Çevremizde meydana gelen çeşitli olaylardan rahatsızlık duyarken, acaba bu problem ve açmazların meydana gelişinde bir rolümüz olabileceğini hiç aklımıza getirebiliyor muyuz?
İyi ve güzelliğin bizden; olumsuzluk ve yanlışların ise, hep başkalarından kaynaklandığı hususundaki peşin hükümlerimiz; bize yeni bir geleceğin ışıklarını sunabiliyor mu? Bana kalırsa, hayır…
Hayatı ve çevreyi kritik ederken; kendimizden başlamamız gerektiğini bilmek zorundayız. Bazı başarı ve ilerlemelerin sahibi olsak bile, bu eleştirel yaklaşımı sürekli muhafaza edebilmeliyiz. Çünkü bizim için en korkulu şey, bilmediklerimizin farkına olmamak ve bunun sonuçlarını düşünememektir.
İnsanoğlu’nun ilerleme ve başarısında rol oynayan en büyük faktör, tatmin ihtiyacı ve merak duygularıdır. Her ikisi de, bizim için bilinmeyen veya elde edilmesi zor şeylerdendir. Dolayısıyla, onlara karşı büyük bir heyecan duymakta ve arayışın sebep olduğu esrarlı gücü hissetmekteyiz. Bu yüzden de, adı geçen iki önemli faktörü keşfetme arzusunu derinden ve şiddetli bir biçimde duymuşuzdur.
İşte bu psikoloji, bize; bilmediklerimizi öğrenme ve duymadıklarımızı farketme gibi önemli kazançları sunabilmektedir.
İnsanın kendi değer ve özellikleri ile yüzleşmesi, içinden gelen saf ve köklü duygu ve beklentilere kulak verebilmesi; birçok zenginlik ve yüceliklerin farkedilmesine yol açacaktır. Bu arada; değiştirilmesi gereken alışkanlıkların, hep bu içe bakış ve hesaplaşma mantığı ile sağlanma imkanı vardır.
Olaylara ve insanlara bu tarz yaklaşım biçimi, geniş ve toleranslı değerlendirmelere ve başkalarıyla bütünleşmeye imkan vermesi bakımından, fevkalade sonuçlar getirebilir.
Kendimizi önceleyen, fikir ve tercihlerimizi yegane doğrular haline getiren “ben merkezli olma” duygusundan sıyrılamadığımız sürece, diğer insanlara yönelik olumlu açılımları gerçekleştirmemiz zor olacaktır.
Bunun sonucu, toplumsal hayatta birbirinden ayrı düşen ve birbirinin dertlerine yabancı kalan insan yığınlarının huzursuz dünyası olacaktır.
Sosyal ilişkilerimizdeki zayıflık, ast-üst ilişkilerindeki soğukluk, duygularımızdaki sığlık, ailemizdeki huzursuzluk; hep bu “dar açılı yaşayış felsefesi”nden kaynaklanıyor.
Bu manada; inancı, bilgiyi, ahlakı ve hizmeti rehber edinmiş kişi ve grupların; kendilerine yakışmayan birtakım şahsi ve grupsal tutarsızlıklarının giderilmesi noktasındaki çaba eksikliği, ümitlerimize gölge düşürmektedir.
Din ve psikolojinin ısrarla işaret ettiği konuların başında; insanın kendi değerini farkedemeyip, gereksiz iş ve oyalanmalar ile zamanını heder etmesi gelmektedir. Bu tür kişiler, kendi yaradılış gerçeğine aykırı hareket etmiş kabul edilmektedir.
Kompleks ve hassas bir yapıya sahip olan insan; çok iyi analiz edilmeğe, yönlendirilmeye, değerlendirilmeye ve açıklanmaya aday bir varlıktır. Günümüzde “insan kaynakları” alanında yapılan çalışmaların, büyük bir hızla ilerlemesi, işletmelerin bu gerçeği , kendi yapılarında sağladığı müsbet ve menfi yanlarıyla görebilmesiyle mümkün olmuştur. Peki, ya bu işin toplumsal yönü ne olacak? İşin, toplumsal maliyet veya kar/zarar analizini kim yaparak, bu konudaki acil tedbirleri alacak? Galiba bu işi bizzat kendimiz üstlenecek ve hayatın sonuna, hatta ondan sonra da devam edebilecek “fikri ve ruhi olgunlaşma süreci”ni başlatmaya mecbur olacağız.
Çevremizde meydana gelen olaylardan sürekli şikayet ediyor, üzerimizdeki sıkıntı ve baskıların kalkmasını istiyoruz. Ama, her sosyal olay gibi, “toplumsal kader”in de kendine has bazı kanunları bulunmaktadır. Bu kanunlar yerine getirilmediği müddetçe, sosyal bünye sağlıklı kalamaz ve toplum sancılar içerisinde yaşar. Bu kader’in en önemli öğesi, insanın çevresindeki olayları, kendi değer yargılarına göre değerlendirmesi ve olumlu veya olumlu bir şekilde olaylara karşı “tavır alması”dır.
Toplumsal sistemin, çeşitli siyasi, ekonomik, kültürel ve hukuki bölümleri bulunmakta; bu ihtiyaçlarının karşılanması, önemli bir gereklilik olarak karşımızda durmaktadır. Eğer sosyal ve ekonomik problemleri çözmek istiyorsak, bütün bu sosyal gereklilikleri üstlenmek ve kanunları bilerek, onların kurallarına uygun bir şekilde problemlerin üzerine gitmek gerekiyor. Bu durum, ister istemez; başlangıçta insanın, daha sonra ise, toplumsal dinamiklerin niteliğini bilmeyi ve onların değişim ve bozulma şartlarına vakıf olmayı gerektiriyor.
Bütün bu sosyal ve ekonomik gereklilikler için psikolojik, mali, teknik ve fiili güçlerin seferber edilmesi ve böylece büyük birikimlere ulaşılması gerekmektedir. Öncelikle bilgi kaynaklarının toplanması ve daha sonra, bunların sınıflandırılarak; genel kanunlara ulaşılması ve bu kanunların olaylara yön vermesi icabediyor. Aksi halde, sadece politik karar ve sosyal temeli olmayan uygulamalar ile bu problemlerin üstesinden gelinmesi, pek mümkün görünmüyor.
Prof. Dr. Sami ŞENER
Gelişen Olaylara İslami Bakışın Adresi
Cok etkileyici ve dogru tespitlerle dolu bir yazi