam âleminin değil, insanlığın da topyekûn travmasına sebep  olduğu biliniyor. Öyle ki Batının asimilasyon ve eliminasyon yöntemleriyle kitleleri sömürmeye başlayan bu gücüne, finansal kapitalizmin gücü de eklenince, bu gücün daha da acımasız olduğu; “öznel” dünyamızı da yönetir hale geldiği, bunu da algı operasyonları yaparak başardığı, dolayısıyla bu  ekonomik  ve sosyal güç karşısında toplumların çaresiz kaldığı ve   bu konuda henüz sadra şifa  olacak  bir çözümün bulunmadığı  da  görülüyor.

Buna ilaveten ailelerin, çocuklarıyla  hayatı paylaşma yerine  refahı paylaşmış olmaları da ciddî bir sorun  oluşturuyor.   Zira  aileler,   “Biz çile çektik evladımız çile çekmesin” düşüncesiyle  sadece refahı paylaştıkları için, farkına varmadan çocuklarının “hedonist, konformatist  ve  egoist”  olarak  yetişmelerine  zemin hazırlıyor.  Bu nedenle yeni nesil,  hayatı acısıyla tatlısıyla, varlığı ile yokluğu ile  yaşamıyor,  sadece  refahı  ve konforu  yaşıyor; özgürlük ve özgüven adına  sınırsız  bir hürriyeti arzuluyor, fakat  kuralsız, ilkesiz ve sınırsız bir özgürlüğün olmadığını/olamayacağını da bilmiyor, ya da bilmek istemiyor.  Bu da onları daha çok yeme, içme; zengin olma, hava atma, eğlenme, tüketme, marka giyme gibi bir hayat anlayışına yönlendiriyor,  dolayısıyla  da tüketim ekonomisine dayalı bir hayat anlayışı, onlara  daha cazip geliyor.  Ne var ki bu durum,  gençlerde  sorumluluk bilincinin gelişmesine   katkı yapmıyor olsa da,   hayatı sorgulamalarına  engel olmuyor,  bilakis  onları   buna teşvik ediyor. Bu nedenle gençler, dinî kurallar ve yorumları da dahil  her şeyi sorguluyor, yaptıkları ve yapacakları  şeylerin  nedenlerini ve niçinlerini öğrenmek istiyor.

Sorguladıklarından  yeterli ve ikna edici cevaplar alamayınca da gençlerden önemli bir kesim, dinî kuralları ve  gelenekleri,  tercih ettikleri hayat tarzlarına ve  hazlarına  engel olarak görüyor, dolayısıyla dinden ve gelenekten  uzaklaşmayı  tercih ederek, ateist ve  deist fikirlere  daha yatkın hale geliyor. Aile bu konuda yetersiz kaldığı gibi,  Doğan Cüceloğlu’ nun ifadesiyle “eğitim sistemimiz de malumat aktarma üzerine kurulduğu,  bu nedenle de değerler bilinci ve karakter inşa eden bir sistem olmadığı için” bu tür   temayülleri ve düşünceleri  düzelteme  ve doğru olanları  zihinlere yerleştirmede de yetersiz kalıyor.

Böyle bir  ortamda  çocuklarımız ne  yapsın?  Eğitim, birinci derecede ailede, sonra  sırasıyla okulda ve sosyal hayatta olması gerekirken;  aile kurumu çöküyor,  okul yetersiz kalıyor, toplum hayatında ahlak  çürüyor,   dolayısıyla çöken aile kurumu ve çürüyen  ahlak karşısında sadece malumat  aktaran okul, yeterli ve nitelikli değerler eğitimi  yapamıyor. Zira  okulda verilen bilgiler, çocuklarımızın   hayatlarına  doğrudan dokunmuyor ve  ihtiyaçlarını  karşılamıyor. Onlar da bu ihtiyaçlarını internetten  ve sosyal medyadan  karşılamaya çalışıyor.  Dahası  çocuklarımız,  internetteki bilgilerin doğru olanları ile yanlış olanlarını  fark edip ayırt  edecek  kriterlere  ve bilince  sahip olamadıkları için  de   elde ettiği her bilgiyi  doğru  sanıyor ve ona göre davranıyor. Dolayısıyla eğitim sistemimiz, çocuklarımızı meslek sahibi yapıyor, ama   onlara yeterince  ahlakî ve etik değerler  veremiyor. Zira bilgi yüklemek ve aktarmakla arzu edilen ideale ve kaliteye ulaşılamıyor. Çünkü özümsenmemiş ve  içselleştirilmemiş  hiçbir bilginin  yaşama şansı  bulunmuyor. Nitekim atom bombasını  atanlar da yapanlar da bilgili insanlardı.  Ama   onların sahip oldukları meslekî bilgiler,  Hiroşima ve Nagasaki’ ye atom bombaları  atmalarına ve on binlerce insanın ölümüne  engel olamamıştı.  Bu da  çocuklarımıza, meslekî bilgilerden önce veya bu bilgiler ile birlikte  iyi insan/erdemli insan olma  bilgilerinin de   verilmesini   ve aşılanmasını gerekli  kılıyor. Nitekim bu konuda  ahî kültürü,  bize  bunun en güzel  örneğini sunuyor.

Prof. Dr. Celal Kırca

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.