islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,5668
EURO
34,8820
ALTIN
2.438,56
BIST
9.645,02
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Hafif Yağmurlu
24°C
İstanbul
24°C
Hafif Yağmurlu
Çarşamba Az Bulutlu
22°C
Perşembe Az Bulutlu
20°C
Cuma Az Bulutlu
19°C
Cumartesi Az Bulutlu
17°C

Bir kişilik sorunu: Yalan konuşma

Bir kişilik sorunu: Yalan konuşma

Prof. Dr. Celal Kırca

Allah Teâla, “Ey iman edenler, eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın, yoksa bilmeden bir kavme karşı kötülük edersiniz de sonra pişman olursunuz[1] buyuruyor ve  “fâsık” ın getirdiği haberin, araştırılmasını istiyor. Muhtelif kaynaklarda fısk, “Allah`a itaat etmekten çıkmak”  şeklinde açıklanmakta ve “Rabbinin emrinden, O`na itaatten dışarı çıktı”[2]  ayeti de buna delil olarak gösterilmektedir.   Dolayısıyla da  “Allah’ın emrini tanımayan, sapkın, günah işleyen, fesatçı, kötülük eden, amel etmediği halde kelime-i şehâdet getiren ve inanan kimseye”[3]  fâsık denilmektedir. Kur’an’ da ise fâsık, yalan konuşan,[4]  alay eden, birbirlerini kınayan ve kötü lakap takan,[5] Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen ,[6] münafık [7]  ve inkâr eden,[8]  anlamlarında kullanılmıştır. Bu ayetin nüzul sebebi olarak şu olay nakledilmektedir:

Hicretin 9. yılında Mustalikoğulları kabilesinin reisi Hâris b. Ebî Dırâr, Müslüman olur ve kabilesini de İslâm’a davet edip zekâtlarını toplamak üzere Hz. Peygamber’den izin alır.  Daha sonra Hz. Peygamber, Hâris’in yanında toplanan zekâtları getirmesi için Velid b. Ukbe’yi görevlendirir.  Velid’in kabilesi ile Mustalikoğulları kabilesi arasında kökü maziye dayanan bir husumet vardır.  Bu nedenle onların kendisini tanımasından ve öldürmesinden endişe eder.  Bu endişe ile kabileye yaklaşır. Bu arada Mustalikoğulları da Peygamberimizin elçisi gelecek diye hazırlık yapar ve gelecek elçinin yolunu gözetlemeye başlar.   Velid, kabileye yaklaşıp da uzaktan kabilenin insanlarını toplu halde görünce,   endişesi korkuya dönüşür ve Mustalikoğullarının kendisini öldürmek için toplandığını sanır ve yanlarına varmadan geri döner.  Medine’ye gelir ve Hz. Peygamber’e Mustalikoğullarının kendisini öldürmek istediğini ve toplanan zekâtı vermediğini, hatta irtidat ettiğini söyler.  Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hâlid b. Velid’en seriyye için hazırlık yapmasını ister. Ancak Hâlid b. Velid Medine’den ayrılmadan yukarıda mealini verdiğim Hucurat suresinin 6. ayeti nazil olur.  Bu sefer Hz. Peygamber, Halit b. Velid’i durumu tetkik etmesi için Mustalikoğullarına gönderir.   Halid b. Velid,  kabileye gelince durumun hiç de Velid b. Ukbe’nin söylediği gib olmadığını, onun korku ve evhamla böyle bir haber uydurmuş olduğunu anlar. Medine’ye dönüp olayı olduğu gibi Hz. Peygambere anlatır. Ayetin nüzul sebebi budur. Ayrıca farklı varyantları ayrıntılı olarak da zikredilmektedir. [9]  

Bu ayet açıkça ifade ediyor ki, Müslüman her duyduğunu doğru kabul etmeyecek ve araştıracaktır.  Araştırdıktan,  aslını ve esasını öğrendikten sonra da kabul, ya da ret edecek, dolayısıyla da bilmeden bir şeyin ardına takılıp gitmeyecektir.  Bu nedenle Hz. peygamber, “Her duyduğunu söylemesi kişiye yalan olarak yeter”[10]   diyerek Müslümanları bu konuda uyarma ihtiyacı hissetmiştir.

Ayette,  Velid’e gerçek olmayan/ hayal ürünü olan birşeyi, gerçekmiş gibi söylediği için “fâsık” denilmektedir. Tıpkı bunu gibi münafık da gerçek olmayan bir imanı, gerçekmiş gibi söylediği için, yalancı kategorisine dâhildir. Zira hem fasıkın hem de münafıkın “ortak paydası” yalancılıktır. Bu nedenledir ki Hz. Peygamber,   Müslümanın  “korkak” ve  “cimri” olabileceğini, ama “yalancı”  olamayacağını söyler.[11]   Zira yalan, “doğruluk üzerine kurulan” Peygamberlik müessesesinin bütün ilkeleriyle çatışır.  Hz. Peygamber, çocuğuna seslenen bir kadın görür. Kadın çocuğuna  “Gel, bir şey vereceğim” der.  Hz. Peygamber de “Ne vereceksin ?”  diye sorar. Kadın “Hurma” cevabını verir. Bunun üzerine Hz. Peygamber : “Eğer çocuğu çağırıp da kandırsaydın, bir şey vereceğim deyip de vermeseydin bu söz senin amel defterine yalan olarak yazılacaktı[12]   der. Bu nedenledir ki Hz. Peygamber,  yalancılığı münafıklığın üç alametinden biri olarak zikretmiş [13]  ve “Yalan kişiyi fücûra, fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalan söylemeye devam ettikçe, sonunda Allah indinde yalancı olarak yazılır” [14]  buyurmuştur.   Nitekim o, “Beni asla cimri, yalancı ve korkak bulamazsınız!” [15] Diyerek kimseyi kandırmadığını, aldatmadığını, söylediği her sözün doğru olduğunu ifade ederek kendisini bize örnek olarak tanıtmıştır. Bu nedenledir ki onun hayatında cimrilik, yalancılık ve korkaklık asla söz konusu olmamıştır. “Emr olunduğu gibi dosdoğru olmuştur”

Allah Tealâ da yalanla ilgili olarak şunları söylemektedir:           

“Onlar, yalana şahitlik etmeyen, faydasız boş bir şeyle karşılaştıkları zaman, vakar ve hoşgörü ile geçip gidenlerdir”.[16]

“Yalan söyleyen kimse, başkasına değil kendisine zarar verir. Onun yalan yanlış sözleri hep kendi aleyhinedir”.[17] 

“Yalanı ancak Allah’ın âyetlerine inanmayanlar uydurur, iftira ederler. İşte onlar, yalancıların tâ kendileridir” [18] 

“Her yalancı ve günahkâr kişinin vay hâline!”[19]   

“Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve doğru söz söyleyin. Böyle davranırsanız, Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Resulüne itaat ederse, büyük bir kurtuluşa ermiş olur.”[20]

Doğruluk mutlaka kazandırır, yalan ise kaybettirir. Çünkü “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar”. Dünyasını yalan ve sahtekârlık üzerine kuranların geleceği olamaz. Zira yalan yalanı doğurur. İlk anda yalan kazandırıyor gibi görünse de neticede insanı hüsrana uğratır.

Kavramlar, insanlar tarafından sık sık kullanılsa da içselleştirilemediği için çoğu kez sözden ibaret olurlar. Bunlardan biri de “yalan” dır.  Yalandan herkes şikâyet eder,  buna rağmen sigaranın üzerindeki  “sağlığa zararlı” yazısını okuduğu halde yine de sigara içmeye devam eden insan gibi, yalancı da yalan söylemeye devam eder. Sağlığa zararlı olduğunu bildiği halde insanlar,  neden sigara içmeye devam ederler?  Bu sorunun cevabı, aynı zamanda “İnsanlar neden yalan konuşurlar” ın da cevabıdır. Çünkü her ikisind de  “ ortak payda” aynıdır.  Bu payda da  “bilme ile yapmama” arasındaki ilişkidir.   Sorun, zararları ve kötülüğü bilindiği halde,  sigaranın içilmeye; yalanın da konuşulmaya devam edilmesidir.   Bunun önemli nedenlerinden biri de söz konusu bilgilerin içselleştirilip bilinç haline dönüştürülememiş olmasıdır.

İnsanlar, bilgi sahibi olsalar da, o bilgiyi içselleştirip bilinç haline dönüştürmedikçe, bir başka ifade ile o bilginin kavramın sahip olmadıkça eyleme dönüştürememektedir.  Çünkü bilgi kavramlarla ifade edilmektedir. Bir başka deyişle bir şeyin kavramı, o şeyin bilgisi olmaktadır. Bu sebeple insanların bütün iradî eylemleri, kazandığı kavramlara bağlı bulunmakta ve kavramların kendisi de, elde edilme yolu da karmaşık bir ya­pı arz etmektedir[21]. Zira bilinç olmadan eylem, eylem olmadan da alışkanlık,  alışkanlık olmadan da kişilik oluşmamaktadır.

İnsanın,  her hangi bir konuda kişiliğinin oluşabilmesi için mutlaka bu aşamalardan geçmesi gerekiyor. İçselleştirilmemiş bir kavramı,   sadece sözle ifade etmek, balı kavanozun dışından yalamaya benziyor. Kavanozun kapağını açıp, içinde ki balı tatmadıkça, insan bal yemiş olmayacağı gibi, “yalan yalan” diyerek de yalan konuşmaktan vaz geçmiş olmuyor.  Bu nedenle kavramların kazanılması ve içselleştirilmesi için insanın,  zorlu bir süreçten geçmesi gerekiyor.  Bunu da ‘Bireyde kendi yaşantısı yoluyla davranış değişikliği meydana getirme süreci’[22]  demek olan eğitim sağlıyor.

Her konuda olduğu gibi, yalan konuşmama konusunda da insanın bu eğitim sürecini yaşaması gerekiyor. Zira eğitilmemiş duygular hamdır ve olgunlaştırmaya muhtaçtır. Mevlanâ’nın,“Hamdım, piştim, yandım” deyişi bu yüzdendir ve olgunlaşmanın da sürecini göstermektedir. Duygularını eğiterek olgunlaştırmayan insanlarda kişilik sorunları ortaya çıkmaktadır. Bu nedenledir ki Yüce yaratıcı, “Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?”[23] Buyurarak, bu konuya dikkatimizi çekmekte ve bizi söz-davranış uygunluğu konusunda uyarmaktadır. Diğer bir deyişle Allah Teâla, yalan konuşmayan “sözümüzün eri”, kendisine güven duyulan, dürüst bir insan olmamızı istemektedir.

Yalan söylememe, daha açıkçası doğruluk ve dürüstlük, nasıl içselleştirilecek ve bilinç haline dönüştürülecektir? Bir başka ifade ile sürekli “Yalan konuşmak haramdır”  denildiği halde, neden bu söz yeterli olamamaktadır? Müslüman, yalan konuşmamak için ne yapmalıdır ki, yalan konuşma ihtiyacı hissetmesin?  Bu soruların cevabını vermek kolay değildir.     Zira insanı yalan konuşmaya sevk eden pek çok psikolojik ve sosyolojik sebep mevcuttur.  Bu sebepler,  derinlemesine incelenmedikçe bu sorulara yeterince olumlu cevap da verilememektedir. Bununla birlikte insanı genel anlamda yalan konuşmaya sevk eden sebepler arasında “ korku, eleştiriden kaçmak, gerçek söylendiğinde yaşanacak cezadan çekinmek, başkaları tarafından onaylanma ihtiyacı, zarar göreceğini düşünmek, ya da çıkar sağlamak” en dikkat çekici olanlarıdır. Ne var ki bu sebepleri sadece bilmek yeterli olmuyor. Bu sebeple yalan konuşmamayı, bireyde kişilik haline getirebilmek için top yekûn bir çabanın içinde olunması gerekiyor. Herkes kendi misyonundan kaynaklanan sorumluluklarını yerine getirmedikçe,  bu sorundan kurtulmanın mümkün olmadığı da görülüyor. Zira baba evladına “Ben sigara içiyorum, ama sen içme”  veya telefon çaldığında “Bak evladım, kim arıyor?.. Arıyorsa evde yok de” diyorsa, bu soruna çözüm nasıl  bulunacak,   dürüstlük eğitimi   nasıl  yapılacaktır?

Önce kendimize karşı, sonra da başkalarına karşı dürüst olmak  zorundayız. Kendisine dürüst  olmayan, başkalarına nasıl  dürüst olabilir?   Sadece konuşmakla dürüstlük eğitimi  olmuyor, olamıyor. Dürüstlüğü yaşayarak  öğrenmemiz ve öğretmemiz gerekiyor. Bu nedenle  yalan konuşmama yada  dürüst olma  uyarısını , sadece  din adamlarına veya  belli kişilere  havale etmemekle de iş bitmiyor. Zira  din adamlarının  etki alanları  sınırlı oluyor ve belli  bir çizgiden  öteye  geçemiyor.  Bu da çoğunlukla  soyut  olan  dinî kavramların, yeterince  somutlaştırılamamış olmasından kaynaklanıyor.

Din adamları, genellikle  soyut  kavramları, yine  soyut olarak aktarıyor; aktarırken de yeterince  somutlaştıramıyor. Somutlaştırılmayan soyut kavramların algılanması  da  haliyle  soyut oluyor.  Bu nedenle   din adamlarının ve  eğitimcilerin, kavramların içselleştirilmesinde psikoloji, sosyoloji ve özellikle de  edebî eserlerden  yararlanması büyük önem arz ediyor. Zira en iyi somutlaştırmayı, edebiyat  yapıyor. Nitekim  bir  din adamı,” Yapılan iyiliği başa kakmak haramdır” der ve bunu  somutlaştıramazken;  Ömer Seyfettin  gibi  bir edebiyatçı, “Diyet” hikayesinde başa kakmanın ne kadar  kötü, çirkin ve onur kırıcı  bir davranış olduğunu  somutlaştırarak  anlatabilmektedir.  Bu nedenle insan üzerindeki etkisi de  o denli güçlü olmaktadır. ( Bu hikayeyi yaklaşık yarım asır önce okumuştum. Ne zaman  Bakara suresinin 261-264. ayetlerini okusam “Koca Ali” in  elini kesip, “al diyetini”  deyişini hatırlar,  duygulanır ve  Yüce rabbimin verdiği mesajı  bütün benliğimde  hissederim.)

Bir din adamı, “Yalan konuşmak haramdır” der. Ünlü  Rus Edebiyatçısı Dostoyevski ise “Karamazov Kardeşler” romanında,  roman kahramanlarından birinin dilinden   yalan ile ilgili  şu analizi  yapar:

Aklı başında adamsınız, kendinizi  sarhoşluğa kaptırmayın, küfretmeyin, sözünüze sahip olun, şehvet duygularının esiri olmayın, özellikle paraya tapmayın…..(….) En önemlisi yalan söylemeyin…Evet en önemlisi bu, yalandan kaçının.. (…)  Kendi kendinize yalan söylemeyin. Kendi kendine yalan söyleyen, kendi yalanlarını dinleye dinleye onlara gerçek diye inanan bir insan artık kendi içinde de, çevresinde de asıl gerçeği fark edemeyecek hale gelir. O zaman da hem kendisine, hem başkalarına karşı saygısını kaybeder. Saygıyı kaybedince, kimseyi sayma­yınca içinde kimseye karşı en küçük bir sevgi kalmaz. Sevgi olmayınca da kendini oyalamak için en adi, en kaba zevklere esir olur; Bu eğilimlerinde bazen hayvan dere­kesine iner. Bütün bunlar işte durmadan başkalarına da kendine de yalan söylemekten olur. Kendi kendine yalan söyleyen insan, herkesten önce alınır, kırılır. Bazen her­hangi bir şeyden alınmak, gocunmak zevk verir değil mi? Oysa öyle bir insan çok iyi bilir ki, kimse onu kırmamış­tır, başkalarının kendisini kırmış olduklarını kendisi uy­durmuştur. Çevresindekileri şaşırtmak için yalan söyle­miştir, olayları büyütmüştür, başkalarının karşısında mahsus bir sahne uydurmuştur ya da tek söz üzerinde durarak pireyi deve yapmıştır. Yalan söyleyen insan bunları bilir, öyle olduğu halde herkesten önce alınmış görünür, yalnız zevk duymak için, ruhunda büyük bir memnunluk uyandırmak için gücenir, gücene gücene de sonunda gerçekten kin beslemeğe başlar [24]

Bu analiz de gösteriyor ki yalancılar,  iç dünyalarında bir  denge kuramadıkları için kendileriyle barışık olamıyorlar. Kendisiyle barışık olmayanlar/olamayanlar, insanlarla ve toplumla da barışık  olamazlar.  Baskın duygularının etkisi altında kaldıkları için  normal  bir  tutum ve davranış da sergileyemezler. Dolayısıyla insanların, bilimsel eserler başta olmak üzere hikâye ve roman  gibi edebî  eserleri okuması,  onların hayatı daha iyi kavramalarına yardımcı olacaktır. Onlara yalanı, kibri, gururu, saygıyı, cesareti, adaleti, ahmaklığı, ihaneti, israfı ve sevgiyi öğretecek;  bir “ön görü” ve “iç görü” kazandırmaktadır.  Böylece  kullanılan soyut kavramlar  sözde kalmayacak, somutlaştırıldığı için  içselleştirilmesi de kolay olacaktır.

Sahabe, nüzul sebeplerini bildiği ve nüzul ortamında yaşadığı için,  inen ayetleri anlamakta zorluk çekmezlerdi.  Ayrıca ayetlerin, Hz. Peygamber’in   hayatına nasıl yansıdığına ve somutlaştırıldığına  da şahit olurlardı. Bizim bugün böyle  bir şansımız  bulunmuyor.  Bu nedenle din adamlarının, Kur’anî  kavramları açıklarken, siyer ve  nüzul sebepleri başta olmak üzere  nüzul ortamının  psikolojik,  sosyolojik ve kültürel bağlamlarından yararlanmaları  büyük önem arz ediyor. Dinî  kavramlar,  bu sayede -bir ölçüde de olsa- somutlaştırılacağı için daha iyi anlaşılır hale gelecek ve  daha kolay içselleştirilecektir. Anlaşılan ve içselleştirilen  her dinî  kavram ise  sözde  kalmayacak, hayata yansıtılacak ve daha çok  yaşama şansı  bulacaktır.


[1] Hucurât, 49/6.

[2] Kehf, 18/50.

[3] Cürcânî, Ta`rifât, fâsık maddesi.

[4] Hucurât, 49/6.

[5] Hucurat,49/11.

[6] Maide 5/47.

[7] Tevbe,9/67.

[8]  Nur,24/55.

[9] İbn Kesîr, Tefsiru’l Kur’an’il Azim,  Kahire , tarihsiz, 7/250-252.

[10] Müslim, Mukaddime, 5

[11]  Ahmet b. Hanbel,  Muvatta, Kelam,19.

[12] Ebu Davud, Edep 79.

[13] Buhârî, Îmân,24.

[14] Buhârî, Edeb, 69.

[15] Buhârî, Cihâd, 24.

[16] Furkan, 25/72.

[17] Mü’min 40/28.

[18] Nahl 16/105.   

[19] Câsiye 45/7.

[20] Ahzab, 33/70-71.

[21] Necati Öner, Kavram, Felsefe Dünyası, Ankara, 1993, Sayı: 7,s. 4. 

[22] M. Şevki Aydın,  Din Eğitimi Bilimi, Kayseri.2019, s.64.

[23] Saff,61/2.

[24] Dostoyevski, Karamazov  Kardeşler, Ter. Leyla Soykut, Cem Yayınevi, İstanbul,1988,1/111-112.

        

                                                                                  

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.