islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,4375
EURO
34,7411
ALTIN
2.439,70
BIST
9.915,62
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
15°C
İstanbul
15°C
Az Bulutlu
Pazartesi Az Bulutlu
17°C
Salı Az Bulutlu
17°C
Çarşamba Az Bulutlu
19°C
Perşembe Hafif Yağmurlu
19°C

Kader ve Özgürlük Olgusu, Bir Araya Gelmesi Mümkün Olmayan Çelişkili Kavramlar mıdır?

Kader ve Özgürlük Olgusu, Bir Araya Gelmesi Mümkün Olmayan Çelişkili Kavramlar mıdır?
27 Ekim 2022 09:55
A+
A-

Son zamanlarda, Bartın Amasra’da yaşanan elim maden kazası münasebetiyle kader ile bireysel tercihlerin ne oranda ilişkili olduğu konusu yeniden tartışmaya açıldı. Bu bağlamla ilgili olmak üzere farklı değerlendirmeler yapıldı. Konunun sağduyu ile ele alınmasının, yanlış birtakım anlamaların önüne geçebilmesi adına önem arz ettiği ortadadır.

Yapılan eski ve yeni tartışmalar da göz önünde bulundurulduğunda, çoğunlukla kader ve özgürlük alanının birbirinden tamamen ayrı, çelişkili ve imtizacı imkânsız bir duruma tekabül ettiği anlayışının hâkim olduğu görülebilmektedir. Ancak gerçek bu zandan farklıdır. Zira kader, kulun özgür iradesine zıt değildir. Çünkü ihtiyarî dediğimiz insanın seçimine bırakılan fiillerin meydana gelmesi için, özgür irade dahi kaderin içinde yer almaktadır. (Elmalılı, M.H., Hak Dini Kur’an Dili, VII-358). Bu nedenle iki kavram arasındaki ilişkiyi şöyle özetlemek mümkün görünmektedir: “Özgür olmak, insanın kaderidir.” Konuyu net ifadelerle açıklayan bazı Kur’an pasajları şunlardır:

 “…Onlar yoldan sapınca, Allah da kalplerini saptırdı. Allah fasıklar topluluğunu hidayete kavuşturmaz.” (Saf, 61/5);  “Doğru yolu bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini arttırmış ve takvalarını ihsan etmiştir.” (Muhammed, 47/17)

Sözünü ettiğimiz ayetler incelendiği zaman; insan iradesine ve bireysel tercihine bağlı kılınan hidayeti ya da sapıklığı tercih edenin insanın kendisi olduğu ancak “hidayete erdirmenin veya saptırmanın” Allah’a nisbet edildiği görülür. Burada ilk etapta bir çelişki var gibi gözükse de aslında doğru ve yerinde bir kullanım söz konusudur. Çünkü insana, hem hidayeti hem de sapıklığı, hem iyiliği hem de kötülüğü, hem yapmayı hem de yapmamayı seçebilme imkânını veren Allah’tır. Yani bunlardan birini seçme özgürlüğünü Allah, insana vermiştir. Bu nedenle her ikisinin Allah’a nisbet edilmesi de, insana nisbet edilmesi de doğrudur. Büyük bir daire düşünelim, bu dairenin içinde küçük bir daire olsun. Küçük daireyi ortasından ikiye bölelim. Bu küçük dairenin bir yarısı hidayet-iman, diğer yarısı ise sapıklık-küfür olsun. İşte insan akıl ve irade verilen bir varlık olarak, bu küçük dairenin orta çizgisinin üzerindedir. Dilerse, iman tarafına geçer, dilerse küfür tarafına geçer. Elbette burada önemli olan, Allah’ın iradesinin şu veya bu tarafı seçmesine müsaade etmesidir. Bu sebeple insanın, iman tarafını seçmesi de, küfür tarafını seçmesi de kendi iradesiyle olduğundan, bu eylemin kendisine nisbet edilmesi doğrudur. İnsan iradesini ifade eden bu küçük daireyi içeren büyük daire ise Allah’ın iradesidir ve ikiye bölünmüş olan küçük daireyi içine aldığından dolayı, kişinin özgür iradesiyle yaptığı seçimin bu anlamda Allah’a nisbet edilmesi de doğrudur.[1] Çünkü kişi kendi iradesiyle hangi tarafa yönelirse yönelsin, iradesini çevreleyen Allah’ın iradesinin sınırları dışına çıkmamaktadır. Ancak ikiye bölünmüş olan o küçük dairede olup bitenler üzerinde, Allah’ın bir dayatması yoktur. Allah adaletinin bir sonucu olarak, insana istediği tarafı seçme imkânı vermiştir. (Şimşek, M. S., Kur’an’ın Ana Konuları, s.79-80).

Kur’an’ın iyilikleri Allah’a, kötülükleri de insana nisbet eden bir üslup kullanması ise eğitici bir gayeye matuftur. Yani mü’min kişi, her şeyini hatta fiilini, nefsini Cenab-ı Hakka vere vere, nihayette sorumluluktan kaçma noktasına gelebilir. Bu durumda “özgür irade” önüne çıkar ve ona “sorumlusun” der. Sonra, kendisinden kaynaklanan iyilikler ve kemâlât ile gurura kapılıp şımarmasın diye “kader” karşısına çıkar; şöyle der: “Haddini bil, asıl sahibi sen değilsin.” (Nursi, Sözler, s.496-498). Zira söz konusu iyilik veya güzelliği yapmak için lazım olan bütün imkânları var edip yaratan Allah’tır. Kulun buradaki payı gemi dümeninde bulunan kaptanın durumu gibidir. Kaptan, dümeni yanlış tarafa çevirip gemiyi örneğin bir buzdağına çarptırsa asıl suç onundur. Ancak gemi istenen hedefe vardığında bütün mükâfat ve taltif gemi kaptanına verilmez. Onun önemli bir payı varsa da mürettebattan her birinin de inkâr edilemeyecek şekilde katkıları vardır. İnsanın sahip olduğu imkânlar, organlar, güç-kudret ve benzeri unsurlar, mürettebat mesabesinde olup yapılan iyi şeylerde pay sahibidir. İnsanın irade seçimiyle sahip olduğu katkısı önemli olmakla beraber, tüm iyiliği tamamen kendisinden bilmesi, hakkı olmayan bir kibre ve böbürlenmeye sebebiyet verecek bir durumdur. Bu durumu, asansör örneğiyle de izah etmek mümkündür. Bir binada bulunan alt katlar kötülüğü, üst katlar da iyiliği temsil etmiş olsun. Asansöre binen kimse, hangi katın düğmesine basarsa oraya doğru yol alacaktır. İradeyi kullanarak tercihte bulunmak, asansörün düğmesine basmak gibidir. Ancak sadece düğmeye basmak, her şeyi halletmeye yetmemektedir. Zira asansörün bütün parçalarıyla beraber sağlam ve çalışır olması da gerekmektedir. Dolayısıyla yukarı çıkmayı, insanın sadece düğmeye basmasına bağlamak, gerçeği eksik olarak algılamaktır. Zira yukarı çıkmada düğmeye basmanın payı olduğu gibi asansörün bütün müştemilatıyla sağlam ve çalışır vaziyette olmasının da payı büyüktür.

Nisa suresinde geçen bir ayet şu şekildedir: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir. Ey Muhammed! Biz seni bütün insanlara bir elçi olarak gönderdik. Buna şahit olarak da Allah yeter.” (Nisa, 4/79). Yani, sana gelen her iyilik, her menfaat, itaat ve mükâfat Allah’tandır, çalışıp kazanman olsa da olmasa da Allah’tandır. Çünkü Allah dilemeyince hiçbir şey olmaz. Allah, Rahman ve Rahim olduğu için de iyilikler O’nun irade ve takdirine, yaratma ve var etmesine dayanmakla beraber, O’nun rızasına da tamamen uygundur. Bunun için insanın çalışıp kazanmasıyla ilgili olmayan iyilikler yalnızca Allah’ın ihsanı olduğu gibi, insan iradesiyle ilgili iyilikler de Allah’ın takdir ve yaratmasına, hükmünü yürütmesine ve başarılı kılmasına, irade ve rızasına uygun olması hasebiyle yine O’nun bir ihsanıdır. Başına gelen her kötülük ise kendi nefsindendir, kendi günah veya kusurundandır. Gerçi “…Hepsi Allah’tandır…” (Nisa, 4/78);[2] ayeti gereğince bu da Allah katındandır. Allah takdir ve irade etmemiş olsaydı bu da olamazdı. Fakat bunda yapma veya terk etme yönünden mutlaka bireyin sebep olması söz konusudur. “Sana ne kötülük dokunursa kendindendir” cümlesinden, Mutezilîlerin istenerek yapılan işlerde, kulun kendi yaptıklarının yaratıcısı olduğunu çıkarmaya kalkışmaları da doğru değildir. Çünkü “Sana gelen her iyilik Allah’tandır” cümlesi, böyle bir iddiaya aykırıdır. Hülasa, “Her şey Allah’tandır.” Fakat bunda zorlama anlaşılmamalıdır. Ayetin açıklamasına uygun olarak ne zorlama, ne sınırsız bir serbestlik, ikisi arası bir durum, bir adalet ve sorumluluk söz konusudur. Bu açıklama kendisini iyi, başkasını kötü, iyiliği kendinden kötülüğü başkasından bilen cahil ve gururlu insanlığın gururuna karşı bir ders olduğu gibi; kendisini ne iyilik, ne de kötülük hiçbir şeyle ilgili saymayan tembel insanlığın tembelliğine ve ilgisizliğine karşı da bir derstir. (Elmalılı, M.H., Hak Dini Kur’an Dili, III, 32-33).

Aslında daha önce yazılı olması anlamıyla kader, Allah’ın ilmidir. “Ne yeryüzünde, ne de nefislerinizde meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılı olmasın.” (Hadîd, 57/22-23). Elbette O’nun ilmine sınır yoktur. Geçmişi bildiği gibi geleceği de bilir. Bizim yapıp ettiklerimiz, elbette O’nun ilmi dışında değildir. Bu anlamda kader bundan ibarettir. Biz bir davranışta bulunuyorsak, Allah böyle davranacağımızı önceden bilmektedir. Ancak O’nun bilgisi, bizim o davranışımıza bizleri zorlayan bir sebep değildir. Bilakis o davranışı yapmamız, O’nun bilgisinin sebebi olmaktadır.[3]

Bunu, bilinen şu meşhur örnekle açıklığa kavuşturmamız mümkündür. Bugün bilginler, güneşin veya ayın ne zaman tutulacağını daha önceden hesap edip, kesin tarihini tespit edebilmektedirler. Gerçekten de onların dediği zamanda, güneş veya ay tutulması meydana gelmektedir. Nasıl ki bilginlerin bu bilgilerinin, güneşin veya ayın tutulmasında bir etkileri yoksa Cenab-ı Hakk’ın da insanların ne yapacaklarını bilmesinin, fiiller üzerinde zorlayıcı bir etkisi yoktur. Demek ki, insanın yapacağı fiillerin önceden Allah tarafından bilinmesi, insanın bu fiillerinde mecbur olduğu anlamına gelmez. (Aydın, Ö. Kur’an Işığında Kader ve Özgürlük, s.22).

Allah’ın iradesinin her şeyin üstünde olması, O’nun dilemesinin dışında hiçbir şeyin olmaması, işlerin rastgele ve gelişigüzel yürüdüğü anlamına da gelmez. Zira Allah adaletle hükmeder, işlerin adalet üzere yürümesini kendisi dilemiştir. İşte bu adaleti gereği, kulun cüz’i iradesini, külli iradesinin devreye girmesi için bir şart-ı adi yapmıştır. Başka bir tabirle, Allah’ın iradesi, kulun iradesinde serbest olması şeklinde tecelli etmiş olup, kulun bir fiili veya eylemi tercih etmesi, o eylemi yaratmak için bir neden kılınmıştır. Yani manen der: “Ey kulum, özgür iradenle hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise sorumluluk sana aittir.” (Nursi, B.S., Sözler, s.501-502). İnsanın tedbir almak suretiyle önüne geçebileceği olaylar ve kazalar da bu kabildendir. Tedbirsizlikten kaynaklanan kusur ve zararlar, sorumluluk gerektiren durumlardır.

Şu da bir gerçektir ki kimi olaylar, insanın düzenleme ve planlamasının dışında gerçekleşir. Hatta insan, hayatında öyle olaylarla karşılaşabilir ki, o olayların oluşumunda kendisinin hiçbir katkısı yoktur. Karşılaştığı bu olaylar, kendisine önemli ölçüde zarar da verebilir, ummadığı bir fayda da sağlayabilir. Bu imtihan içinde olmamızın bir sonucudur. Allah bizi, böylece imtihan etmektedir. Böylesi durumlarda, insanın imdadına kader inancından başkası koşamaz. Bir anneyi düşünün, küçük çocuğu kendisinden izin alarak, oynamak üzere dışarı çıkmıştır. Anne bir süre sonra, bir arabanın çocuğuna çarptığı haberini alır. Böyle bir annenin sıkıntısını kader inancından başkası dindiremez. Bir annenin bile bile, araba çarpsın diye çocuğunu dışarı göndermesi düşünülemez. Ama olan olmuştur. Anneyi teselli etmek için söylenecek sözler “Allah’ın takdiridir, çocuğun eceli gelmişti, elbette sen de çocuğuna araba çarpacağını bilemezdin” manasında olacaktır. Ancak bu durum, arabayı kullanan kimsenin herhangi bir kusur ve sorumluluğunun bulunmadığı manasına kesinlikle gelmemektedir. Şoförün kusuru oranında bir cezalandırma olması da adaletin gereğidir.

Bu olayı baz alırsak, Kur’an’da bazen tamamen kaderci, bazen de tamamen hürriyetçi gibi görünen ifadeleri zihnimize daha iyi yaklaştırabiliriz. Böyle bir olayda anneye yaklaşımımız, kaderci bir yaklaşım olacaktır. Anneye “Allah’ın takdiridir” der ve onu bu şekilde teselli ederiz. Fakat çocuğa çarpan arabanın hatalı şoförüne farklı bir yaklaşımda bulunup; niçin dikkatli olmadığını, çocukların oyun oynadıkları bir yerde neden bu kadar hızlı araba sürdüğünü söyler, durumu ilgili mercilere bildiririz. Şoföre takındığımız tavır, hürriyetçi bir tavırdır. Kur’an’da, bu konuda birbiriyle çelişkiliymiş gibi görünen ayetlerin bir kısmı da bu bağlamda değerlendirilmelidir. (Şimşek, M.S., Kur’an’ın Ana Konuları, s.82-83). Günümüzde çokça karşılaştığımız iş kazaları da böyle bir anlayışla ele alınmalıdır. Aksi durumda yakınını kaybedenleri teselli etmek zorlaşırken, öte yandan olayda kusuru olanları görmezden gelme yanlışlığına düşme tehlikesi kaçınılmazdır. Böyle bir yanlışlık ise kaçınılmaz bir şekilde adalet ve hakkaniyeti yaralayan bir durum olacaktır.

Doç. Dr. Maşallah TURAN

[1] “Allah hâkimdir; öyle ise sevap ve ceza boşuna değildir, ancak haketmeye göredir; öyleyse zor altında bırakılma yoktur. Adetullah gereği, Allah’ın külli iradesi, kulun cüz’i iradesine bakar, yani kulun iradesinin bir fiile taallukundan sonra, külli irade taalluk eder, öyle ise zorlama yoktur. Yine bir şey, vücudu vacip olmadıkça vücuda gelmez; evet, irade-i cüz’iyyenin taallukuyla, irade-i külliyenin taalluku bir şeyde içtima ettikleri zaman, o şeyin vücudu vacip olur ve derhal vücuda gelir.” (Nursi, B.S., İşaratu’l-İ’caz, s.79-80).

[2] Bu ayet, bütün taat ve isyanların -tercih edeni insan olsa bile- Allah’ın yaratması ile olduğuna delalet eder. (Bk., Fahruddin Er-Razi, Tefsir-i Kebir Mefatihu’l Gayb, Akçağ Yayınları, Ankara 1990, VIII-172).

[3] “Kader, ilim nevindendir. İlim, ma’luma tabidir. Yani nasıl olacaksa, öyle taalluk eder. Yoksa ma’lum ilme tabi değildir. Öyle ise; bir insan, amelen yaptığı bir fiilin sebeplerini kadere havale etmekle, taallül ve bahaneler gösteremez.” (Nursi, B.S., Sözler, s.500; İşaratu’l-İ’caz, s.80).

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.