islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,3184
EURO
35,1145
ALTIN
2.295,76
BIST
9.049,36
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
20°C
İstanbul
20°C
Açık
Cuma Az Bulutlu
23°C
Cumartesi Az Bulutlu
21°C
Pazar Parçalı Bulutlu
21°C
Pazartesi Az Bulutlu
23°C

Kur’an Nasıl Bir Sosyal Çevreye İndi?

Kur’an Nasıl Bir Sosyal Çevreye İndi?
10 Kasım 2022 09:30
A+
A-

Kur’an’ı doğru anlamada indiği ortamın özelliklerini bilmenin katkısı göz ardı edilemez. Bu bağlamda o döneme dair bir köşe yazısı düzeyinde bir gezinti faydalı olacaktır. Kur’an bir boşluğa değil, belli bir zamanda ve mekânda inmiştir. Bu perspektifle yapılacak bir Kur’an okuması, daha iyi sonuçlar verecektir. Tarihi ortamı dikkate almamak, Kur’an’ı doğru anlamaya yarayacak araçların birini iptal etmek demektir. Bu yazıda büyük oranda Adnan Demircan’ın bir sempozyum tebliği[1] ve bu tebliğin müzakeresi bağlamında şu soruların yanıtları aranacaktır: Arapların ataları ve ilişkili oldukları kavimler kimlerdir? Putperestlik ile “insana tapma” arasında bir ilgi var mıdır? Araplardaki batıl kabilecilik anlayışı nasıldı? Araplar haniflikten ne anlıyordu? Gayri ahlakilik açısından cahiliye ne durumdaydı? Cahiliyeden alınabilecek unsurlar olabilir mi?

Arapların ataları iki grupta incelenir:

1.) Arab-ı bâide: Bunlar tarihte yaşamış ama günümüzde kabile olarak varlıklarını koruyamamış topluluklardır. Bunlar Âd ve Semûd kavimleridir.

2.)Arab-ı bâkiye: Sonraki asırlarda varlığına şahit olunan kabilelerdir. Bunlar da esas olarak iki gruba ayrılır:

a) Arab-ı âribe: Kahtânîler adı verilen bu kabilelerin anavatanı Yemen’dir.

b) Arab-ı müsta‘ribe: Arab-ı mütearribe de denilen bu kesim, menşe itibariyle Arap olmayan soyun karıştığı Araplaşan kabilelerden meydana gelmektedir. Bu kabilelere İsmâilîler, daha yaygın isimleriyle Adnânîler, Meaddîler, Nizârîler de denilmektedir. Adnanîler birçok alt kola bölünüyor. Bunların ikisi önemlidir: Mudar ve Rebia. Hz. Peygamber’in mensup olduğu Kureyş kabilesi Mudar’ın bir koludur.

Bu tasnif, son derece önemlidir; çünkü risaletin geldiği devirde Kuzey-Güney Arapları arasında bir çekişme dikkat çekiyor. Demek ki son birkaç asırda belirgin olan Kuzey-Güney gerilimi, Hicaz özelinde de olsa tarihin yabancı olduğu bir şey değil. Coğrafi konum her şey değil, insan kendisini değiştirebiliyor ama insanî ihtilaflarda rolü olmadığı asla söylenemez. Bu gerçeği dikkate alan ıslah çabaları daha fazla başarılı olur.

Adnan Demircan’ın verdiği bilgilere göre Peygamber (s) doğduğunda Mekke nüfusu on bin kadardı. İlk sakinleri Amalikalılar olan Medine ise köyler topluluğu şeklindeydi ve suyu boldu. Bu sayede hurma tarımı yapılabiliyordu. Medine’de bulunan Yahudilerin M.Ö. 5. yüzyılda şehre geldiğini söyleyen tarihçiler olduğu gibi onların kabile isimlerinin Arapça olmasından yola çıkan bazı bilim adamları da onların köken olarak Arap olabileceğini öne sürmektedir. O dönemde Medine’de bulunan iki önemli kabile Evs ve Hazreç ise köken itibarıyla Yemenliydi.

Arap dayanışmacılığı/kabilecilik sosyal ve siyasi tutum belirlemede oldukça etkiliydi. Hz. Muhammed’in (s) davetine karşı çıkanların bir kısmı Haşimi soyundan birisinin idaresinde bir hayat sürmek istemiyordu. Demek ki yöneticinin adil olup olmaması değil, başka kabileden, ırktan veya ulustan olmasının sorun edilmesi; tevhid ve adalet ehlinin sürekli karşısına çıkacak bir problem. Bundan dolayı olsa gerek Kur’an’da anlatılan peygamberlerin çoğu, tebliğ ettiği kavmin bir üyesi. Anlaşıldığı kadarıyla yüce Allah, rahmetinden dolayı insanların tevhidi kabullerini bu şekilde kolaylaştırmıştır.

Önemli putların çoğu heykel şeklinde olmayıp farklı suretlerdeydi. Bunların en yaygın bilinenleri Lât, Menât ve Uzza idi. Ancak insan suretinde olan ya da insana benzetilen putlar da vardı. Esasen farklı suretlerde de olsa putlarla ilgili anlatılan hikâyelerde insan merkezli bir tasavvur söz konusudur. Bu bilgi, putperestliğin “geçmişte yaşamış toplumların budalalıkları” şeklinde basite alınamayacağını gösteriyor. Zira “insanı kutsama” günümüzde de devam ediyor. Yani etrafında zanna dayalı bir değerler bütünü oluşturulan kişilere tapınmak, insanlığın evrensel sorunu. Sadece Allah’ı ilah tanımayanlar, bir süre sonra aralarında bilerek ya da bilmeyerek “tapan-tapılan” ilişkisi kurmaya başlıyor.

Yine Demircan, cahiliye toplumunun; (Kur’an’ın olumlu bir kavram olarak kullandığı) “haniflik” kavramını “dinsiz” kimseleri tanımlamak için kullandığını belirtmektedir. Bu kullanım, İbrânîce Kitâb-ı Mukaddes’te hānēf kökünün değişik çekim şekilleriyle “mülhid, dinsiz” (Yeremya, 23/11) kimse anlamında kullanılmış olmasıyla uyumlu görünmektedir.[2]

Çok eşle evliliğe de değinen Demircan, Kur’an’ın indiği dönemde poligaminin %16, günümüzde ise Müslümanlar arasında %2’lerde olduğunu ifade ediyor. Bu oran düşüklüğünde çok eşliliğin Türkiye’de resmiyete büründürülememesinin az da olsa rolü olmalı. Bu konuda resmi yasak kesinlikle gözden geçirilmeli.

Demircan’ın tebliğinin müzakerecisi A. Turan Yüksel, müzakere ettiği metne önemli açılımlar getirdi. Bunlardan birisi, Kâbe’yi çıplak tavaf edenlerin yaptıklarıyla o dönemdeki fuhuş sektörü arasındaki ilgiye dikkat çekmesiydi. Yüksel, cahiliye döneminde kadınlar için de “çok eşle evlilik” söz konusu olduğunu ileri sürse de Demircan, buna katılmadığını, gayr-ı ahlakî hayat süren kadınların kötü fiillerinin çok erkekle evlilik olarak yorumlanmaması gerektiğini ifade etti.

Yüksel, İslâm’ın cahiliyeden de alabileceği şeyler olduğunu söyledi ki bu, Batı’yı ya da Doğu’yu uzak durulması gereken bir şey olarak gören bakış açısının yanlışlığını göstermek açısından önemliydi. Çocuklarını çöle gönderip sütannelerine teslim edildiğini bu sayede çocukların havadar bir yerde ve gürbüz yetişmelerinin sağlandığını ve fasih Arapça öğrendiklerini söyleyen Yüksel, günümüzde durumun niçin bunun tersine olduğunu, o dönemde çevre kirliliğinin nasıl söz konusu olduğunu izah etmedi. Demircan, çocukların fasih Arapça öğrenmek için çölde yaşayan Arapların yanına gönderilmelerinin o dönemde değil, daha çok Abbasiler devrinde yapılan bir uygulama olduğunu söyleyerek Yüksel’in bu konudaki tezine katılmadığını ifade etti.

Görüldüğü gibi Araplar ataları açısından diğer kavimlerden farksızdır. Yani Arapların içinde de Araplaşmış unsurlar mevcuttur. Ayrıca Arap yarımadasında Yahudiler de vardı. O dönemde kabilecilik söz konusuydu ve sahabenin bununla da mücadele etmesi gerekmişti. Putların bazılarının insan şeklinde olması, günümüz insani sapmaları hakkında da fikir vermektedir. Günümüzde de önemli görülen kimi şahısların “ilah”lığı iddiasında bulunanlar vardır. Gayri ahlakilik sorunu sadece günümüzün sorunu değildir, Arap yarımadasında da bu, pratik bir sorundu. Cahiliyede hak ile batıl karışık bulunmaktadır. Bu yönüyle tümden kötü değildir. Zaten insanların fıtratları değişik oranlarda bozulmadan kalır. Tamamen bozulsaydı şeytan olurlardı.

[1] Konya Çınar Eğitim Kültür ve Dayanışma Derneği 13-15 Nisan 2007 tarihleri arasında “Hz. Muhammed” adlı bir bilgi şöleninde sunulan tebliğ.

[2] https://islamansiklopedisi.org.tr/hanif Erişim tarihi: 6.11.2022.

ETİKETLER: ÜSTMANŞET, yazarlar
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.