islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3849
EURO
35,0576
ALTIN
2.326,64
BIST
9.097,26
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
23°C
İstanbul
23°C
Az Bulutlu
Cumartesi Az Bulutlu
22°C
Pazar Parçalı Bulutlu
22°C
Pazartesi Az Bulutlu
24°C
Salı Az Bulutlu
18°C

SORUMSUZLUĞA MAZERET ARAMAK

SORUMSUZLUĞA MAZERET ARAMAK

İnsan; akıl, irade ve vicdan gibi yetilerle donatılmış sorumluluk sahibi sosyo-kültürel bir varlıktır. Bu sorumluluğun  ayet ve hadislerdeki karşılığı ise  “mes’ul” kavramıdır.  Ancak Ahzâb suresinin 72. Ayetinde  söz konusu bu sorumluluğun “ emanet” kavramıyla ifade edildiği   de görülmektedir.  Nitekim bu ayette  Allah Teâlâ, “emaneti” göklere, yeryüzüne ve dağlara teklif ettiğini, ama onların bu emaneti yüklenmekten çekindiğini, fakat insanın  çekinmeden bu emaneti yüklendiğini vecîz bir  üslupla  açıklar. Kur’an yorumcuları,   bu ayette geçen “emanet”in ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürseler de, ileri sürülen bu görüşlerin temelinde “insanın akıl ve hür iradesine dayalı  yükümlülük”[1] anlamının  mevcut olduğu görülüyor. Dolayısıyla insanın sorumluluğu, sadece fıtratı ile  sınırlı kalmıyor, aynı zamanda  bu ayetle de  tescillenmiş oluyor.

İnsanın  bu sorumluluğunu ferdî, sosyal ve dinî olmak üzere üç ana kategoride  ele almak  mümkün.  Zira  insan, her şeyden önce bir ferttir ve  kendine karşı  sorumludur. Bu nedenle fıtrî yetilerini, aklını, kalbini, ruhunu ve bedenini, kısaca  varlığını  korumakla yükümlüdür. ,İnsan, aynı zamanda sosyal bir varlıktır, bu nedenle  başta ailesi olmak üzere içinde yaşadığı  topluma  ve devlete karşı sorumlulukları vardır, dolayısıyla  bu sorumluluklarını bilmek ve öğrenmek,  gereğini de  yapmak zorundadır.

İnsan,  kendi kendini var eden bir varlık değildir. Onu var eden  bir  Hâlık/Yaratıcı  vardır. Yaratıcının adı, dinlere ve dillere göre değişse de, yaratıcılık vasfı asla değişmemektedir.  Bu nedenle insanın, kendini yaratana/Allah’a  karşı  sorumluluğu bulunmaktadır. Bu sorumluluk da Kur’an’da  “kulluk” olarak ifade edilir.   Bu nedenle de kulluk, sadece Allah’a yapılır.

Hz. Peygamber de  insanın  bu sorumluluklarını, “Vü­cudunun sende hakkı vardır”[2];  “Gözünün sende hakkı var­dır”[3];”Nefsinin sende hakkı vardır” [4];  “Hanımının sende hakkı vardır”[5]; ” Evladının sende hakkı var­dır” [6]; “Ailenin sen­de hakkı vardır”[7]; “Arkadaşının sende hakkı vardır”[8]; “Misafirin sende hakkı vardır”[9] ve “Rabbinin sende hakkı vardır ve her hak sahibine hakkını ver”[10]  sözleriyle açıklar ve “Her biriniz birer yöneticisiniz ve yönetiminizdekilerden de sorumlusunuz”[11]  diyerek de insanın  genel sorumluğuna dikkat çeker.  Kısaca akıl ve irade (cüz’î irade) sahibi  bir varlık olarak  insan, Allah’a,  insanlara, canlı ve cansız bütün varlıklara karşı   sorumludur  ve bu sorumluluğunun gereğini  de yerine getirmek  mecburiyetindedir.  Ne var ki  bunu başaranlar, ancak  bu  bilince sahip olanlardır.

Toplum içinde bir de  sorumluluklarının  bilincinde olamayan  insanlar  mevcuttur.   Bunlar, kendine, içinde yaşadığı topluma ve Allah’a karşı  görevlerini  gereği gibi yapmazlar/yapmak istemezler, tembeldirler, nemelazımcıdırlar, havalecidirler ve  sürekli mazeret  üretirler. Bu tipler, “Armut piş, ağzıma düş”  anlayışına  sahip oldukları için de sorumluluk almaktan kaçınırlar, bu nedenle de yapacağı işleri, başkalarına havale etmek ve  mazeret üretmekle  meşguldürler.

Sorumluluktan kaçmanın bir  diğer yolu da  başkalarını suçlamak ve    kendisini   mazur göstermeye çalışmaktır. Talebelik yıllarımda Cevat Rıfat Atilhan’ın  yazdığı kitapları okuyan ve  bunların  da etkisinde kalan  bazı arkadaşlarım,  neredeyse  meydana gelen  her sosyal olayda  bir “yabancı eli” veya   “bir Siyonist parmağı” ararlardı. Günümüzde de çoğu insan, benzer şekilde  maruz kaldığı olumsuzluklar  ve haksızlıklar karşısında  bir “ suçlu” aramaya  başlıyor. Böylece vicdanlarını rahatlatmak istiyor, ya da rahatlattıklarını sanıyor.   Belki de bu nedenle toplumun kültürel dokusunda ve dil yapısında  bu anlayışın tezahürleri görülüyor.  Mesela, “yılan beni soktu”; “köpek beni ısırdı”; “Ali beni dövdü” diye şikâyet ediliyor, ama “yılana sokulmadım”; “köpeğe ısırılmadım”; “Ali’ye dövülmedim” denilmiyor.  Zira ısırılmamama, sokulmama ve dövülmeme gibi bir sorumluluğumuzun olduğu hesaba katılmıyor.   İnsan  kendini korumakla sorumlu olduğu  halde, neden hiç sorumluluğu yokmuş gibi, ısırıldım, sokuldum veya dövüldüm diyor ? Neden kendini hep haklı, başkalarını suçlu görmeye devam ediyor? Bu anlayışın bir yansıması sebebiyle  olmuş olacak ki,  ülkemize  yapılan  saldırıları, suçlamaları ve eleştirileri de aynı  mantıkla anlıyor ve yorumluyor . Şunu nedense pek  düşünmüyor:

Yılanı görevi sokmak, köpeğin görevi ısırmak; düşmanın görevi ise  fitne, fesat çıkartmak ve huzuru bozacak  saldırılarda  ve eylemlerinde  bulunmaktır. Bizim  görevimiz ise  olanları ve bize yapılanları şikayet etmek veya beddua etmek değil,  bu ve benzeri eylemlere  ve olumsuzluklara engel olmak için çaba göstermek, çalışıp çabalamak, önleyici ve caydırıcı tedbirler almaktır.  Kısaca şikayetten ve   bedduadan önce fiilî duaya tevessül etmek,  ne yapılması gerekiyorsa onu yapmaktır. Fakat burada  dikkat edilmesi gereken  temel kural, “ Doğru işi, doğru biçimde yapmaktır.”  Daha açık bir ifade ile  amacın doğruluğu kadar  araçların  ve yöntemlerin de  doğru olmasıdır. Zira  düşmana  ve zalimlere karşı oturduğumuz yerden “kahrolsun” demekle düşman  kahrolmuyor; onları  kahretmek için  Allah bizden gücümüz yettiği kadar hazırlık  yapmamızı, kuvvet hazırlamamızı, çalışıp çabalamamızı istiyor.

Nitekim “Ey müminler! Allah’ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı ve sizin bilmeyip  de Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutup caydırabilmeniz için elinizden  geldiğinizce  güç-kuvvet , savaş atları hazırlayın.[12]Allah yolunda  her şeyin karşılığı tam olarak verilir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız”[13] ayeti,   inananlara bu sorumluluğu  yüklüyor.

Şayet  düşmanlar, “kahrolsun” demekle  kahrolacak olsalardı, hem   bu ayet, hem de  Hz. Peygamber’in yaptığı savaşların bir anlamı olmazdı. Zira Hz. Peygamber böyle yapmadı,  üzerine düşen görev ne ise  onu yaptı ve  savaş için  her türlü  tedbiri aldı, savaştı.   Nitekim Bedir’de Allah’ın yardımı ve ordunun  kurallara uyması sayesinde  savaş kazanıldı, Uhud’da ise ordunun bir kesimi, savaş kurallarına uymadığı için de kaybedildi. Tarih boyunca  da   bu kural böyle işledi.  Çünkü “sünnetu’llah”  böyle işliyor ve  böyle işlemeye de devam ediyor. Şu da biliniyor ki, Allah’ın  kanunlarında – mucize gibi özel durumlar hariç- bir değişim olmuyor.

Ne var ki  bu kuralı dikkate almayan ve ayetlerin kendilerine yüklediği sorumluluğu gereği gibi yerine  getirmeyen  Müslümanlar,  ne  hazindir ki  Allah’a  dua etmenin veya işlerini ona havale etmenin ötesinde O’nunla pek ilgilenmiyor ve başka alanlarda da ilişki kurmuyor/ kuramıyor.  Mesela, evrenin düzenini sağlayan yasalar birer Tanrı buyruğu, ışı­ğın kırılma ve yansıma açılarındaki belirginlik, atomun içindeki dengeler, çevre-dinamik yasaları maddenin bir anda iki yerde bulunması,  hepsi birer Tanrı buyruğu olduğu halde, bunlarla ilgi­lenme, araştırma yapma ve üretimde bulunma yerine,  sadece geleneğe sığınarak onunla avunmayı tercih ediyor ve  “Atalarımız şunu yaptı, bunu yaptı” diye övünmekle yetiniyorlar.

Netice olarak  ortada bir başarı  var ise   bu başarıda  mutlaka sorumluluk bilinci ve doğru bir yöntemin olduğu; şayet bir başarısızlık  söz konusu ise orada da  mutlaka bir  sorumsuzluğun ve yöntemsizliğin bulunduğu görülüyor. Nitekim “Vusûlsüzlüğümüz, usûlsüzlüğümüzdendir”  sözü de  bu gerçeği ifade ediyor.

 Prof. Dr. Celal Kırca

 

[1] Hayrettin Karaman ve diğerleri, Kur’an Yolu, Ankara 2004 ,4/365.

[2]Buhari, Savm, 55.

[3] Buhari, Savm, 55.

[4]  Buhari, Savm, 51.

[5] Buhari, Savm, 54.

[6]  Müslim, Savm, 183.

[7] Buhari, Savm, 51.

[8] Nesai, Savm, 76.

[9] Buhari, Savm, 54.

[10] Buhari, Savm, 54.

[11] Buhârî, Cenâiz, 32.

[12] Savaş atlarının zikredilmesi, o dönemin en iyi  savaş aracı olması  itibariyledir.  Dolayısıyla  bu ifadeyi ,  at da dahil çağımızda her türlü  harp araç-gereçleri  olarak  anlamada da   bir  sakınca  yoktur

[13] Enfâl,8/60.

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.