islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3984
EURO
35,0370
ALTIN
2.322,52
BIST
9.142,40
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
23°C
İstanbul
23°C
Az Bulutlu
Cumartesi Az Bulutlu
23°C
Pazar Açık
23°C
Pazartesi Az Bulutlu
23°C
Salı Az Bulutlu
18°C

Kırmızı Oda’da neler oluyor?

Kırmızı Oda’da neler oluyor?

Prof. Dr. Ali Seyyar

Eylül 2020 tarihinden beri bir TV kanalından yayınlanan “Kırmızı Oda”, gerçek hayat hikâyelerinden esinlenerek, uyarlanan bir filim dizisidir. İçerdiği konular, Dr. Gülseren Budayıcıoğlu‘nun romanı olan “Madalyonun İçi: Bir Psikiyatrin Not Defteri” isimli kitaba dayanmaktadır. Dizide psikiyatri kliniğinde doktorlara müracaat eden hastaların hayatları, Türkiye’nin son yıllarda içinde bulunduğu çarpık insan ilişkilerinin, bozulmuş aile düzenin ve sarsıntıya uğramış sosyal sistemin bütün eksikliklerini yansıtan âdeta acı bir tablonun özetidir.

“Hasta” olarak tanımlanan yetişkin danışanlar arasında çocukluğunu sağlıklı ortamda yaşayamamış çaresiz mazlumların, annesini babasını erken yaşlarda kaybeden yetimlerin, yıllardan beri içlerinde sakladıkları dertlerini gözyaşlarıyla ilk defa güven duydukları bir ortamda sıkıla sıkıla anlatan garibanların, ebeveynlerin şiddetine maruz kalmış ve halen post-travmalar yaşayan içini bir türlü açmaya alışık olmayan, suçluluk duygusu ile kendini sürekli olarak yargılayan, mutsuz ve huzursuz insanlarımızın acıklı hayat hikâyelerini öğrendikçe, biz de empati atmosferinde göz yaşlarımıza hâkim olamıyoruz.

Böyle dizilerin en büyük faydası, izleyicileri kendilerini anlamaya, geçmişlerini muhasebe etmeye, sevmek ve sevilmek noktasında nerede olduklarını görmeye, işledikleri günahlarını tövbelerle manen temizlemelerine yardımcı olmaktadır. Belki de kul hakkı kapsamına giren insanî münasebetlerde geçmişte bazı kimselerin gönlünü kırmış olabiliriz, borçlu olduğumuz insanları hatırlayabiliriz, haksızlık ettiğimiz kardeşlerimizden helalleşme ihtiyacını vicdanen duyabiliriz. Bunları yapmadığımızda geçmişimizle barışık olamayız ve geleceğimizi sağlıklı temeller üzerine kuramayız. Çünkü çözümlenmemiş bütün sorunlar, bir zehir gibi insanın ruhuna çöreklenir.

Türkiye’de hemen her insan, aynı düzeyde veya şiddette olmasa bile Kırmızı Oda’da sergilenen hayat hikâyelerinin benzerini bir şekilde yaşamış olabilir. Ya zalimlerin şer cephesinde, ya da mazlumların çilekeş safında. Hepimiz, bu toplumun sorumlu fertleri olduğumuza göre sorunların merkezinde olmasak bile sosyal sorunların giderilmesinde bir nebze de olsa katkımız olmalıdır ta ki “Kırmızı Oda”da yansıtılan acı çeken insanlarımızın sayısı daha fazla artmasın.

Müslüman Camia Geçmişiyle Bir Muhasebe Yapmalıdır

“Kırmız Oda” dizisini seyrederken, şiddet zincirinin nesiller boyunca devam etmesinin bir sebebi de büyüklerin çocuklarına uyguladıkları kötü muameleye dayandığını bir kez daha görmüş olduk. Özellikle sevgisiz bir ortamda büyüdüklerinde çocuklukların beynine kodlanan kötü hatıralarla yaşamaya mahkûm edilen yetişkinlerin de şiddete müracaat ettikleri bir gerçektir. Bununla ilgili olarak çevremde yaşadıklarımı sizlerlepaylaşmak isterim:

80’li yıllardayız. Yer Almanya-Ludwigshafen kenti. Mahallemizde bir İslâm derneğinin mescidinde gençler, Türkiye’den gelen, zamanında müftülük yapmış Karadenizli bir hocadan Kur’ân dersleri alıyorlar. Bir gün bu gençler, bana geldiler ve hoca hakkında şöyle bir şikâyette bulundular:

“Ali Ağabey; Biz İslâm’ı hocamızdan öğrenmek istiyoruz, ama o, bize çok sert davranıyor ve bazen de hareket ediyor. Eğer böyle devam ederse biz artık camiye gitmemeyi düşünüyoruz. Ne dersin?”

Kendilerine biraz sabretmelerini, hoca ile bu konuyu dolaylı olarak da olsa ele alacağımı söyledim. Aklıma hocayı evime davet etmek ve onu ağırlamak geldi. Davetimi kabul etti ve evime geldiğinde dolabın üstünde gördüğü sazdan rahatsızlık duyarak, bir Müslümanın evinde çalgı âletinin olmasını yadırgadı. Halbuki ben saz çalmasını bile bilmiyordum. Saz, benim için Anadolu’yu simgeleyen ve gurbet hasretimi biraz da olsa gideren millî bir aksesuardan başka bir şey değildi. Savunmak istedim ama misafir olduğu için, “Haklısınız Hocam!” diyerek konuyu gençlerin durumuna getirdim. Verdiği cevap beni şoke etti:

“Sen ne diyorsun? Ne demek sert davranıyormuşum. Hiç de değil. Onlar sertlik ne olduğunu herhalde bilmiyorlar. Ben onlara ne yapmışım ki? Ben zamanında medresede hafızlık eğitimi görürken, ezberlediğim sureleri hocamın huzurunda dizüstü oturarak okurdum. Takıldığımda hocam elinde tuttuğu uzun bir çubuk ile kafama birkaç kez vururdu. Okurken bile kafamdan yüzüme doğru kan akardı da ben hiçbir zaman sesimi çıkartmazdım. Hocama saygısızlıkta hiç kusur etmezdim.”

Hoca, kendince haklı mıydı acaba? Bilemiyorum. Onu sadece anlamaya gayret gösterdim. Ama bu hocaya hem acıdım, hem de hocasına çok kızdım.

Sonra Türkiye’ye temelli dönüş yaptım. 90’lı yıllardayız. Yer İstanbul. Köyümde yoksul akrabalarım iki çocuğu için, din eğitimi konusunda benden yardım istedi. Bayrampaşa’da çok ünlü bir hocaya ait bir vakfın Kur’ân Kursunda hafızlık eğitimi almalarına vesile oldum. Birkaç ay geçmedi, ikisi de kurstan firar ederek, bana sığındılar. Kendilerine çok kızdım ve şöyle dedim: “Size kursta köyünüzde görmediğiniz kadar bedavadan üç öğün yemek veriliyor. Anne babalarınız gibi tarlada, ahırda çalışmıyorsunuz. Sizin yaptığınız nankörlük…” Ancak bana kursta şiddet bağlamında yaşadıklarını anlattıklarında kendilerine hak verdim ve hocaların bu sert eğitim anlayışına içimden büyük tepki gösterdim. Ama bu tepkimi her nedense hocanın yüzüne açıkça söyleyemedim.

Kendimle Yüzleştim

Başkalarının şiddetine tepki gösteriyoruz da bizim durumunuz nedir acaba? Kendimizle bu hususta yüzleştik mi acaba? Kırmızı Oda, kendi hatalarımı da görmemi sağladı. Doktora eğitim döneminde bir ara Anadolu Eyüp İmam Hatip Lisesinde İngilizce öğretmenliği yaptım. Ancak pek başarılı olamadım. Çünkü çocukların sınıfta aşırı yaramazlık yapmaları karşısında onları bir türlü otoritem altına alamadım. Çaresizlik içinde kendilerine bunu bana neden yaptıklarını sordum. Onlar da bana aynen şöyle dediler:

“Hocam, siz bize dayak atmıyorsunuz. Çok merhametlisiniz. Sizin eğitim anlayışınız burada işlemez. Biz sizin dersinizde acayip deşarj oluyoruz. Onun için böyleyiz. Ne yapalım yani…?”

Demek ki diğer hocalar, onları dizginlemek için dayak atıyordu ve ben de pedagojik yöntemlerimle yalnız başıma etkisiz kalıyordum. Bir müddet yine aynı sabırla devam ettim ama çocuklar, bunu bende bir acziyet gibi görmüş olacaktı ki bana artan oranda sıkıntı vermeye devam ettiler. Bir gün bir öğrenciye çirkin yaramazlıklarından dolayı defalarca ihtarda bulunmama rağmen hiç aldırış etmeden sınıfın huzuruna bozmaya devam edince dayanamadım ve öfke ile çocuğa bir tokat attım. Birden uslanmış ve öğrenciler de benden çekinir gibi oldu ve ortam sükûnete kavuştu. Demek ki ben de böyle yapmalıymışım dedim kendi kendime (aslında nefsim böyle dedi).

Ders bittiğinde kendimde bir tuhaflık hissettim. Yoksa ben de mi diğer hocalar gibi bundan sonra dayak atacaktım ve bunu normal olarak görecektim. Kendimden utandım ve vicdan azabı çektim. Okul müdüriyetine gittim ve istifamı verdim. Yoksa ben de fiiliyatta çarpık bir görünüm arz eden bir eğitim sisteminde bozulacaktım. Halbuki şunu da biliyordum, eğer disiplin cezaları dâhil okullarda şiddet ve tahkir içermeyen pedagojik kaideler bütün öğretmenler tarafından aynı titizlikle uygulanmış olsaydı ben bu okulda iyi bir hoca olma şansını yakalamış olacaktım.

Hayattan ne ders aldın derseniz, insanın ruhî özünün, onun davranışlarından daha üstün olduğunu, güzel davranışların kaynağının insanın nefsiyle değil ruhuyla barışık olmaktan geçtiğini, kötü davranışların da en gizli şahidinin insanın bizzat kendi vicdanı olduğunu öğrendim.

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.