islami haberdini haberortadoğu haberleriislam coğrafyası
DOLAR
32,5245
EURO
34,8905
ALTIN
2.435,28
BIST
9.752,60
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
20°C
İstanbul
20°C
Az Bulutlu
Cuma Az Bulutlu
19°C
Cumartesi Az Bulutlu
16°C
Pazar Az Bulutlu
16°C
Pazartesi Az Bulutlu
18°C

Kur’an’a Yolculuk

Kur’an’a Yolculuk

Kur’an’a yolculuk; anlamak için hayat boyu ona yönelme, ondan bilgi elde etme ve  elde ettiği bilgiler doğrultusunda yaşama çabası içinde olmaktır. Kur’an bu yolculuğu, “Sırat-ı müştekim/doğru yolda olma” olarak açıklar ve bizden de “Kendilerine gösterdiğin  doğru yolda giden kimseler gibi, bize de o doğru yolda gitmeyi nasip eyle”[1]talebinde ve eyleminde bulunmamızı ister. “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun.(Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah’ın yolundan ayırır. Sakınmanız için Allah size bunları bildiriyor.”[2] sözü ile de bize, bu doğru yolun ne olduğunu gösterir ve  bu doğru yolu  bilmeyenlerin  peşinden gidilmemesi uyarısında bulunur[3].

“Neden Kur’an’a yolculuk?” sorunun cevabı ise, insanın fıtrî yapısında  mevcuttur.  Zira insanın fıtrî yapısı bilinmeden, “Neden Kur’an’a yolculuk?” sorusuna verilecek cevap eksik kalacak ve  tatmin edici olmaktan da uzak olacaktır. Nitekim Sokrat’ın, “Kendini bil”, Hz. Ali’ye ait olduğu söylenen “Kendini bilen Rabbini bilir” ve Yunus Emre’nin, “Kendini bilmek” sözleri, bu gerçeği ifade etmek için söylenmiş sözlerdir.

Bilindiği gibi  insan,  fıtrî yapısı itibariyle düalist/ikili bir yapıya sahiptir. Bir yanda akıl, vicdan, irade ve olumlu duygulara; diğer yanda ise olumsuz duygulara, Kur’an’ın ifadesiyle kötülüğü emreden bir nefse[4] sahiptir. Bu fıtrî yapıyı Psikoloji, içgüdü, duygular, yeti ve kabiliyet gibi kavramlarla ifade etmekte; insanı motive eden ve eylemlere sevk eden etkenler olarak tanımlamaktadır.

Böyle bir fıtrî yapıya sahip olan insan; olumlu ya da olumsuz duygularından hangisi daha etkin ve baskın olursa, onun  tesiri altında kalmakta ve o istikamette davranışlarda bulunmaktadır. Fıtrî yapısından kaynaklanan bu psikolojik etkenleri  insan; şayet  aklı,  iradesi ve vicdanı ile kontrol  etmez, ya da edemez ise; baskın duygularının etkisinde kalmakta, arzu edilmeyen olumsuz davranışlarda bulunabilmektedir. Trafikte kaza yapmamak için trafik kuralları nasıl gerekli ise, insanın da duygularını kontrol etmesi için, kurallara ve ilkelere  ihtiyacı vardır. Zira kontrolsüz duygu yıkıcı olmakta, hem bireye, hem de topluma zarar verebilmektedir. Bu nedenledir ki Allah; duygularını, Kur’an ifadesiyle nefsini kontrol edebilmesi için insanı akıl, irade ve vicdan gibi yetilerle donatmış ve ona rehberlik edecek ilke ve kuralları ihtiva eden kitap göndermiştir.

Yüce Allah,  Rum suresinin  30. ayetinde dinden ve insanın fıtri yapısından söz ederek bu yapının “sağlam bir din” olduğunu ifade etmektedir. Bakara suresinin 286. ayetinde ise  Hz. Peygamber’in ve mü’minlerin indirilenlere inandıkları anlatılmaktadır. Bu iki ayetten  biri fıtrî, diğeri münzel  olan iki dinden söz edildiğini anlıyoruz.  Fıtrî dinden maksat insanda var edilen inanma yetisi, münzel din ise vahiy yoluyla gönderilen ve  inanılması istenen ilke ve kurallardır .  Bu fıtrî yapısı nedeniyledir ki insan, hem  inanmaya   ve  hem de rehberliğe  ihtiyaç duyar. Zira insan dünyaya geldiğinde bütün organları tam olarak  çalıştığı, beyninin  ise tam çalışmadığı, zamanla ve dış dünya ile temas edip de kendisine yeterli bilgi ulaştıkça  daha verimli  çalışmaya başladığı görülmektedir.  Beyne ulaşan bilgiler ise, biri insanlar tarafından üretilen, diğeri de Allah tarafından  verilen bilgilerdir. Dolayısıyla  beyne ulaşan bilgiler,  akıl tarafından işlevsel  hale getirilir.

Akıl, “Düşünme, anlama ve kavrama gücü”[5] olarak  tanımlanır.   “Kur’ân-ı Kerîm’e göre  akıl, insanı insan yapan, onun her türlü aksiyonlarına anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında insanın yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan  yetinin adıdır. Kur’an’da akıl kelimesi biri geçmiş, diğerleri geniş zaman kipinde olmak üzere kırk dokuz yerde fiil şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerde genellikle “akletme”nin yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur. Kur’an terminolojisinde akıl “bilgi edinmeye yarayan bir güç” ve “bu güç ile elde edilen bilgi” şeklinde tarif edilmiştir.[6]

Kur’ân-ı Kerîm, “ancak bilenlerin akledebileceğini” söyler.[7] Bu gücü ve bu bilgiyi iyi kullanmadıkları için kâfirleri, “…Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bu yüzden akletmezler”[8] diyerek yermiş, “O, aklını kullanmayanlara kötü bir azap verir”[9] âyetiyle  de insanı uyarmış ve aklını kullanan insanın cehennem azabından kurtulacağını[10]  belirtmiştir. Birçok âyette akıl sayesinde kazanılan bilginin,  yine bu gücün kontrolünde kullanılması gerektiği, bunu yapmayanların sorumlu tutulacağı  da sık sık ifade edilmektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, eşyadaki nizamı anlama gücüne sahip olan akla, aynı zamanda ilâhî hakikatleri sezme, anlama ve onların üzerinde düşünüp yorum yapma görev ve yetkisi de verilmiştir. Nitekim, “Allah âyetlerini akledesiniz diye açıklamaktadır”[11] âyetiyle aklın bu fonksiyonuna işaret edilmiştir. Kur’an’da akılla aynı anlama gelmese bile ona yakın bir mâna ifade eden kalb (çoğulu kulûb), fuâd (çoğulu ef’ide) ve elbâb (tekili lüb, Kur’an’da geçmez) kelimelerinin kullanıldığı dikkati çekmektedir. “Sezme, anlama ve bir şeyin mahiyetini kavrama gücü” anlamına gelen bu kelimeler, daha çok insanın derunî, vicdanî âlemine ve gönül dünyasına hitap etmektedir[12].

Bu ansiklopedik bilgiden de anlıyoruz ki akıl, bilgi olmadıkça  fonksiyonel olamamakta, işlevsel olabilmesi için mutlaka bilgiye ihtiyaç duymaktadır.  Tıpkı  bir arabanın  çalışabilmesi için  nasıl yakıta ihtiyacı varsa; aklın da fonksiyonel olabilmesi için  bilgiye ihtiyaç vardır. Nitekim bir çok insanın, zaman zaman “Evvelki aklım olsaydı şunları yapmazdım” dediğine çoğu kere  şahit olmuşuzdur. Bu söz bize, o kişinin eskiden başka bir aklı, şimdi ise başka bir aklının olduğunu ifade etmiyor; bilakis o kişi bu sözüyle bize, ”Şu anda sahip olduğum bilgiye eskiden sahip olsaydım, eskiden yaptığım o  şeyleri asla yapmazdım” demek istiyor.   Fıtrî bir yeti olarak akıl  değişmiyor,  ama akla ulaştırılan bilgilerde değişim oluyor. Bundan dolayıdır ki Yüce Yaratıcı, insanın beş duyu organını, aklın ihtiyaç duyduğu bilgileri temin etmekle görevlendirmiş bulunuyor. Nitekim okuma, dinleme, tatma, dokunma ve koklama yoluyla elde edilen bilgiler, beyne ulaşıyor; akıl da beyne ulaşan bu bilgileri tasnif  ve organize ediyor ve  bu bilgilerden  düşünce üretiyor.

Akıl, beyne hangi bilgiler ulaşmışsa onun üzerinde işlevsel olduğu için, bilginin niteliği de ayrıca önem arz eder. Çünkü akıl, daha önce belirttiğimiz gibi düşünme, anlama ve kavrama gücünü temsil ediyor. Ancak aklın doğru ve sağlıklı bir bilgi organizasyonu yapabilmesi için mantığa ihtiyacı  bulunuyor. İnsan, doğru bir mantığa sahipse, bilgi organizasyonu da doğru oluyor ve doğru bilgiler üretebiliyor. Şayet insan, doğru  mantığa sahip değilse  üretilen bilgiler de yanlış oluyor. Nasıl ki  yanlış bir araçla doğru hedefe varmak mümkün değilse, yanlış bir mantıkla da doğru düşünceye ulaşılamıyor.  

Elde edilen bilgilerin, işlevsel olabilmesi kısaca hayata geçirilebilmesi için, sadece doğru bir mantıkla üretilmesi de  kafi gelmiyor, ayrıca iradenin onayı da gerekiyor. Çünkü “Bir şeyi yapıp yapmamaya karar verme gücü”[13] demek olan irade; yapılması veya yapılmaması aynı derecede eşit olan çeşitli davranış­lardan birini beğenip tercih etmekte ve  kendisine  sunulan bilgilerin eyleme dönüşmesini sağlamaktadır. Zira akılda  anlama  ve düşünme yeteneği söz konusu ­ iken;  iradede seçme, seçilen şey­de ısrarlı ve arzulu olma yeteneği bulunmaktadır. Yani  bir şeyi yapıp  yapmamanın ge­rekliliği konusunda hüküm verme, iradenin görevi olmaktadır. Bundan dolayıdır ki  iradeli her  hareket, şuurlu hareket sayılmaktadır.

Bununla birlikte her hangi bir hatanın olmaması  veya  hataların asgari düzeyde olabilmesi için, yapılan tercihlerin bir de “vicdan” denilen  yetinin onayına sunulması ise en son safhayı teşkil etmektedir. Vicdan, “Kişiyi kendi davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, kişinin kendi ahlak değerleri üzerine dolaysız ve kendiliğinden yargılama yapmasını sağlayan güç”[14] olarak tanımlanmaktadır. Bir başka ifade ile vicdan, Allah’ın içimize yerleştirdiği adalet terazisi olarak bilinmektedir. Bu nedenledir ki yaptığımız  kötü şeylerden dolayı vicdanımız sızlamaktadır.

Allah, “Bilmediğin şeyin ardına düşme, doğrusu  kulak, göz ve kalp, bunların her biri ondan  sorumludur”[15] buyurarak, bizden  bilgiye dayalı  bir hayat yaşamamızı istemekte; bilmeden zan ile iş yapmayı kınamakta ve  zannın  hakikat karşısında  hiç bir şey  ifade etmediğini ” [16] ve  bilenle bilmeyenlerin asla eşit olmadığını, ancak akıl sahiplerinin öğüt alabileceklerini söylemektedir.[17] Nitekim Kur’an’da yer alan Hz. Nuh ile Allah arasında geçen şu mükaleme, bilginin önemini ve değerini göstermesi açısından çok dikkat çekici bir nitelik arz etmektedir.

Hz. Nuh, oğlu boğulup ölünce Allah’a yaptığı duada oğlunun da, aileden olduğunu söyleyerek, daha önce ailesini boğulmaktan kurtaracağına dair vadini Allah’a hatırlatır; Allah da ona,  oğlunun doğru  bir iş yapmadığını, bu nedenle  aileden olmadığını söyledikten sonra; “Hakkında bilgin olmayan bir şeyi  benden isteme. Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim”[18]  demektedir. Bu ayetler, diğer bütün kıssalarda olduğu gibi “Kızım sana söylüyorum gelinim sen işit” dercesine;  sadece Hz. Nuh’a değil, aynı zamanda bize bir mesaj niteliği taşımakta ve  hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir şeyi Allah’tan istemememiz  öğütlenmektedir. Böyle yaptığımız takdir de cahillik yapmış olacağımızı hatırlatmaktadır. Hz. Peygamber de, “Sana müftüler fetva verse de, sen yine de kalbine danış!”[19] diyerek,  elde edilen bilginin  vicdana onaylatılmasını  bizden istemektedir.

İnsan, kategorik olarak  iki ana kaynaktan bilgi  elde etmektedir. Bunlardan birincisi, kaynağı insan olan ve insanlar tarafından üretilen  bilgiler; ikincisi ise kaynağı Allah olan ve “vahy” yoluyla  gelen bilgilerdir. Bu nedenle İslam, vahiy dinidir ve mutlak doğruyu  ifade eder; insanlar tarafından üretilen bilgiler ise, mutlak doğruyu  değil, izafî doğruları temsil eder. Çünkü insanlar külli tutum içinde olamazlar. Sınırlı  bir  yetiye ve kapasiteye sahiptirler. Olaylara  ve  olgulara belli açılardan  bakarak anlamaya çalışırlar. Bu nedenle bütünlükten ve  kuşatıcılıktan  yoksundurlar.

Vahye dayalı bilgilerin doğruluğu ise izafî değil, mutlaktır. Çünkü  o bilgiler külli bir tutum içinde olan Allah’a aittir. Bu nedenle insan, varlığına mutlak olarak inandığı Allah’ın sözlerine de mutlak olarak inanır.  Bu nedenle her mü’min, Kur’an’da yer alan  bilgileri, mutlak  doğru olarak kabul ve tasdik eder. Bunun adına da “iman” denilmektedir.

Kur’an’ın iki ana misyonu vardır: Bu iki ana  misyondan birincisi, inanç objesi oluşu; ikincisi ise bilgi objesi oluşudur. Kur’an’ın  diğer kitaplardan  farkı da  onun hem iman, hem de bir bilgi objesi oluşudur. İnsan ürünü olan kitaplarda yer alan bilgiler iman objesi değil, sadece bilgi objesidirler.  Bu nedenledir ki Kur’an’da yer alan bilgiler   mutlak doğruyu temsil etse de;  açıklaması ve  yorumu  beşere ait olduğu için  izafi doğruyu ifade eder. Bundan dolayı da Kur’an’ın  yorumu, iman objesi olamaz.

Kur’an’ın inanç objesi oluşu,  insanın onu kabul edip etmemesi veya ona inanıp inanmaması ile alakalıdır. İnsan, ona inanıp inanmamada tamamen hürdür, isterse ona inanır, isterse ise inanmaz.[20] Bu nedenledir ki Kuran, Hz. Peygamberin ve mü’minlerin “tenzil”e  imanından söz eder ve iman objesi olarak tenzili gösterir. “Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene inandı, müminler de (inandı)”[21] ayeti, bunu ifade eder. Bu ayetin mefhumu muhalifinden anlıyoruz ki, kaynağı vahye dayanmayan  hiçbir kitap -bilgi objesi olsa da- iman objesi değildir.  İman objesi olan tek kitap vahye dayalı olanlardır. Bu nedenle  kitaplara iman, imanın altı şartından biridir. Bu kitapların sonuncusu ise, geçmiş kitaplardaki bilgileri ipka/tasdik, ikmal/tashih ve iptal/tekzip  eden ve  bu misyonuna sahip olan Kur’an’dır.               Bir bilgi objesi olarak Kur’an, insan  hayatın tümünü hedefler ve hayatın her alanına yönelik bilgiler verir.  Bu nedenle inanan insan, hayatını doğru istikamette ve doğru bir biçimde yaşayabilmesi için Kur’an’ın verdiği bilgilere güven duyar. Çünkü kurtuluşunu sağlayan şeyin,  bu bilgiler olduğuna inanır  ve bilir. Zaten Kur’an’ın ana hedefi  ve misyonu da  verdiği bilgilerle insanlara  kurtuluş  yollarını göstermektir. Kur’an’ın önemi ve değeri  de bu hedefinden ve  misyonundan  kaynaklanmaktadır.

Kur’an’ın bilgi objesi oluşu, onun bir hayat kitabı oluşuyla alakalıdır. Nitekim o, hayatın her alanına yönelik bilgileri ve mesajları ihtiva eder. Fakat  onun  bilgisinden istifade edebilmek için, okunması, anlaşılması  ve  be bilgilerin  eyleme dönüştürülmesi, aktif hale getirilmesi gerekmektedir. Zira o da diğer kitaplar gibi etken değil, edilgendir, aktif değil  pasiftir. Onu edilgenlikten  kurtarıp etken hale getirmek  de, pasif halden kurtarıp aktif hale getirmek de, kendisine inanan insana ait bir sorumluluktur. Bu sorumluluk, Kur’an’ın insan hayatında  işlevsel olabilmesinin yeterli şartı   olmasa da, asgari  şartıdır. Zira insan, okumaya  ve anlamaya çalıştığı  sürece  ondan  yararlanabilir.  Yoksa  yer altı madenleri  veya saklı bir hazine gibi kendisini arayıp bulacak kişileri bekler.

Gerçek hayatta Kuran, bir kısım insanlarca inanılan, fakat bilgisine başvurulmayan bir kitaptır. Bir kısım insanlarca da inanılmayan, fakat  kendisinden bilgi elde edilmeye çalışılan  bir kitaptır. Müsteşrikler bu kısma dahildir. Az da olsa bazı kimseler tarafından Kuran; hem bir inanç objesi, hem de bir bilgi objesi olarak ele alınmakta ve anlaşılmaya çalışılmaktadır. Din adamları da bu  grubu temsil ederler. Oysa inanan her insan, Kur’an’ı bir bilgi objesi olarak  görmek, ona gitmek  ve onu anlayarak okumak  zorundadır.  Bu inanan her insanın  en  temel görevidir.  

Bu nedenle Kur’an’a yolcuk, bir bilgi objesi  olarak onu   anlamak, onun bilgisine değer vermek, acı -tatlı, iyi- kökü, doğru- yanlış, güzel-çirkin  her çeşit olay karşında yapacağımız tercihlerde onun bilgilerini, ilkelerini ve kurallarını öncelemek; bu bilgi, kural ve ilkelerle  yaşadıklarımız arasında bir  ilişki  kurmak ve  her davranışımızda  onun bilgisine müracaat etmek demektir. Kur’an’ı hayatın içinde yaşamak ise Kur’anî bilgileri, hayatın  içinde  anlamlandırmak, her şeye  bir açıdan değil, her şeye belli  açılardan  bakabilmektir ve Kur’anî  bilgileri, doğru yerde  ve doğru biçimde kullanabilmektir. Çünkü her insan, doğru, güzel ve dengeli bir hayat için kendisine  yol gösterecek  ve kılavuzluk edecek doğru  bilgilere, kurallara ve ilkelere veya  kendisinin örnek alacağı  yaşanmış  bazı   hayat hikayelerine  ihtiyaç  duyar. Bu ihtiyacını da, şayet inanıyorsa Kur’anî bilgilerden karşılar. Bu nedenledir ki Kuran, kendisinin genel anlamda insanlar[22] özel anlamda ise inananlar  ve  muttakiler[23] için  bir “hidayet”  kitabı olduğunu  beyan eder.

Allah’ın  insana olan hidayeti,  üç  aşamalıdır ve  birbirine de ba­ğımlı süreçleri ihtiva eder. Zira bunlardan biri olmadan diğeri olma­maktadır. Hidayetin ilk basamağı­, Allah’ın insanda doğuştan var ettiği duygu, akıl ve irade gibi fıtrî yetilerdir. Bu anlamda Allah’ın hidayeti, bütün insanlaradır. İnsanlar da  bu fıtrî yetileri sayesinde, eylemlerde bulunurlar. “Herkes kendi yaradılışına uy­gun şekilde hareket eder”[24] ve “Herkese yaradılışına uygun işler ko­laylaştırılmıştır”.[25] “Sizin işleriniz çeşit çe­şittir. Kim fakirlere verir, günahlardan korunursa ve en güzeli de doğrularsa, ona en kolay ve en rahat şeylerin yolu­nu kolaylaştırırız. Fakat kim de cimri­lik eder, kendini zengin görüp Allah’a tenezzül etmez ise ve en güzeli de ya­lanlarsa, ona en güç şeylerin yolunu kolaylaştırırız”[26] bilgileri, bize bunu  ifade etmektedir.

Hidayetin ikinci merhalesi, Allah’ın peygamberler vasıtasıyla insanlara kitaplar göndermesidir. Bir başka ifade ile Allah’ın bu dünya hayatında insanı   yalnız bırakmaması, ona yol gösterecek ve kılavuzluk edecek  bilgiler vermesidir. 

Hidâyetin üçüncü merhalesi ise, Allah’a ve onun  gönderdiği kitaplara  inanan insanlara  olan lütfudur. Bu hususu Allah, “Kim Allah’a inanırsa, onun kalbine hidâyet eder”[27] ve “İmanları sebebiyle Rableri onları doğru yola eriştirir[28] sözleriyle  açıklar.

Prof. Dr. Celal KIRCA


[1] .Fatiha,1/6-7.

[2] . En’am,6/153.

[3] Hûd,11/89.

4.Yusuf,12/53.

[5] TDK. Türkçe Sözlük, Ankara, 2005, s.49.

[6]. Râgıb el-İsfahânî, “akl” mddesi.

[7]. Ankebût 29/43.

[8] .Bakara 2/171.

[9] .Yûnus 10/100.

[10].Mülk 67/10.

[11].Bakara,2/242

[12] Süleyman Hayri Bolay, Akıl, TDV. İslam Ansiklopedisi,.C.2,s.238-39.

[13] TDK, Türkçe Sözlük,s.978.

[14] TDK, Türkçe Sözlük ,s.2092

[15]. İsra,17/36.

[16] .Yunus,10/36 

[17] .Zümer,39/9.

[18] .Hûd,11/45-46.

[19] . Ahmet b. Hanbel, Müsnet,1/194.

[20] . Kehf,18/29.  

[21] . Bakara,2/286.

[22] . Bakara,2/185.

[23] .Bakara,2/2.

[24] İsra,17/84.

[25] Buharî, Kader, 3.

[26] .Leyl,92/4-10.

[27] .Tegabün,64/11. 

[28] . Yunus,10/9. 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.