Değerli okuyucu, gerçekten gün geçtikçe toplum olarak garipleşiyoruz; Sorun çözen değil; sorun üreten toplum olduk ne yazık ki.
Meselâ bu günlerde bir siyasi parti Milletvekilinin (1) ezanın Türkçe okunmasını istemesi 68 yıl önce kapanmış olan bir yarayı yeniden kanattı. Bereket ki, o partinin genel başkanının şu sözleri meselenin küllenmesine vesile oldu: “Arapça ezan dinimizin bir değeridir. (…) Dünyanın her yerinde de, ezan Arapça okunur ve ezana saygı gösterilir”
Aslında Anamuhalefet partisi liderinin bu sözleri, konunun tamamen kapanmasına vesile olmadı. Birçok yazarımızın da konuyla ilgili köşelerinde fikir beyanına vesile oldu. Meselâ, Tarihçi Murat Bardakçı’nın yıllar öncesinin uygulamalarını dillendiren makalesindeki bir paragraf şöyleydi: “ Cumhurbaşkanlığı’na her ay sunulmuş “dirlik ve düzenlik raporları” da bulunuyor ve illere göre ayrı ayrı düzenlenen bu raporlarda yer alan hadiselerin ekseriyetini “Arapça ezan”, “Arapça kamet”, “çocuklara Kur’an okumayı öğretmek”, “âyin yapmak” gibi “suçlar” teşkil ediyor….”
Kıymetli Okuyucu, 68 yıl önce kapanmış olan bu yara yeniden deşilince bendeniz de birkaç yıl önce kaleme aldığım bir yazıyı sizlerle paylaşmak istedim.
“EZAN MI, HAZZAN MI, ÇAN MI?”
Sözkonusu yazı, bu başlığı taşıyor ve şöyle devam ediyordu:
“ Âdemoğulları bu yeryuvarlağında ilginç serüvenler yaşamış; birilerinin: “Siz, bizim inancımızdan değilsiniz” deyip bir başkalarını diri diri yakmayı uygun gördüğü zamanlar olmuş. Tıpkı Engizisyon dönemlerinde olduğu gibi.
Birilerinin de: “İstediğiniz dini ve inancı paylaşabilirsiniz, ama “İnsan olma” ortak paydasında birleşip bir arada yaşamanın örneklerini verebiliriz” dediği zamanlar yaşanmış. Meselâ; 711-1492 arasında İspanya’nın Endülüs’ünde olduğu gibi, “La Convivencia” yani bir arada yaşama örnekleri verilmiş. Hem ezan okunmuş minarelerden, hem çanlar çalınmış kulelerden, hem de hazzan sesi gelmiş havralardan.
Birileri, Ortaçağ boyunca, antik Yunan’ı ve Roma’yı, puta-tapanların paganist uygarlıkları olarak görmüş ve bu uygarlıklara ait yazılı eserlerin okunmasını dahi yasaklamış. Birileri de (Müslümanlar), Kordoba’da bu dönemin eserlerini Arapçaya, Latinceye ve İbraniceye tercüme edip Batı’ya ve tüm dünyaya tanıtmışlar.
Birileri, 1492’de İspanya’da zulüm görenlere kucak açmış. Ama birileri de, 21. Yüzyılda, bu kucak açanlarla aynı dinden ve inançtan olanlara olanca zulmü reva görmüşler ve hala bu zulmü sürdürmekteler.
Yıllar önce, ülkemizden Yunanistan’a göçüp de turist olarak İstanbul’a gelen Rumlara, bir gazetecimiz şu soruyu sormuştu: “İstanbul’un en çok neyini özlüyorsunuz?”
Bu soruya onların verdiği şu cevap ilginçti: “Ezanlarını.”
Şimdi ben bunları düşünüyor ve soruyorum kendi kendime:
Ezan mı? Hazzan mı? Çan mı?
Bu sorudan sonra, yıllar önce bir ateistin “Hangi din?” sorusuna verdiği şu cevabı da hatırlıyorum. “Ben Ateyim. Ama bir din seçmek zorunda kalsaydım SON DİNİ (EZANI) tercih ederdim.”
VELHASIL
Durum onu gösteriyor ki, hem kendimize hem de birilerine İstiklal marşımızdaki o mısraları sık sık hatırlatmamız gerekiyor galiba: “Ruhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.
Bu ezanlar, ki şehadetleri dinin temeli,
Ebedî, yurdumun üstünde benim inlemeli.”
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi