islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,5217
EURO
34,9766
ALTIN
2.439,42
BIST
9.716,77
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
20°C
İstanbul
20°C
Az Bulutlu
Cuma Az Bulutlu
19°C
Cumartesi Az Bulutlu
16°C
Pazar Az Bulutlu
17°C
Pazartesi Az Bulutlu
18°C

Yoksulluk Sosyal ve Manevî Risktir. Ya Zenginlik?

Yoksulluk Sosyal ve Manevî Risktir. Ya Zenginlik?

Hem muhtaç duruma düşen yoksul insanlar, hem de varlıklı insanlar, durum ve statülerine göre topluma karşı farklı derecelerde sorumludur. Manevî açıdan (bedenî ibadetler boyutuyla) her Müslümanın sorumluluğu eşit ise de özellikle zengin insanların topluma karşı maddî sorumlulukları daha fazladır. İslâm, sosyal risklerin ve sorunların giderilmesini önemsediği kadar manevî riskleri de toplumsal barış açısından bir tehdit olarak görmektedir. Toplumları, yerine göre hem fakirliğin, hem de zenginliğin meydana getirebileceği manevî tehlikelerinden kurtarmak, kardeşlik, sosyal dayanışma ve kaynaşma duygularını hâkim kılmak, neticede sosyal ve manevî tekâmülü sağlamak ve bununla birlikte insanların, Allah’a kulluk görevini yerine getirmelerini sağlayacak sosyal düzeni oluşturmak, İslâm’ın gayesidir.

İslâm’a göre, Yaratan’a karşı kulluk görevini ifa etmeyi unutturan fakirlik ve sefalet, sosyal barış ve adalet açısından ne kadar tehlikeli ise, azdıran ve sosyal mesuliyeti ve duyarlılığı körelten zenginlik de o derece bir sosyal risktir. İslâm, her iki durumun da hem bir sosyal, hem de manevî bir risk olabileceğini dile getirmektedir. Çünkü her iki durumda da insana yaratılış gayesini unutturmaya müsait bir psiko-sosyal ortam mevcuttur. Bu iki taraflı tehlikeyi ortadan kaldırabilmek için, zenginlerin malından ve gelirinden belirli bir oranın yoksullara transfer edilmesi gerekmektedir. Sefaletin ortadan kaldırılabilmesi ve genel olarak sosyal güvenliğin tesisi için zenginlere toplumsal barışın tesisine yönelik önemli görevler verilmektedir.

Zekât, Zenginlerle Yoksullar Arasında Bir Sosyal Köprüdür

Zenginin malından muhtaç kişilere bir hak olarak tanınan bu pay, İslâm terminolojisinde zekât olarak tanımlanmaktadır. Asgarî bir hayat seviyesinin altına düşenlere, refah seviyesi yüksek olan zenginler tarafından verilen zekât, ilke olarak nakdî veya aynî bir destektir yani sosyal yardımdır. Zekât vermek, dinî bir vecibenin gereğidir. Ancak, İslâm devleti aracılığı ile zenginden fakire doğru gerçekleşen bu sosyal transfer, sosyal adaleti de temin etmektedir. Dolayısıyla zekât, ülke bazında sosyal güvenliği ve uluslar arası boyutuyla da ülkeler arası sosyal diyalogu ve (sosyal) barışı temin eden global bir dayanışma ve yardımlaşma sistemi olarak görülebilir.

İslâm, âdil olmak şartıyla toplumsal refahı ön planda tutmaktadır. Yani fakirliği ortadan kaldırmayı amaçlayan ve her vatandaşa refah fırsatı tanıyan âdil bir nizam oluşturmak istemektedir. İslâm’ın sosyal ve ekonomik modelinde bireysel zenginlik aslında tasvip ve teşvik edilmektedir. Ancak zengine maddî güç nispetinde zorunluluk ve gönüllülük esasları çerçevesinde sosyal sorumluluk görevi de verilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber, “Servet bir Müslüman için ne güzel arkadaştır. Yeter ki, o servetinden fakire, yetime ve yolcuya vermiş olsun” (Müsned; 1982; III: 21) diyerek, sosyal sorumluluk şuuruna sahip olan zengini açıkça övmektedir.

Hz. Peygamber (sav), “Veren el, alan elden üstündür” (Buharî; Zekât: 18) demek suretiyle bedenen ve aklen sağlıklı olan insanların maddî yönden de güçlü olmalarını arzu etmiştir. Maddeten güçlü olan zengin Müslümanlar, kazançları itibariyle diğer sosyal kesimlere göre daha üstün bir konumdadır. Ancak bu üstünlüğün sosyal ve manevî bir değere dönüşmesi için, zenginlerin özellikle yoksul kesimlere karşı verici yani cömert olmaları gerekmektedir. Bu da ancak alçak gönüllülük ile mümkündür. Sadece vermeyi bir üstünlük veya güç unsuru olarak gören zenginler, manevî yönden aldanmış olur. Bundan dolayı zenginler, sosyal vazifelerini yerine getirirken, isteksiz bir tutum sergilememeleri, nazlanmamaları, verdiklerini başa kakmamaları ve gururlanmamaları gerekmektedir. Sadece emaneti yerine teslim ettikleri şuuruyla hareket etmelidirler. Bununla ilgili olarak şu yaşanmış olay dikkat çekicidir:

“Veren el”, hem dinî görevlerini en az yoksullar gibi layıkıyla yerine getirendir, hem de helal yoldan elde ettiği malını-gelirini yoksullarla paylaşan, onlara infakta bulunan sorumlu bir kişidir. Korunmaya muhtaç insanlara karşı malî görevlerini hakkıyla yerine getiren ve Allah’a karşı diğer kulluk görevlerini de ihmal etmeyen zengin Müslüman, “alan el”den üstün kılınmıştır. Manevî ve sosyal sorumluluğun bilincinde olan zengin Müslüman, elde ettiği varlığı sadece özel çabalarıyla elde etmediğinin de farkındadır. Elde edilen servet, Allah’ın izniyle ve O’nun lütfüyle ancak meydana gelmiştir. Dolayısıyla şuurlu zengin Müslüman, “ben bütün bunları üstün girişimcilik zekâmla elde ettim, gece gündüz çalışarak zengin oldum, o halde kazandığımı istediğim gibi harcarım ve kanunlar beni zorlamadığı müddetçe vergi vermek veya hayır namına yoksullara yardım etmek mecburiyetinde değilim” gibi düşünceleri aklından geçirmez ve bu minval üzere fikir beyan etmez.

Şuurlu zengin Müslüman, cimri olamayacağı gibi başta yakın akrabaları olmak üzere yoksullara ve yolda kalmışlara olabildiğince cömert olabilmelidir. Çünkü akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını vermekle yükümlü olanların başında zengin Müslümanlar gelmektedir (Rum: 38). Cimriliklerini bir türlü terk edemeyen zenginlerin sadece topluma sosyal katkıları azalmaz, aynı zamanda manevî kimlikleri de kaybolmaya başlar. Nitekim cimrilikle imanın aynı kalpte bulunamayacağını bildiren Hz. Peygamber (sav), bir hadisinde de şöyle buyurmuştur: “Cennete hiçbir hilekâr, cimri ve yaptığını başa kakıcı kimse giremez.” (Tırmizî).

Korunmaya muhtaç sosyal kesimlere zenginlerden zekât alma hakkı verildiği gibi kendilerine bunun dışında başka haklar da tevdi edilmiştir. Buna bağlı olarak Hz. Peygamber (sav) “Zenginin malında muhakkak ki zekâttan başka da hak vardır” (Tirmizî) buyurduktan sonra şu ayeti okumuştur:

“Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz (hakiki imanı yansıtan) İyilik (Birr) değildir. Lâkin (asıl) birr, kişinin, Allah’a, yevm’ilâhire (ahiret gününe) meleklere, Kitab’a ve peygamberlere iman etmesi ve sevdiği maldan, akrabalara (yakınlık sahiplerine) yetimlere, miskinlere, yolda kalmış yolculara, (ihtiyacından dolayı) isteyene, köle ve (özgürlükleri için) esirlere vermesi ve namazı kılması, zekâtı vermesidir. Ve (Allah’a ve insanlara) ahd verdikleri zaman ahitlerine vefa edenler (yerine getirenler), zorlukta ve darlıkta ve şiddetli savaş halinde sabredenler, işte onlar sadık olanlardır. İşte onlar muttakilerdir (takva sahibi olanlardır).” (Bakara: 177).

Bu âyette korunmaya muhtaç değişik sosyal kesimlere severek yardım yapmak, dinî bir görev olarak değerlendirilmiş ve bunun akabinde farz niteliği taşıyan ferdî ve sosyal (malî) görev ve ibadetlerin yanında zekât da zikredilmiştir. Bu bağlamda korunmaya muhtaç kişilerin zekât dışında da birçok sosyal hakkı olduğu rahatlıkla söylenebilir. İslâm’da yoksulluk bir sosyal ve manevî risk olduğundan dolayı bu risklere karşı korunabilmeleri için muhtaçlara bazı sosyal haklar verilmiştir. Zenginlik de ha keza manevî ve sosyal boyutuyla bir risk olduğu için, varlıklı insanlara zekât vermek gibi bazı sosyal sorumluluklar ve görevler yüklenmiştir. Böylece toplumda sosyal denge sağlanabilmektedir.

Prof. Dr. Ali SEYYAR

Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.