islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,4375
EURO
34,7411
ALTIN
2.439,70
BIST
9.915,62
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
15°C
İstanbul
15°C
Az Bulutlu
Pazartesi Az Bulutlu
16°C
Salı Hafif Yağmurlu
16°C
Çarşamba Az Bulutlu
19°C
Perşembe Az Bulutlu
20°C

HUZURSUZ BACAK HİKÂYELERİ… FRAGMANLAR  (1)

HUZURSUZ BACAK HİKÂYELERİ…  FRAGMANLAR  (1)
23 Ekim 2022 10:30
A+
A-

Siz de oluyor mu?

Yerli yersiz zihninize hücum eden film fragmanlarının işgali altında kalmak ya da bir roman, bir hikâye veya şiir anlatılarının zihninizde canlandırdığı betimsel imgelerinin lirik etkisinden saatlerce sıyrılamamak. Veya yeni bir zafer kazandığımızı zannetmek; iki yüz yıllık yenilmişliğimiz, örselemişliğimiz, itilip kakılmışlığımız üzerinden deruhte edilen bir duruşun ürettiği siyasetin meşruluğu ile…

Bana çok sık oluyor.

Bu yüzden yaşam kalitemin düştüğünü bile düşünüyorum.

Hiroşima’da, atom bombasının bir an sonra buharlaştıracağı bir bebeğin yakın plan görüntüsündeki masumiyet. En ufak bir dahlim olmamasına rağmen tuhaf bir vicdan azabı ile kıvranır dururum bütün bir gece.

Cennet gibi bir Japon bahçesinin ay ışığı altındaki gümüşi belirsizliğinde sert ve mağrur bir samurayın yüz hatlarının yumuşadığını görür, kadınının iffet dolu aşk çağrısına uyuşundaki munisliğe şaşırırım. Zamanın ve olayların göz ardı edildiği bu büyülü mekânda birden ortaya çıkan bir çelik ışıltısı samurayı ikiye bölüverirken dahi bu büyü bozulmaz. Ölmekte olan samurayın yüzüne yerleştirdiği garip memnuniyeti anlamaya çalışırken sergilenen şiddetin estetiğine alkış tutmaktan utanırım.

Askerlerin çikolata veya çiklet verdiği çocukların taşkın sevincinde, savaş çocuklarının mahrumiyeti üzerinden inşa edilen düşman algısındaki derin taraftarlığı yakalamak sarsıcıdır.  Çocukları en başta yaşama hakkından mahrum eden düşman da bir insandır ve onun da çocukları vardır muhtemelen. Mağlubiyeti ve ölümü hak etmiş düşmanı sadece bir düşman olarak algılamamızı isteyen mizansen, düşmanı ailesi ve toplumu içinde bir baba, bir koca, bir işçi olarak algılamamıza izin vermez. Düşman, düşman olarak doğmuştur, o hep bir düşmandır, bir düşman olarak hep oradadır. Dolaysıyla mağlubiyeti ve ölümü hak etmiştir. Düşman askeri ile dost askerin arkasındaki iradelerin fütursuz bir bölüşüm savaşında hem fikir oldukları hep gözlerden kaçırılır. Siyaset, bu yıkıcı bölüşüm savaşında inşa etmiş olduğu metafizik alanlarla ölmeyi ve öldürmeyi meşru hale getirirken ölme ve öldürmenin politiğini ‘aşkınsal bir görev’ ile açıklamaya çalışır. Bu aşkınsal görev; propagandası yapılan ‘yeni hayatlar’ üzerinden yapılandırılan doyum umutlarıdır.

…                    

Kamera 1970’ler İstanbul’u üzerinde geziniyor. Bir vapur düdüğü, arkasından bir fabrika sireni Haliç’teki doklardan gelen çekiç seslerine karışırken köylü bir İstanbul güne başlıyor. Göç olgusunu coğrafi bir yer değiştirme olayına indirgeyen anlayışın köylülük fetişizmi irrasyonel tiplemeleri şehrin orasına burasına serpiştiriyor. Kaba, anlayışsız her türlü değerlerden soyunmuş patron tipi elinde viski kadehi ve purosu ile köyünden yeni gelmiş güzeller güzeli kızı süzerken duyulan toplumsal nefret doruktadır. Çocuklarını şehre kaptırmamaya yemin etmiş çilekeş Anadolu insanının umutsuz uğraşısında elini kana bulayan bir annenin feryadı ile gözyaşları sel olmuş akıyor.

Orta sınıf mensuplarının meskûn olduğu bir apartmanın kapıcısı üzerinden bu sınıfa atfedilen olumsuzluklar ve yakıştırılan ahlaksızlıklar hâkim güce hizmet eden bu sınıfın statükoculuğunun kaba bir eleştirisi olmaktan öteye gidemiyor. Şehirde siyasi anlatılar bu sınıf üzerinden meşruluk kazanmasına rağmen köylülük üzerinden yapılmaya çalışılan sınıfsızlık çağrışımları, eşitsizlerin oluşturduğu şehrin uğultusuna, ‘marjinal’ damgası ile karışıp gidiyor. Yeni göç etmiş ve sermaye biriktirme peşinde olan büyük bir aile reisinin bu uğraşısı ‘açgözlülük’ olarak sergilenirken, bu uğurda tedavisi yapılamayan çocuğunun ölümünü seyreden bir gelinin evin küçük oğlu olan eşi ile birlikte bir fabrikaya işçi olarak yazılmalarındaki çelişkiyi hiçbir sosyolojik teori ile açıklamak mümkün değil. Şehrin olumsuz yöndeki ‘değiştiriciliği’ tematik olarak sergilenirken ‘birey’ olarak mevcuda karşı çıkma noktasındaki en büyük engel olan ekonomik özgürlüğü de şehir verebilmektedir.

Kamera uzak çekimde; var ile yok arasındaki çamurlu yollar, daha yapılırken yıkılmışlığı içselleştiren gecekondu mahallelerine bıkkın, yorgun ve umutsuz kıvrılıp giderken şehirden ayrı durmayı bir erdemmiş gibi gösteren soyut bir mutluluk, mahalle kahvehanesinin taşkın neşesinde sizi birden sarıveriyor. Benzer yaşam koşullarını paylaşan gecekondu mahalleleri, böğrüne yerleştiği şehre bir alternatifmiş gibi gösteriliyor. Herkes burada iyi olmak zorundadır. Bu mahallelerdeki grup normuna bağlı iyilik, toplumsal bir baskıyı sinesinde barındırmak zorundadır. Buralarda şehre taşınanlar, ekonomik düzey olarak farklılaşanlar aşağılanır. Bu farklılaşmanın arka planında yatan dinamiklere ahlaksızlık olarak bakılır. Benzer yaşam koşullarının bir arada olma durumu emredici bir durumdur. Bireysellik en ağır suçtur. Komşu kızını, komşu oğlunu sevmek zorundasındır. Makul olan budur. Şehirden birilerini sevmek hep bela getirir. Şehrin varsıllığına özen delikanlılar suç dünyasının maşası ve tetikçisidir. Kızlar ise potansiyel sermaye.

Bu anlatı içinde bir siyaset üretilemiyor. Üretilen sığ bir ideoloji. Çevre olmağa mahkûm edilmiş ve bu durumun yüceltildiği bir yalınkatlığın hangi toplumsal talebi olabilir ki.

Şehre karşı, şehre rağmen bir yalınkatlık içinde kalınarak örüntülenen sığ ideolojiler, dışsal etkilerle bölgesel veya küresel çaptaki dizyan edilmiş kırılmalarda şaşkınlığa uğrarken bu şaşkınlık, bilinçli veya bilinçsiz hâkim güce eklemlenmelere yardımcı olmaktadır. Bu kırılmaları okumaktan aciz yalınkat siyaset hırçınlıkları veya teslimiyetçilikleri ile bu eklemlenmelerin önünü açılmaktadır.

Cırcır böceklerinin biteviye korosuna karışan kurbağa vokali, bulutların arkasına saklanıp duran ayın kararsız, yumuşak, hüzünlü ışığı ile klasik bir kır gecesinin asudeliği, meşum bir eylemle bozuluyor. Sulama hakkına rıza göstermeyen hain bir köylü, kendi tarlasına doğru suyu yönlendiriyor. Sulama sırası kendisinde olan diğer bir köylü derhal tepki veriyor. Silahlar konuşuyor. Tek amacı kış ortasında aç kalmamak için sudan biraz daha fazla faydalanmak isteyen köylünün bu eylemi adaletsizliktir. Buradaki çatışma benzer yaşam koşullarını paylaşanlar arasında toplumsal bir çatışma olarak lanse edilince yalınkat adalet duygusu üzerinden deruhte edilen çelişki çıkarsaması havada kalıyor. Sudan biraz daha faydalanmak isteyen köylü bu eylemiyle ne sermaye birikimi peşindedir ne de bir ‘hâkim güç’ olma irade vurgusunu amaçlamaktadır.

Ağanın eli silahlı şımarık oğlu avenesi ile birlikte ortalığı yakıp yıkmaktadır. Evli, bekâr, dul ayırt etmeksizin ırzlara tasallut eden bu mendeburu durduracak bir güç yok. Bütün köylü ağaya borçludur ve boyunları ağaya eğiridir. Yağız bir delikanlı ortaya çıkıyor. Yavuklusu kirletilmiştir. Kirletilen kız, toplumsalı rahatlatacak bir yol seçerek yaşamına son vermiştir. İntikam yemininin ardından delikanlı infazlara başlıyor. Ağa ve oğlunun tüm avenesini tek tek öldürdükten sonra ağa ve oğlunu, hafızalardan kolay kolay silinmeyecek destansı bir şekilde öldürüyor. Delikanlıyı jandarmalar yakalıyor. Jandarmaların arasında elleri kelepçeli mahpushaneye doğru vakur adımlarla ilerleyen delikanlı bir kahramandır artık. Bütün bu olaylar gelişirken ortada olmayan jandarma ve eli kelepçeli delikanlı fotoğrafı mevcut düzen adaletinin esasında kimden yana olduğunu kaba bir anlatımla seyircinin üzerine boca ediyor.

Aristokrat değerlerden yoksun bir derebeyi anlatısı içinde betimlenen ağa tiplemesi, kadim ağa kültürü içinde yozlaşmış bir tip değil esasında. Hep öyle olan ve öyle de olacak bir tipleme seçilmiş. Ağa kim? Köylüsü ile aynı kaderi paylaşmak zorunda olan bir olgu. Üretim için doğal şartlara köylüsü kadar bağlı. Toprağını merkezi siyasetin ulufesi olarak bir hizmet karşılığı veya merkezi siyasete karşı olma duruşunda eylemsizliği seçerek kazanmış. Daha sonra bu kazanımını bir şekilde mülkleştirebilmiş ama bu mülkiyetin illiyetinin meşruluğunu bir türlü kazanamamış. Bununla beraber var olma sebebini işgücünü bir arada tutabilme anlatısı ile açıklayan yalınkat örgütlenmenin getirmiş olduğu benzerliklerin üst bir benzeri.

Toprağına bir sermaye olarak değil bir servet olarak bakan ağa, köylüsü ile bir çelişki meydana getirebilecek farklılaşma peşinde değildir. Ne ürün arttırıcı bir uğraşısı ne de artık değerin sermayeyi büyültücü sınıfsal bir arka planı var. Yönetsel olarak işgücünü bir arada tutabilme örüntülerine yerleştirdiği minimal iktidarının refleksleri ile yeni olana karşı, eski ilişkilerden yana. Ama bu yanlılık merkezi siyasetin ‘emrediciliği’ karşısında hiçbir anlam ifade etmiyor. Merkez siyasetin yanında olmak ona çoğu zaman zarar verse de yerel dinamikleri berhava etmiş merkezi bürokrasisi her türlü örgütlenme üzerinde hâkim ve bu hâkimiyet siyasi bir miras. Bu eşitsiz ve sorunlu ilişkiden ağa-devlet işbirliği çıkarsamak ve bu çıkarsama üzerinden ağaya karşı olmayı devrimci bir duruş olarak göstermek ancak şekilsel bir modernleştirme ile geleneksel olanın arasındaki çatışmaya taraf olmaktır. Bu tarafgirliğin adresi ise servetin sermayeye bir türlü dönüşemediği ve artık değerlerle sermayenin büyüme ve birikme istidadını ortaya koyamadığı lümpen bir kolektivizmdir. Burada tarihselliğin yazgısal aşamalarını gerçekleştirme uğraşısı var ise; proletaryayı meydana getirecek olan burjuva devrimi, yalınkat bir adalet duygusunun işaret ettiği kırsalda değil şehirlerde oluşmaktadır.

Toplumsal gerçeklik adı altında serdedilen bu tematik yaklaşımlar siyasetimizin ne kadar dar ve irrasyonel bir mecrada aktığına işaret ediyor. İndirgemeci bir sosyolojinin ağa, patron tiplemesi kadar, işçi, köylü ve orta sınıf tiplemeleri de sorunlu. İşçi olmayı bir türlü kendisine yediremeyen yağız Anadolu delikanlısından bir devrimci çıkaramayan anlayış, toplumsal muhalefeti köyde sığ bir gelenek-modern çatışması ile şehirde ise şehirli olmayı kabullenememe olayı üzerinden deruhte etmeğe çalışıyor. Türk aydınının köylülüğe bu kadar sığınmış olmasının nedeni düşünsel yetersizliktir. Düşünsel yetersizlik; geçmişini daha doğrusu kendisine sosyal genetikle tevarüs eden zihin dünyasını reddetmesi ile yakından alakalıdır. İğreti kavramlarla toplumsalını anlamağa çalışan Türk aydını, belletilmiş teori ile pratiğinin biri birine uymadığını görünce indirgemeci bir yol takip etmek zorunda kalmıştır.

Müezzinin gönülleri okşayan sedası, İstanbul semalarının alacakaranlığını sarıp sarmalıyor. Bohem hayatın tüm uçarılığı ile kendisini yatağına ancak atabilmiş genç bir adam bu efsuni sedayı ilk defa duyuyormuş gibi suçlu ve utangaç bir eda ile yatağında doğruluyor. Gözyaşları içinde ellerini duaya açmış genç adam, arınmışlığın ve günahsızlığın zirvesindedir.

Kendi iç dünyası ile bu ani kurgusal karşılaşmanın toplumsallığının olmadığı aşikâr. Bu aşikârlığın gerilimi, siyasal olan ile nasıl bir ilişki içine girileceğinde düğümleniyor.

Toprakları işgal edilmiş, haremi ismetine el uzatılmış, zelil bir yenilgiyi tatmış bir ümmetin çocukları Batı karşısında uzun bir yüzyıl İslam’ın ilerlemeye mani olmayan çağdaş bir din olduğunu ispatlamaya çalışırken tarzı siyasetler onu tüm anlatıları ile birlikte siyasal olandan tart etmiş. Toplumsal karşısında girmiş olduğu meşruiyet krizi siyasal olanın meşrulaştırıldığı kamusal alanlardan da el ayak çekmesine neden olmuş.

Bu gerilim içinde siyasal olan ile girilecek ilişkinin gerekliliği eklemlenmeci bir anlayışı içselleştiriyor. Bu eklemlenmeci anlayışın siyasal olana ait tartışmaları, salt bugünün sığlığına sıkıştırılmak zorunda olduğundan ortaya ‘polemik’ külliyatı çıkıyor. Polemik külliyatının tarafları derin çizgilerle biri birlerinden ayrılınca kamplaşmanın getirmiş olduğu üst anlatılar üzerinden deruhte edilen sığ bir siyaset, birey-toplum-devlet üçlemesindeki ilişkilerde, var olmaya ait meşruiyet krizlerini derinleştiriyor.

Ana kırılmalarla, konjonktürel değişimlerle, dışsal dinamiklerle elde edilen kazanımları muhafaza etmeye matuf siyaset, verimsiz amaç-araç tartışmaları içinde, oluşturulan minimal iktidar örüntülerini perdelemeye hizmet ediyor. Siyaset mevcudu muhafazaya matuf olunca köklü değişimleri sağlayacak sahih talep ve itirazlar güdük kalıyor. Eklemlenmeci zihniyet eylem planında bu siyasette derinleştikçe, muhalif damar kendisini köreltiyor.

Bu körelmenin vahameti; bu sahih damarı zinde tutan bir düşman algısının artık ortadan kalkmış olması yanılsamasıdır. Batıl, sureti haktan gözükerek hakkı ait olmadığı zeminde yaşamaya zorluyor.

Arif ARCAN

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.